Tumgik
#cürüm hemhal
seslimeram · 1 year
Text
Uçurumun Kıyısında Bir Ülke
Tumblr media
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, sezilen ile yaşanan arasında uçurumun alenen her gün biraz daha açıktan var edildiği bir süreklilik ile sınanıyor bu sahne. Bütün bütün, doğrudan bir kara propagandanın esiri, muktedirin seslenişi dışında kalan hemen hiçbir şeyin güncellenmediği, duyulmadığı, konuşturulmadığı bir zemin var ediliyor. Her günü daha da karanlığa çıkartılan bir düzlem hali süreğen kılınıyor. Var edilmiş olagelen tüm o biyolojik politik deneyimleme ile mutlak iktidara biat hamlesi sürekli işlevsel kılınıyor. O nihai teslimiyet demokrasi mefhumunu hiçe sayarak onu artık gündem dışına iteleyip yeni ülke tahayyülünde gereksiz bir detay ilan ederek büyün yeniden bina ediliyor. Topyekun bir dönüşüm Orwellyen bir devinimi, fabl dahilinde dahi yok artık denilenlere sahip çıkıp, yeniden türeterek güncelleniyor artık. Yeni ülke bütün bu öğütücü mekanizmadır alenen, tamamen. Var edilen hayat akışındaki uçurum hali yeni ülkenin her nereye doğru meylini verdiğini de bildirir. Denetim, gözetim, tahakküm ekseninde yaşamın onarılması imkansız yaralara rehin edilmesi söz konusudur. Çukur dediğimiz bu hallerle birlikte güncellenen bir meseldir.
Duyulan, görülen ve bildirilen ile var edilen arasındaki uçurum derinleştikçe hayatın bir biçimde mahvına da zemin sağlama alınır. Geçtiğimiz günlerde doksan dokuzuncu yılı idrak edildiği zikredilen cumhuriyetin kazanımları diye çıkagelen şeyler reklamlarla bir biçimde sponsor addedilen eline kan bulaşmış sermaye nezdinde sunulurken, cerahatin hiçbir yere gitmediği bir zemini gerçek kılmaları söz konusudur. Bir hafta gibi bir süre içinde önce Kürd basınından dokuz gazeteci gözaltına alınır. Peyderpey var edilmiş olan bir soruşturma, birbirinden alakasız konuların bulup, birleştirip bir suç mesnedi olarak, örgüt üyeliği öne sürülerek dokuzu tutsak edilir. Memleketin tabipler odası başkanı bir insan hakları savunucusu olagelen, adli tıp uzmanı, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’yı önce malum medya, hemen ardından baş amir hedef kılar. Bu bahsin hemen üstünden bir an geçmeden soruşturma, gözaltına dönüştürülür. Kimyasal silahın, aması fakatı yokken, bunu PKK / HPG bilmiyoruz hangisine karşı kullanılmasının da insanlık suçu olduğuna dair kelam edilmesinin, bir yerde Cenevre konvasiyonuna göre, atılan anlaşmalardaki ol imzaların gerekliliği olarak soruşturulması söz konusu edilsin denildi diye Fincancı hoca mahpus edilir. Duyulan, görülen, anılan ile var edilen arasındaki devletle halkın arasında olagelen uçurum hali, Kürd toplumuna, onlarla birlikte hareket eden, lafta değil sahiden muhalefete bedel kılınır.
Bir tarafta pişirilip durulan, ya istibdat, ya hürriyet bahsinin aslında, İttihat ve Terakki’yi var eden bir oluşumun, bu ülkedeki Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimi daha sonra da Kürd halkının her kimliğinden çıkagelen suretleri, halkları yok etmek adına kullanıla geldiği bir figüratif slogan olduğu gözlerden kaçırılır. Cumhuriyet halk partisinin de temel odağı olarak kendisine yer bulan, kurucu önderin bu şerefli topraklar sizin (Türklerindir!), ermenilerin zerrece bu topraklarda hakkı / payı yoktur ile devam eden, sürekli güncelliği sağlama alınan bir nefret / ötekileştirme siyaseti o gümbürtü içerisinde baş amirin karşıtı olduklarını zikredenler eliyle yeniden piyasaya sunulur. Baş Amir, Kürd’ün özgürlüğüne karşıtlığı zikredip, eyleme dökerken, o muhalefet çatısı altından çıkagelen vatan bizim, böldürmeyeceğiz argümanları arasında altılı masa çoktan masal olur. Ağır ağabeylerin, hazır lokma yiyicilerin, götürelim abicim bahislerinin kıyısında bir avuç insanın muhalif olarak suna geldiği hayat böyle bir mesel değil sunumunun göz ardı edildiği zeminde ol istibdat zaten çoktan hayatı kuşatır. Görülen, duyulan, hayata dahil edilenlerle hakikatin arasındaki uçurum, bütün o iyi parti, saadet partisi, zafer partisi, memleket partisi diye bir biçimde muktedir emirleri doğrultusunda çoğalarak bölünerek her yere sirayet eden ırkçı akımlar / oluşumlar ile birlikte var edilir. Baş amirin yaptıkları neyse o adı anılanların bir biçimde suna geldikleri ülke perspektifinde, Ermeni’ye de yer yoktur, Kürd’e de, Alevi’yi de istemez, Ezidi’yi de diye devam eden bir süreklilik taşır. İyi de doksan dokuz yıldır hiç kimselerin kılınamayan, hala Türk’ün hangi kliğinin sahibi olduğuna karar verilemeyen bir menzilde adalet hiç söz konusu edilebilir mi?
Bianet’ten aktaralım: “Halkların Demokratik Partisi (HDP), Şırnak İl Örgütü’nün Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde düzenlenen protesto gösterisinde, kolluk güçlerince tehdit edildiklerini açıkladı:
“İktidardan aldığı talimatla daha önce milletvekillerimiz şahsında, halk ve meclis iradesine saldıran kolluk güçleri işi cinayet tehdidine vardırdı.”
“Polis, mermi çekirdeği fırlattı”
Partinin açıklamasında, HDP Şırnak Milletvekili Hasan Özgüneş konuşurken, polisin Özgüneş’e mermi çekirdeği fırlattığı belirtildi:
“Cizre Belediyesine kayyım atanmasının yıldönümünde milletvekillerimiz Hasan Özgüneş ve Nuran İmir’in de katıldığı basın açıklaması yapılmasında doğrudan “ölüm tehdidi” içeren son derece tehlikeli bir gelişme yaşandı. Polis ablukasında gerçekleştirilen basın açıklaması sırasında milletvekilimiz Hasan Özgüneş’e bir adet mermi çekirdeği fırlatıldı.
Kameralara yansıyan ve ekte paylaşacağımız görüntülerde mermi çekirdeğini kimin tarafından ve nasıl atıldığı net olarak görülüyor. Anayasayı, yasaları özellikle partimize ve halka karşı sistematik olarak çiğneyen AKP iktidarı ve güdümündeki silahlı yapıların tehdidinin ne anlama geldiğini kamuoyu biliyor. Bu duruma tepki gösteren milletvekilimiz Hasan Özgüneş, ‘Feriştahınız gelse bizi korkutamazsınız’ dedi.”
MA’nın haberine göre, HDP Şırnak İl Örgütü, Cizre Belediyesi’ne kayyım atamasının yıl dönümünde basın açıklaması düzenledi.
HDP Cizre ilçe binası önünde yapılan açıklamaya HDP Şırnak il ve ilçe örgütleri, HDP milletvekilleri Nuran İmir ve Hasan Özgüneş, Barış Anneleri Meclisi, Özgür Kadın Hareketi (TJA) yöneticilerinin yanı sıra çok sayıda kişi katıldı.
Açıklamada ilk olarak konuşan, görevden alınan Cizre Belediyesi Eşbaşkanı Berivan Kutlu, Cizre Belediyesi’ne daha önce de kayyım atandığını ama Cizre halkının her şeye rağmen kendi iradesinin ortaya koyarak yine HDP’li belediye eşbaşkanlarını seçtiğini söyledi.
Seçimlerden kısa bir süre sonra 29 Ekim 2019’da Cizre Belediyesi’ne tekrar kayyım atandığını hatırlatan Kutlu, “AKP iktidarı, seçimlerde kazanamadığı ve asla da kazanamayacağı belediyelere kayyım atamaları yaptı. Kayyım rejimiyle Cizre halkının iradesini almaya çalıştı” dedi.”
Duyulan ile görülen, bakılan ile fark edilen, anılan ile yaşatılan arasındaki uçurumu bir biçimde kestirmeden göstere gelen bir karşılaşmadır Cizre’de var edilen. Abluka güncesi dahilinde 2015 yılında yerle yeksan edilmiş bir kentte, temsili iradeye kayyım atanarak o iradenin yok sayıldığı bir zeminde bunun hukuksuzluk olduğunu zikreden bir vekil, kalan Halkların Demokratik Partisi üyelerine yönelik tehdit var edilir. Kürd sorununun varlığına dair kesintisiz kılınmış olagelen inkarla çıkılan düzlemde, aşk bodrumda yaşanıyor yazısı ile duvarlara zerk edilmiş nefretin, bodrum katlarında yakılarak katledilmiş insanların var edildiği Cizre’de iki satırlık itiraz hakkına yanıt yıllar sonra bir kere daha kurşun fişeğiyle çıkagelir. Demokrasi ediminden bunca kopuşun var edilebildiği bir zeminde hayatiyeti hiç addederek vekile kurşunla mesaj verip, halka gözdağını batının görmediği, fark etmek istemediği bir yıldırı halini yedi gün yirmi dört saat var ederek güncelleyen bir zeminde her nedir ki demokrasi, her ne haldedir, sahiden de insan hakları! Kurşun atarak bir şeyleri ama en çok da ölümü kutsayarak hangi gün var edilebildi, edilebilir ki sahiden de?
Diken.com.tr’den aktaralım: “Boğaziçi Film Festivali Komitesi, ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanan Özcan Alper’in ödül gecesinde Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı hakkındaki söylemlerinden ‘rahatsız’ oldu. Komite, ‘törende ödül kazananların politik göndermelerini ve sloganlarını kınadıklarını’ açıkladı.
Senarist ve yönetmen Özcan Alper, bu yıl 10’uncusu düzenlenen festivalin önceki akşamki ödül töreninde ‘Karanlık Gece’ filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.
Alper, ödülünü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların araştırılması gerektiğini söyledikten sonra iktidar tarafından hedef gösterilerek tutuklanan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf ederek şu konuşmayı yapmıştı:
“‘Hep barış olsun, asla savaş olmasın’ diyen bir kadın Şebnem Korur Fincancı, yine sadece barış dediği için maalesef bir linç kampanyasına maruz kaldı. Umarım son olur. Umarım cezaevinden bir an önce çıkar. Bu ödülü ona ithaf ediyorum.”
O sırada salonda bulunan oyuncu Burak Haktanır, Alper’e ”O kadın TSK’ya iftira attı. Kaç gündür tüm PKK sayfaları onu destekliyor‘ diyerek tepki göstermişti.
En iyi film ödülünü kazanan ‘Kar ve Ayı’nın yönetmeni Selcen Ergün de ödülü almak için sahneye çıktığında Haktanır’ın çıkışını ”Çok eril bir dil kullanıyorsunuz” diyerek eleştirmiş, Haktanır’ın Ergün’e ”Hadi oradan” demesiyle salonda gerginlik oluşmuştu.
Festival komitesinin ödül gecesine ilişkin sosyal medya hesaplarından yapılan açıklamada isim vermeden Alper’in konuşması ‘kınandı’:
“On yıl boyunca herhangi bir ayrım yapmadan, hiç kimseyi ötekileştirmeden katılımcı bir festival olmak için çalıştık. 10. Boğaziçi Film Festivali kapanış gecesi ve ödül töreninde yaşanan istenmeyen olayların ve onaylanması mümkün olmayan siyasi söylemlerin meydana getirdiği etki bir yıllık uzun bir çalışma sonucunda ortaya koyduğumuz programın, filmlerin ve ödüllerin konuşulup tartışılamamasına sebep olmuştur. Her zaman sanatçıları ve filmleri önceleyen bir festival olarak ödül törenimizde ödül kazananların politik göndermeleri ve sloganlarını kınıyor, kültür sanat hayatımızın sağlıklı bir zeminde yükselmesi temennisinde bulunuyoruz.”
Görünen, anılan ve aksettirilen arasındaki derin uçuruma bir kısa kesit daha paylaştığımız şu yukarıdaki örnek. Hiçbir biçimde gerilla güzellemesi, örgüt propagandasına yer verme, bahis açma çabası gütmeden, bir insanlık suçu var edilmişse bunun akıbeti sorgulanması elzem olandır diyen bir hekim tutsak edilmiştir. Yönetmen Özcan Alper’de bunu, iki satır meramında, barışın egemenlerin elinde hiç edilmesine karşı yıllar yılıdır mücadele veren bir insana destek linç edilmek istenir. Festivalden çok devletten nemalanma, sponsorlarla hayatını idame ettirme telaşındaki yapının da mal bulmuş mağribi gibi atlaması ve bütün onların üstüne tüy diken resmi kanal palyaçosu tiplemenin vatan savunurken saçtığı tüm o salyalarla birlikte bir kere daha gösterilen / var edilen ile anlatılan arasındaki hakikatin ta kendisi tuzla buz edilir. Ezberden mavallar okunarak, kokuşmuş bir siyaset argümanına bir biçimde bir kere daha tutunup, kırk küsur yıldır devam olunan bir yok etme haline, bir savaş haline, en son eklenmiş kimyasal silah kullanıldığına dair tespit ve tanıklıklara karşı sözü çiğneyerek, vatan kurtarılmaya çalışılır. Oysa yer yerinden çoktan oynamıştır, Cizre ya da Amed’in Sur’u gibi gidenlerin, kaybedilenlerin hiçbiri için bir telafi yoktur. Ne asker ne gerilla ne köylü, ne korucu ne o ne bu hiçbir biçimde yıkım / ölüm sarmalından bir çıkışı bıraktırmayan bu kör karanlık sarmal, daha yeni yüzyılını ilan eden ülkede hiç ama hiçbir huzurun da kalmayacağını bir kere daha bildirir. Benzeri 2015’te yaşatılan o kara, kapkaranlık günlerin paralelinde, bir örnek tekrarında hangi istikamet var edilecektir ki hazandan gayri. Sorguluyor musunuz?
Birbirilerine değen, biri bitmeden bir başkası başlayan, hepten, her dem kötülüğün daimi kılındığı bir zeminde, görünen, gösterilen, anılan ve anlatılanların kıyısında olmakta olan yegane şey hayatın müşterek savunusunun da imkansızlığa demir attırılmasıdır. Bunca açık, bir o kadar kesintisiz bir biçimde devlet ister kendi yönetim katından olsun, isterse yol verdiği kolluğundan, işaret ettiği rehin aldığı temsilcilerine, ister eli kanlı sermayedar isterse her ne iş gördüğü kendisinin dahi bilmediği garabet tiplemelerin yekten var ettiği o naralarla şekillendirdiği hallere hep bir kısır döngü sürekli yinelene gelir. Biteviye bir hal, ki hep açmazlara çıkar. Biteviye bir yol ki hep derin çukurlara yollanan. Öylesine değil hiç ama hiçbir biçimde mübalağa değil doğrudan yıkımı arzulayan. Bitimsiz bir karanlık, biteviye bir kısır döngü dahilinde ne görülen, ne anılan, ne hakikat hakkaniyetle var ediliyor artık. Uçurumun kıyısında her anı daha da zifiri, her günü çok daha yıkıcı bir yer, bir menzilde hayat ne yana düşer, düşürülür sahiden?
Misak TUNÇBOYACI - İstan'2022
Görsel: Reuters via BBC Türkçe Servisi
8 notes · View notes
hetesiya · 4 years
Text
Siyasette böyle liderler de vardı…
DOĞAN ÖZGÜDEN
Onlar zindana rağmen inançlarından asla ödün vermemiş komünist liderlerdi… Uzakta kalan bir dönemin Selahattin Demirtaş’larıydı, Figen Yüksekdağ’larıydı…
Ayasofya ruhunun Yenikapı ruhuyla hemhal olduğu şu parçalı bulutlu 15 Temmuz gününde haftalık yazım için konu aramama pek gerek kalmadan “cumhur müttefiki” ve de “millet müttefiki” partilerin başını çeken siyasetçilerle ilgili evlere şenlik haberler düşmeye başladı.
Türkiye’de islamo-faşist rejimin Ayasofya fütuhatına Danıştay 10. Dairesi'nin icazet vermesinden önce CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun nasıl çanak tuttuğunu, fütuhatın ardından da CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce ve CHP’li İstanbul belediye başkanı Ekrem İmamoğlu tarafından kilisenin camileştirilmesinin nasıl coşkuyla alkışlandığını ibretle görmüştük.
Bir kilisenin devlet zoruyla camileştirilmesi evrensel düzeyde bir cürüm olduğu halde Kılıçdaroğlu hâlâ bu cürümün özünü değil, sadece işleniş biçimini eleştirerek durumu idare etmeye çalışıyor.
Koray Düzgören’in son yazısında belirtiği gibi, “Muhafazakâr kesime sempatik görünerek partisinin oyunu arttıracağını hesap ediyor. Sağ ve muhafazakâr kesimin oyunu kazanabilmek için sağ, devletçi ve milliyetçi söylemler gerekliymiş gibi davranıyor. İktidarın dümen suyunu izlemekte bir sakınca görmüyor.”
Aslında marksist solu ve Kürt direnişini sürekli karşıya alarak sağ kesimin oyunu kazanma cambazlıkları CHP’de Kılıçdaroğlu’ndan çok çok önce, 60’lı yıllarda başlamıştı.
Dönem, Türkiye’de gelişmekte olan sosyalist ve bağımsızlıkçı direnişin önünü kesmek için ABD emperyalizminin ana akım medyayı da kullanarak Morisson taşaronu Demirel’i başbakan yaptığı dönemdi. O dönemdedir ki Demirel Müslüman Kardeşler’i devletin kilit noktalarına yerleştirmişti.
12 Mart darbesinden sonra da CHP genel sekreteri Ecevit başbakan olunca bir yandan Müslüman Kardeşler’in MSP’sini iktidar ortağı yaparak, öte yandan Kıbrıs adasının yarısını Türk Ordusu’na işgal ettirerek Türk-İslam Sentezi faşistlerinin daha da güç kazanacağı ortamı hazırlamıştı.
Onu, 12 Eylül faşist darbesinden sonra Müslüman Kardeşler’in kilit adamı Turgut Özal’ın Evren Cuntası tarafından önce askeri güdümlü hükümetin başbakan yardımcılığına getirilmesi, ardından da yıllarca başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmasına olanak sağlanması izlemişti. 
Özal sonrasında art arda kurulan Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan ve de Bülent Ecevit hükümetleri bir yandan Kürt halkının direnişine ve demokratik güçlere karşı devlet terörünü yoğunlaştırırken, diğer yandan skandal dolu uygulamalar ve yolsuzluklarla kitlelerin canına tak ettirerek Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği AKP’nin 2002’de iktidar olmasına zemin hazırlamışlardı. 
Seçimin ardından, dönemin CHP genel başkanı Deniz Baykal, “camiler kışlamız, minareler süngümüzdür” diyerek fütuhat özlemlerini daha o günlerde şiirselleştirmiş fanatik bir islamcının başbakanlık koltuğuna oturmasını sağlamıştı.
Yıllarca Avrupa Birliği’ni “siyonizmin beşinci kolu” diye niteleyerek Türkiye’nin üyelik adaylığına karşı çıkmış olan Erdoğan, ele geçirdiği iktidar koltuğunu herhangi bir askeri darbe ihtimaline karşı garantiye almak için islamcıların sinsi silahı takiyyeye başvurarak birdenbire AB dostu kesilmişti.
Öyle ki, AKP’nin sandık zaferi ve Erdoğan’ın “tek adam”lığa tırmanışı, gerek Türkiye’de, gerekse Avrupa’da demokrasi ve özgürlükten yana olan güçlerin bir bölümü tarafından da bir umut kaynağı olarak alkışlanıyordu.
O günlerde İnfo-Türk’te yayınlanan yazılarda ve Avrupa kurumlarına ilettiğimiz uyarı bildirilerinde AKP iktidarının gerçekte neyi temsil ettiğini, Türkiye’yi islamcı faşist bir rejime sürükleyebileceğini vurguladığımız zaman yıllardır birlikte mücadele verdiğimiz sol ve demokrat kişiler tarafından demokratikleşme sürecine çomak soktuğumuz suçlamalarına maruz kalmıştık.
2002 seçiminden 18 yıl sonra mal artık tüm çıplaklığı ve çirkinliğiyle ortada… 
AKP-MHP çetesinin Türk-İslam gericiliği karşısında ilkeli duran tek parti, büyük kitlesini Kürt yurttaşların oluşturduğu, hangi köken ve inançtan olursa olsun gerçek demokratların da doğrudan saflarında yer aldığı ya da oylarıyla desteklediği HDP oldu.
Dört yıl önceki 15 Temmuz çakma darbe girişiminin ardından Erdoğan’ın icad ettiği “Yenikapı Ruhu”na ram olan CHP lideri Kılıçdaroğlu ve kafadarları, bugün de “Ayasofya’nın Fethi” rezaletine önceden yeşil ışık yakmakla kalmadılar, Ayasofya’nın esasen “cami” olduğu safsatasını bizzat telaffuz eder oldular.
Hepsi Türk-İslam Sentezi camiasının fedai örgütleri niteliğinde olan diğer partiler, CHP’nin “millet müttefiki” İYİP ve SP de dahil olmak üzere Ayasofya’nın fütuhatına alkış tutmakta birbiriyle yarışmakta.
Erdoğan diktasına karşı ödünsüz muhalefet sürdüren HDP’nin liderleri, seçilmiş milletvekilleri, belediye başkanları Reis’in hakimleri tarafından zindanlara atılır, yıllarca özgürlüklerinden yoksun bırakılırken, diğer partilerin Yeni Kapı ve Ayasofya ruhuna ram olmuş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları “dostlar alışverişte görsün” türünden bir muhalefetle dokunulmazlığın sefasını sürmekte…
Meclis’te üçüncü parti olan HDP’nin iki lideri, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 2016 çakma darbe girişimi sonrası başlatılan adli terörün kurbanı olarak hâlâ zindandalar. Demirtaş’ın derhal tahliyesi yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karar dahi hiçe sayılmakta. 
Yargı erkinin en yüksek organı olan Anayasa Mahkemesi bu geriye gidişte geçen gün bir adım daha atarak bundan böyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının Türkiye’yi bağlayıcı olmadığını da ilan etti. 
Adalet mekanizmasının, bugünkü düzeyinde olmasa da, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü ayaklar altına almak için mevcut siyasal iktidarlara nasıl hizmet arzettiklerine 70 yıla yaklaşan gazetecilik yaşamımda defalarca tanık oldum.
Bittabi bunun örnekleri bizim tanıdığımız 70 yılın da gerilerine, cumhuriyetin kurulup tek parti sultası altında örgütlendiği 20'li, 30'lu yıllara kadar uzanıyor. 
1925 istiklal mahkemelerinin, her sıkıyönetim döneminde kurulan askeri mahkemelerin “astığı astık kestiği kestik” kararlarını bir kalem geçelim… Ya sıkıyönetimsiz, çok partili sivil yönetim dönemlerinde işlenen adli cürümler?
Ögrencilik yıllarından anımsadığım ilk adli cürüm… 2. Dünya Savaşı'nın ardından sözüm ona "demokrasiye geçiş" döneminde Türkiye'nin ABD emperyalizmine teslimine karşı çıktığı için Tan Gazetesi 4 Aralık 1945 tarihinde CHP'nin kışkırttığı "milliyetçi" güruh tarafından basılıp tesisleri parçalanarak susturulmuştu.
Bu alçakça saldırının kışkırtıcı ve uygulayıcılarının yakalanıp yargılanması gerekirken, zorbalıkla susturulmuş bulunan Tan Gazetesi'nin üç yöneticisi, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel ve Cami Baykut, bu vahşet olayından önce o gazetede yayınlanmış olan eleştirel yazılarında Meclis'e ve Hükümet'e hakaret ettikleri gerekçesiyle mahkemeye sevkedilmiş, CHP iktidarının emrindeki ceza mahkemesi 24 Mart 1946 tarihli oturumda üçünü de Türk Ceza Kanunu'nun 159. maddesinin 1. fıkrası uyarınca birer yıl hapse mahkum etmişti.
Sıkı durun, bu yüz kızartıcı hükmü veren mahkemenin başkanı, 15 yıl sonra Yassıada'da Yüksek Adalet Divanı'nın başkanı olarak Menderes başta olmak üzere 15 Demokrat Parti yöneticisini idama, yüzlercesini hapse mahkum edecek olan Salim Başol idi.
Yassıada duruşmalarında sanık ve avukatlarının itirazlarını "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" diye reddederek adaletin siyasal iktidara teslimiyetinin unutulmaz örneklerinden birini veren Salim Başol, iktidarda kim olursa olsun ona biat etmenin bir başka örneğini de 1948 yılında Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin 45 üyesini hapis ve sürgüne mahkum ederek vermişti.
2. Dünya Savaşı sona erdikten sonraki çok partili rejime geçiş döneminde CHP dışında siyasal partilere izin verildiği zaman kurulan ilk partilerden biri Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi idi. Ona paralel olarak sol sendikalar da kurulmaktaydı. Ne var ki, hızla ABD emperyalizminin emrine girmekte olan CHP iktidarı sol parti ve sendikaların varlığına tahammül edememiş, sıkıyönetim komutanlığına talimat vererek bu partiyi ve sendikaları kapattırıp yöneticilerini tutuklatmıştı.
Salim Başol başkanlığındaki Ağır Ceza Mahkemesi aylarca süren duruşmalardan sonra, 14 Temmuz 1948'de, parti lideri Dr. Şefik Hüsnü Deymer'i 5 yıl hapis, bir o kadar da sürgüne mahkum etmişti. Diğer 44 partili de 4 yıla varan hapis ve bir o kadar da sürgün cezalarına çarptırılmıştı. Cumhuriyet Gazetesi de bu mahkumiyet kararını “45 komünist mahkum oldu” başlığıyla duyurmuştu.
TSEKP mahkumları 1950 yılında çıkartılan genel aftan yararlanarak serbest bırakılmışlarsa da, hemen ardından, bu kez de yine ABD emperyalizminin yeni taşaronu Demokrat Parti iktidarı döneminde ünlü TKP tevkifatı başlatılınca hemen hepsi yeniden tutuklanıp askeri mahkemeye sevkedilmişlerdi.
Bu kez tutuklananların sayısı 187 idi, aralarında TKP lideri Dr. Şefik Hüsnü Deymer ile Merkez Komitesi’nin diğer üyeleri, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli de vardı. 
17 Ekim 1954’teki karar duruşmasında 118 kişi on yıl ile bir yıl arasında hapis cezasına, ayrıca üç ile bir yıl arasında sürgün cezasına çarptırılmıştı.
En ağır cezayı alanlardan Dr. Şefik Hüsnü Deymer ağır hapis süresini tamamladıktan sonra Manisa'da sürgündeyken 8 Nisan 1959'da yaşama veda edecekti.
Sınıf kavgasında yargı erkinin adaletsizliğine uğrayanların çoğunu tahliyelerinden sonra şahsen tanımak, bilgi ve deneylerinden yararlanmanın ötesinde şahsi dostluk kurmak şansına sahip oldum. Ancak sürgünde vefat eden Deymer’i ne yazık ki şahsen tanıma olanağım olmadı.
Reşat Fuat Baraner’in eşi yazar Suat Derviş 60’lı yıllarda bir süre yöneticiliğinde bulunduğum Gece Postası gazetesine çeviriler yapıyordu. Bu vesileyle Baraner’i şahsen de tanımam mümkün olmuştu. Baraner sol çevrelerde öylesine saygındı ki, 12 Ağustos 1968’de vefat ettiğinde Türkiye solunun farklı eğilimlere mensup militanları ilk kez onun cenaze töreninde bir araya gelerek kendisini sonsuzluğa uğurlamıştı. 
TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar ile, sürgün yıllarımda, Doğu Berlin’de birkaç kez buluşup uzun uzun görüşme olanağım oldu. Kendisi 1961’de yurt dışına çıktıktan sonra Yeni Çağ dergisini ve TKP’nin Sesi radyosunu kurmuş, Avrupa’daki Türkiyeli göçmen işçiler arasında örgütlenmeyi başlatmıştı. Baştımar da, ben de, 12 Mart darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından açılan TKP davasının aranan sanıklarındandık. 
1951 TKP tevkifatı sanıkları arasında bulunmamakla beraber, adaletsiz adaletin darbesini en çok yiyen komünist lider ve düşünürlerden biri hiç kuşkusuz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Daha 1925’te İstiklal Mahkemesi tarafından 10 yıl küreğe mahkum edilen Kıvılcımlı 1927 ve 1929’de iki kez daha mahkemeye sevkedildikten sonra 1938 yılında Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırılmış, 12 yıl hapis yatmıştı. 
Şahsen tanıma ve söyleşme şansına sahip olduğum Kıvılcımlı’nın Ant dergisinde çeşitli söyleşi ve yazılarını, ayrıca Ant Yayınları arasında 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi adlı kitabını yayınlamıştık.
Türkiye sol tarihini titiz bir çalışmayla belgeleyip arşivleyen Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV), son zamanlarda Şefik Hüsnü Deymer, Reşat Fuat Baraner ve Zeki Baştımar üzerine üç kitap yayınladığı gibi, Hikmet Kıvılcımlı’nın tüm eserlerini de arşivlemiş bulunuyor.
Onlar uzakta kalan bir dönemin Selahattin Demirtaş’larıydı, Figen Yüksekdağ’larıydı…
Yenikapı ve Ayasofya ruhlarına ram olan çapsız ve ilkesiz siyasal liderler ortalıkta cirit atarken ömür boyu zindan, işkence ve sürgünlere rağmen başlarını dik tutan, inançlarından ödün vermeyen bu komünist liderlerin yaşam ve düşüncelerini okumak gerekir. Yaşamdan ve kavgadan umudu kesmemek için, “Siyasette böyle liderler de varmış” diyebilmek için… 
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Hayat Yalanın Kılınırken...
Tumblr media
Doğrunun yitirildiği yerde hayat yalanların kılınır. Masallar anlatılmaya devam olunurken gündelik yaşam pratiği zehirlenirken her gün her şey biraz daha eksiltilirken yalan tutulan dayanak kılınır. Doğru kalmamıştır. Topyekun yerine ikame olunanlar ile bariz bir yanlış silsilesi demirbaş kılınır. Düzenin onu var eden kesimlerin, aklın, norm ve normatif ve ol pratiklerinin bozuk plak gibi tekrarla dönüştürüldüğü yerde hakikat çürümenin kılınandır. Hakikat dönüştürüldükçe yalandan medet yükseltildikçe beklentiyle orantılı bir biçimde o mefhum bu sathı mahallin her gününde daha belirgin kılınır. Baş amir ve tek adam idaresi ve yönetiminin bodoslama sunduğu her şeyin bunca afaki yalanlarla kesişimi yeni ülkenin halini de istikametini de belirginleştirir. Her şey bariz bir fasit döngüde yıkılmaya alenen yüz tutar. Hemen her gün yapılan doğrudan müdahalelerle beraber gündelik yaşam pratiği bozguna uğratılır. Hayat felç olunurken cürümler yalan ve tahakkümle yön bulanlar yeni, yepyeni istikametleri günceller. Her güncelleme apayrı yaralara / kesiklere çıkarken. Her teşebbüs apayrı eksiltmeleri doğururken. Her yeni ülke söylemi benzersiz, dipsiz olagelen bir kuyuyu var ederken üstelik!
Yalanların düze çıktığı, ortaya çıkan kepazeliğin üstünü örtmek için daha benzersiz daha da içinden çıkılamayacak yalanların var edilebildiği / anıldığı / bildirildiği bir zeminin ta kendisidir o çukur / kuyu. Yaşam erdeminin yerle yeksan olunduğu yerde, muktedirin tüm o iktidar pratiğini muhafaza edebilmek için savunduğu / var ettiği şeylerin yekununda bu yaralar yalanların nasıl bir istemle yıkıcılığa kavuştuğunu da bildirir. Öyle ya da böyle ve veya şöyle değil doğrudan bir beş yıllık süreci daha kendilerinin kılabilmek için hemen her türden fecaatin altına imzasını atabilecek bir iradeyi görünür kılar bu yalanlar silsilesi. Internet, sosyal medya düzenlemesi nam yapılandırmanın hemen öncesinde gazetecilere yönelik saldırganlık, gözaltı furyasının Bakur Kürdistan’ında var ettiği cerahat bu hallere bir örnektir. 16 insanın tutsak edildiği bir zeminde, suç işleri kolluğunun, “gizli tanıklara” dayanarak ne olduğu belirsiz / muğlak kılarak bir kural tanımazlık örneği sergilediği saha, yer gerçekken hakikati kim görecektir? Örgütsel doküman diye, gazetecilerin kameraları ve lensleri, bilgisayarları, yıllar öncesinde katledilmiş başka gazetecilerin resimleri ve çok eskinin arşiv gazete ciltlerinin paylaşıldığı yerde olmakta olan cürmün farkına varabilmek nasıl söz konusu olacaktır. Ol interneti maniple etme, suskunlaştırma hedefinin yasalaşma yolunda ilerlenen güncellikte asıl derdin Kürd ve öteki halkların hakkaniyetsizce haklarına karşı saldırılardan bihaber kılınması olduğu hakikatini hangi yalan örtebilir ki sahi ama sahiden? Yalanlar her yeri kuşatırken hakikatten meseli kim / nasıl her ne şekil, biçimde açacaktır?
Ruken Tuncel’in Bianet’teki haberini aktaralım: “Cumartesi Anneleri/ İnsanları adalet arayışlarının 899. haftasında 29. yıl önce gözaltında alınıp işkence yapılarak öldürülen gazeteci Ferhat Tepe için adalet istedi
Haftanın açıklamasını gazeteci Reyhan Hacıoğlu, yaptı. Konuşmasına iki önce Diyarbakır’da tutuklanan 16 gazeteciyi hatırlatarak başlayan Hacıoğlu, “Devletin medyayı itibarsızlaştırma, gazetecileri hedef gösterme ve cezalandırma geleneği artarak devam ediyor. Daha iki gün önce yine gazetecilik suç sayıldı ve 16 gazeteci tutuklandı. Basın özgürlüğü, yalnızca gazeteciler için değil, aslında halkın haber alma hakkı içindir” dedi.
"Faili meçhul olarak gömüldü"
Hacıoğlu, daha sonra 19 yaşında Özgür Gündem gazetesi Bitlis muhabirliği yapan Ferhat Tepe’nin hikayesini paylaştı: “Ferhat, 28 Temmuz 1993 tarihinde Bitlis şehir merkezinde silahlı telsizli 3 kişi tarafından kaçırıldı. Ailenin ve gazetesinin ısrarlı başvuruları karşısında devletin ilgili tüm kurumları onun gözaltına alınmadığını söyledi.
"Arayışını sürdüren ailesi ve gazetesi Ferhat'ın ağır işkence görmüş bedenine 13 gün sonra 'meçhul kişi' olarak gömüldüğü Elazığ Kimsesizler Mezarlığı’nda ulaştı.
"AİHM Türkiye mahkum etti"
"Ferhat Tepe’yi Diyarbakır Jandarma Alay Komutanlığında işkenceli sorguda gördüğünü açıklayan 14 tanık vardı ama iç hukukta yürütülen soruşturmadan hiçbir sonuç elde edilemedi.
"Bunun üzerine aile AHİM'e başvurdu. AİHM, Ferhat Tepe soruşturmasında 'şaşırtıcı eksiklikler' olduğu tespitini yaptı. AİHM, gerekli bilgi, belge ve tanıklara ulaşımı sağlamadığı ve etkin bir cezai soruşturma yapmadığı için Türkiye’yi mahkum etti.
"AYM hak ihlali kararı verdi"
"Ailenin son olarak başvurduğu Anayasa Mahkemesi ise 16 Haziran 2016 tarihli kararında Ferhat Tepe dosyasında savcılığın olayı aydınlatacak işlem yapmadığını, delillerin toplanması konusunda gerekli özenin göstermediğini, soruşturmanın sürüncemede bırakıldığını kaydederek ‘etkili soruşturma yapılmadığı’ gerekçesiyle hak ihlali kararı verdi.
“Ancak AYM zamanaşımını gerekçe göstererek dosyanın yeniden açılmasını engelledi. Kısacası AİHM’in ifadesiyle, 'etkili bir soruşturma yürütme hususunda bilinçli olarak gösterilen yargısal direnç' bugüne kadar devam etti.
"Cezasızlığa son verin"
“Ferhat’ın kaybedilişinin 29. yılında bir kez daha hatırlatıyoruz: Kamusal alanı suçtan arındırmak cezasızlık politikalarına son vermekle mümkündür. Devlet aktörlerinin keyfî ve hukuka aykırı şiddetini mahkûm etmeyen yargı sistemi kayıp yakınlarının ve toplumun adalet beklentisini karşılayamaz.
“Kaç yıl geçerse geçsin Ferhat Tepe için, tüm kayıplarımız için adalet istemekten, devletin evrensel hukuk normları içinde hareket etmek zorunda olduğunu hatırlatmaktan, 200 haftadır bize yasaklanan kayıplarımızla buluşma mekânımız Galatasaray’dan vazgeçmeyeceğiz.”
Bütünüyle yolun / yordamın nasıl eksik gedik kılındığının meselesidir bir kere daha ulu orta sergilenen. Ferhat Tepe’nin doksanların karanlığında Kürd illerinde katledilmiş ve hiçbir zaman katilleri ele verilmemiş olagelen yıkıcı / yok edici süreçte canı çalınan bir temsil olduğunu Batı Türkiye’nin yüzde kaçı haberdardır. Yalanların yekunda sadece ve sadece daha fazla / daha ağır yıkımlara zemin / olanak olarak savunulduğu sunulduğu bir yerde bunca açık / afaki tanıklığa rağmen hesap verme mekanizması neden bunca zaman dilimine / geçen onca yıla rağmen var edilememiştir. Çürüten düzlemin katliamcılığının, hayata dair, hayattan olduğu gibi haberdar edenlerin binbir türlü badireye rağmen burada şu sathı mahalli anlatmaya / sorgulamaya çalıştığı yerde Ferhat Tepe’nin kurbanlığına dair en ufak bir hesap mekanizması işleyecek midir? Etle tırnak gibi olunduğu zikredilen Kürd’ün hakkını / yaşamsal olan hakkaniyeti, yüzleşme ve adalet çağrılarını görmek için daha hangi badireler, daha hangi zamanaşımı tehditlerine rehin davaların sorgulanmasına hacet vardır. Görünen köy de mi kılavuz istiyor! Anayasa Mahkemesi ve tanıklıklar afaki kılınan bir kırıma dair ses verirken, karara imza atarken yalanlarla örselenip görülmezliğe rehin edilmiş olan kaç yıkım böyle örtbas olunacaktır, sahi ama sahiden?
BirGün Gazetesine bağlanalım: “İktidarın yaklaşan seçimler öncesinde TBMM Başkanlığı’na sunduğu yeni sansür düzenlemesine “şerh düşen” muhalefet, Anayasa’ya aykırı düzenlemenin geri çekilmesi gerektiğini bildirdi. Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) iptal kararı vermesi ihtimaline dikkat çeken muhalefet, milletvekillerinin, basın örgütlerinin ve konunun birinci derece muhatabı hukukçuların itiraz ve önerilerinin dikkate alınması gerektiğini kaydetti. Muhalefet, kanun teklifinin yaklaşan seçimler öncesinde hazırlanmış olması gerektiğini de vurguladı.
Düzenleme Saray'ın Rolünü Arttıracak
Gazetecilerin soyut gerekçelerle en az üç yıl hapiste kalmasına yol açacak, sosyal medya ağlarının erişimlerini tamamen engelleme yetkisi verecek ve basın kartları konusunda Saray’ın rolünü artıracak düzenlemeye karşı muhalefet şerhi hazırlayan CHP, “Anayasa’ya aykırılık” vurgusu yaptı. TBMM Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyelerince kaleme alınan şerhte, “Gazetecilere hapis cezası öngören düzenleme başta olmak üzere, kanun teklifi, ifade özgürlüğü sınırlarındaki alanlara müdahale içermektedir” denildi. Gazetecilerin sansür ve otosansür ile karşı karşıya kalacağını bildiren CHP Milletvekilleri, “Düşünce ve ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğüne baskı uygulanmasına meşruluk kazandırılacaktır ki bunun da her an toplumsal bir kaosu tetiklemesi kaçınılmazdır. Basın mensuplarında oto sansüre neden olacağı, bunun da kanaat oluşturulması yönünde ikame edilemez bir konuma sahip olan basının görevini yapamamasına yol açacağı nettir” ifadelerini kullandı.
Özgürlük Ortamı Yok Ediliyor
TBMM Adalet Komisyonu’nun HDP’li Milletvekilleri tarafından hazırlanan muhalefet şerhinde ise iktidarın var olan sınırlı özgürlükleri yok etmek için çaba gösterdiği ifade edildi. HDP Milletvekilleri, “Sansür ve susturma yasası” olarak tanımladıkları kanun teklifine karşı çıktı: “Konserler yasak, gösteriler yasak, toplumun yaşam tarzına müdahale var, bu hususlara itirazlara karşı bu kanun teklifi gündemde. HDP’yi kapatma, Kobani Kumpas Davasına karşı yükselen itirazları baskılamak için bu kanun gündemde. Cemaatlere ait vakıf ve derneklere aktarılan kaynakların sorgulanması ve bu konularda haber yapılmasının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Bu yönüyle bir sansür ve susturma yasasıdır. AB ve İngiltere gibi ülkelerde sosyal medya platformlarına yaklaşım geleneksel medyaya yaklaşım gibi ele alınarak devlet ve bürokrasinin mümkün olduğu kadar dışında kaldığı yöntemler kullanılmaya çabalanmış, ifade özgürlüğünü kısıtlamayacak ama kişisel güvenliği sağlayacak tedbirler alınmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de ise AKP hükümetleri ve AKP-MHP hükümetinin medyaya yaklaşımı her dönem özgürlükleri kısıtlamak üzerine olmuştur. Geleneksel medyanın önce sahiplik yapısını kendi yandaş sermayesi lehine değiştirerek ve ardından el koymalar ve kapatmalarla basının özgürlük alanını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır.”
Özgürlük, demokrasi, hürriyet konularında naralar atılırken, asıl varılmak istenen tek tip, tek ses, tek renk, tek doğrultuda yürüyen bir istikamet olduğu bir kere daha sökün eder. O düzenleme nam kanun koyucunun var edeceği yegane şeyin çok daha kalıcı bir biçimde bu sahnede sözün önünü kesmek adına olduğu yinelenir. İletişim işleri başkanlığı, bilişim teknolojileri kurumu, saray, kurmay partiler vesairenin itirazları ve bunca açıktan süreğen kılınan bodoslama propagandaya rağmen hakikatin bir yerlerden sızıyor olmasına itirazı, tahammülsüzlüğü bu yasa tasarısı ile var etmeye uğraşır muktedir. Alışılageldik olan tüm o yalanlarla, handiyse her günü apayrı yıkımlara rehin edilen bir ülkede her şeyin ama her bir şeyin yolunda gittiği sanrısı var edilir. İtirazlar ya algı operasyonudur ya dış mihraklar oyunu. Bunlar tutmazsa içimizdeki hainlerden girilip repertuvara ezan, bayrak, vatandan çıkarak oluşturulan tekillik, düşmez, inmez, bölünmezle ayrıştırılmaya def edilmeye bir hışım çalışılır. İşin özü ezcümle tahakküm tahayyül edilenin ötesine geçerken tek bir ama tek bir itiraz var edilmesin istenir. Batı’da ekonomik yıkım, düzenin var ettiği çürüme, ol Bakur Kürdistan’ında sınır ötesinde var edilen düşük yoğunluklu savaşların yansıları hiç bitmeyen bir ötekileştirme ve yeniden ekonomik bozgun faaliyetleri gibi nicesinin var ettiği yaralar konuşulmasın diye bir yasa çıka gelir. Bütünüyle gazeteciliği, basın emekçisi ya da sıradan yurttaşı namümkün kılabilmenin zemini yoklanır. İyi de hangi yalan, hangi tantana bunca çürümeyi saklayabilir ki sahiden?
Doğrunun zayi edildiği yerde yalanlar hayatı kuşatmıştır çoktan. Bütünüyle her anlamda, her yerde, her şekilde o cerahatin üstüne eklenmiş yepyeni cürümlerle yalanlara tutunarak bir yol / yön tayinine girişilir. Bir ülkenin dünü neydiyse, şimdi yeni, yeni, yepyeni denile geleninin de aynı, hep aynı olduğu kanıtlanır. Yasalar teferruat addedilirken, sorgulama hal ve istemi imkansız kılınmak isteniyor. Cerahat bir sicime dönüşürken buna da alışırsınız diye çıkageliyor bir devletli. Devletin yenisi, dününde var edilmiş katran karası hallerin hamisi / yolcusu / takipçisi olarak konu her ne olursa olsun doğrunun değil açıkça tersi / betin / eğrinin düzlemine meyil ediyor. Bütünüyle her anlamda doğru yerine ikame edilmiş yalanlarla kendini güncelliyor. Duraksanmadan icra edilen, sabitlenmeye hala ve hala devam olunan ön almalar, yönlendirmeler ve bitimsiz çürütme istemiyle birlikte bir menzildeki hayat mefhumu alt üst ediliyor. Bir sahnenin yıkımına devam deniliyor hemen her hamleyle birlikte. Bunca afaki olanın karşısında suskunluğa demirlemiş bir ülkenin / bir yurttaş profilinin hakikati iç kıyıcı değil midir?
Görsel: 2010 Sansür’e Sansür Yürüyüşünden... v/Bianet
1 note · View note
seslimeram · 5 months
Text
Umut Hiç Kalır Mı!
Tumblr media
Yapay gündemlerin arasında hakikatin yıkımına tanıklık ediyoruz. Tümüyle bir biçimde, bir cerahat sarmalının ta kendisine dönüştürülen şu yer, bu ülke nam sahnede aslında hiç konuşulmayanların var ettiği eşik her birimizin hikayesindeki o katran karanlığı sureti imliyor, boğuyor, zehirliyor. Hayatın ehemmiyeti, biricikliği terk edileli çok uzun zaman oldu, oluyor. Erk, muktedir, iktidar ve payandalarının sunduğu perspektif var ettiği ülke gamı / izlencesinin sunduğu her şey o cürmü gösteriyor kesintisiz. Her şey sizlerin sadece sizlerin faydasına diye zikredilirken dur durak nedir bilmeden imal edilen her eylemsellik ile facia istikametinin neresine düştüğümüz örnekleniyor. Yaygın medyanın bile isteye var ettiği / savunduğu / gösterdiği izleğin istikametinde tastamam bir delik deşik ülke söz konusudur. Türetilen, güncellenen, yeniden imal edilen her gösterenle bir toplumun nihai dönüşümünün yolu / izi belirgin kılınır. Yapay gündemlerin sunduklarıyla gerçekliğin en kestirmeden yıkımı sistemli bir halde sürdürülür.
Her şeyin birbirine karıştırıldığı bir zeminde onca yıkımın kıyısında olduğumuz “gerçek” kalmaya devam ediyor. Bütünüyle yalanların var edildiği, uydur kaydır bir iddialı olma hali içerisinde geleceğine koşturuyor bu ülke denilirken aslında yerinde saymaya halen devam olunduğu sorgulanmasın istenir. Tümüyle doğrudan ilerleme bahsinin kıyısındaki her cümleyle o makbul addedilmeyen kesimler için uçurumun kesintisiz gerçekliği söz konusu olur. Yolun, meramın ötesini belirsiz bir karanlığa rehin ederek güncelleme gailesi içinde sıradanın hayatının ehemmiyet gösterilmeyecek kadar kenara itildiğinin hal ve isteminde sıkılan her palavra, oluşturulan her gündem dolgusuyla o makus kederin ta kendisi talihimiz gibi pay edilir. Ortadoğu’ya hoş geldiniz!
Baş efendinin oyun kurucu olduğu bu zeminde hakkaniyetten uzaklaşıldıkça bambaşka bir cerahatin istikameti yol diye yutturulmaya çalışılır. Sıradan insanların hayatında zerre değişimi var etmeyecek ve çoğu dolgu malzemesi addedilen haberlerin ortasında aman hiç kimseler gerçekten bahis açmasın diye bir koşudur tutturulur. Memleketin azılı insanlık düşmanlarından birisinin himayesine tabi bir futbol antrenörü mafya tiplemesinin adının kullanıldığı nerede varsıl varsa açgözlü onların, futbolcularla birlikte soyulduğu bir çarkın kıyısında hakikaten ne oldu bitti sorusuna sıra getirilmez. Milyar dolarlık bir emtia değişimi, sürekli kar hırsı, aralıksız hırsızlıkla çoğaltılması beklenen yepyeni gelir oyunları gibi nice şatafatlı oyunun ortasında o bankanın genel müdürü nam mimli şahsın bilgisi olmadan bir kurgunun imal edilebileceği göz ardı edilmek istenir. Hele ki atılan adımları takip ederken kendi komisyonunu da bekleye duran burada yazsak gözaltı sebebi olabilecek o malum köşe başı efendisinin tahayyülleri doğrultusunda ucube bir memleket tahayyülünün gerçekliği mevzu olunmaz. Oldurulmaz. Onların akçeli işlerinin gümbürtü ile yaygın medyada magazinleştirilmesi bahsinde, sıradan insanların üç otuz kuruşla hayat mücadelesini nasıl verdikleri koca bir soru işareti olurken, temerrüde düşen borçlu sıradan insanların hayatı mevzu edilmez. Ne olacaklarının ön gösterimi, Arjantin, Kongo, Lübnan gibi görünürken, halen uçurumun kıyısına yollanan sıradandan bahis açılmaz. O yapaylık içerisinde hakikatin cürümlere esir edilmesinin yanında sokaktaki yangının büyüklüğünü de kimseler dert etmez. Bu mudur yeni Türkiye!
Dingo’un ahırı değil burası diye söze başlanıp dururken, bizatihi o Dingo’nun ahırından da feci bir sureti temsile evrilen yerde hakikat yapay gündemlerin arasında unutturulmaya çalışılır. Var edilen eşik, ulaşılan seviye bunun her dem böyle bilindiğini gösterirken, asıl olanın hiçbir zaman konuşulmadığı bir zeminin gerçekliği karşımızda yalındır, kesintisiz nettir. Neresinden tutarsanız orasından elinizde kalakalan bir zeminin gerçeği üçüncü sayfa haberlerinde olduğu kadar gündemin satır altlarına itilen, önemsizmiş gibi yapılan, değerlendirilen yıkıcılık halleri, vakalar arasından görünür olur. Tahakkümle iç içe geçen eylemsellik ile birlikte o mahvın eşiğine yollanmış olan sıradan insanların hakikatinden tek satır bahis açılmaz, bildirilmez. Bunlarla bu hallerin devamlılığında bir ömür törpüsü haline dönüşen ülkenin gerçekliği ortaya saçılır, umursar mıydınız?
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Hassan Sheikh Mohamud’in aracıyla çarparak ölümüne neden olduğu motokurye Yunus Emre Göçer'in eşi Öznur Göçer, polislerin hatalı tutanak tutarak olayı kapatmak istediğini belirterek "Görüntüler ortaya çıkana kadar polis bize eşimin intihar ettiğini söyledi. Eşimin motokurye arkadaşları ve kamuoyu baskı göstermeseydi belki de eşimin intihar ettiğini söyleyip olayı kapatacaklardı.” dedi.
Olayı Kapatacaklardı
Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Hassan Sheikh Mohamud’in aracıyla çarparak ölümüne neden olduğu motokurye Yunus Emre Göçer'in eşi Öznur Göçer, Cumhuriyet'ten Cengiz Karagöz'e konuştu. Öznur Göçer "Eşimin ölümüne neden olan, kaçmasına göz yuman herkesten şikâyetçiyim. O adam polisler hatalı tutanak tuttuğu için elini kolunu sallayarak kaçabildi. Yetkililer gereğinin yapılacağını söylüyor ancak ben bu söylenenlere ikna olamıyorum” diye konuştu.
Kazanın ardından yetkililer tarafından motokurye Göçer’in acemi olup olmadığının sorgulandığını söyleyen Öznur Göçer şöyle devam etti: “Görüntüler ortaya çıkana kadar polis bize eşimin intihar ettiğini söyledi. Eşimin motokurye arkadaşları ve kamuoyu baskı göstermeseydi belki de eşimin intihar ettiğini söyleyip olayı kapatacaklardı.”
"Çocuklarımla Bir Başımıza Kaldık"
Öznur Göçer, “15 yaşında lise öğrencisi kızım var. 8 yaşında da otizm hastası bir çocuğum var. Çocuğum hasta olduğu için sosyal yaşantısında dışlanıyordu. Onun rehabilite olabilmesi için eşimle birlikte dişimizi tırnağımıza takıp çabalıyorduk. Şimdi yalnız başımıza kaldık” diye konuştu.
Ne Olmuştu?
İstanbul’da 30 Kasım’da Avrasya Tüneli Aksaray çıkışında Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud’un oğlu Hassan Sheikh Mohamud’in kullandığı otomobil, motokurye Yunus Emre Göçer’e arkadan çarptı. Kazada ağır yaralanan Göçer kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Göçer’e çarpan ve kazadan sonra olay yerinden kaçan Mohamud polis tutanağında “motokurye hatalı gösterildiği” için karakoldaki ifade işlemlerinin ardından serbest bırakıldı. Konuya ilişkin hazırlanan bilirkişi raporunda Somali cumhurbaşkanının oğlu Mohamud, “asli kusurlu” bulundu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Mohamud hakkında yakalama kararı verse de şüphelinin 2 Aralık’ta yurtdışına kaçtığı ortaya çıktı.”
Yapay gündemlerin kıyısında bu kadar keskin hayatların çalınması söz konusu ediliyor, olan biten yegane şey çok daha elim hallerin gerçekliği kılınıyordu. Diplomatik unvanı olagelen bir temsilin, kameralar kayıttayken var ettiği bir cinayet günler sonra ancak ve ancak motokurye çalışanlarının takipleriyle gündem kılınabilir. Olayın failinin kollukça korunması, cinayetin alelacele örtbas edilmeye çalışılmasının utancı bir kenara terk edilsin istenir. Yunus Emre Göçer’in hayatının elinden çalınmasından sonra ortaya çıkan her bilgi kırıntısında o yaygaraya tutulan gündemin kıyısında aslında nasıl bir taarruz hali ile kuşatıldığını memleketin bir kere daha görmek söz konusudur. Kurye Hakları Derneği Başkanı Mesut Çeki’nin meramıdır: “-‘Kaza’ sonrası trafik polisleri bölgeye gitmesine rağmen, ortada bir fren izi bile yokken, Avrasya Tüneli’ni gören kamera kayıtlarına ulaşmak çok kolayken, ertesi gün kamera kaydı basında bile dolaşıma girmişken, Yunus Emre’nin arkadaşları Çağlayan’daki İstanbul Adliyesinde toplanıp yetkililere seslerini duyurmaya çalışmışken, Yunus Emre’nin hastanede can çekiştiği bilinirken nasıl olur da ‘o şahıs’ elini kolunu sallayarak ülke dışına kaçar.” Tümüyle yanıtsız konulan sorular ve hiç bitmeyecek bir adalet tecellisi için mücadele sathına dönüşen ülkeden şu yukarıdaki söz dizimi her şeyi anlatıyor, anlayabiliyor musunuz?
Bianet’te bağlanalım: “Asgari Ücret Tespit Komisyonu, yarın ilk toplantısını yapacak. (11 Aralık 2023 Pazartesi)
Geçen yıl komisyona bir işçi ile katılan ve işçileri temsilen en çok üyeye sahip sendika olarak Türk-İş, bu yıl görüşmelere dört asgari ücretli işçi ile yer alacak. Dört işçi, ay sonuna kadar sürecek toplantıların tümünde yer alacak.
Sözcü'den Erdoğan Süzer'in haberine göre masaya oturacak olan işçiler asgari ücretle yaşamanın zorluklarını; kirada oturup çocuk bakarak hayat pahalılığı karşısında ‘nasıl geçinemediklerini’ anlatacak.
Detaylar
İşçiler, Türk-İş’e bağlı sendikalar tarafından çeşitli şehirlerden ve farklı sektörlerden seçildi. Geçim derdinin masaya doğru yansıması için kirada olan, evli ve çocuklu işçiler tercih edildi. Durumları hakkında Türk-İş’e bilgi veren bir işçi ev kirasının 10 bin TL olduğunu söyledi.
İki kadın iki erkek işçi
Toplantılara katılacak erkek işçiden biri Bolu Cankurtaran mevkinde taşeron firmanın karla mücadele ekibinde, diğeri Çorum’da elektrik dağıtım firmasında taşeron olarak çalışıyor.
İki kadın işçiden biri Adana Şehir Hastanesi’nin taşeron firmasında, diğeri de İzmir’deki bir AVM’de tezgahtar olarak geçim mücadelesi veriyor.
Asgari ücretle mutfak döner mi?
Türk-İş yönetimi, toplantı öncesi Ankara’ya çağırdığı işçilerin sorunlarını dinledi ve işçilerden yaşam mücadelesini masada anlatmalarını talep etti. Toplantılarda asgari ücret alan bir ailenin mutfağı nasıl idare ettiğini de kadın işçiler anlatacak. Her toplantıda dar gelirlinin geçim mücadelesini dinleyecek olan iktidar ve işveren temsilcilerinin zam konusunda daha ‘insaflı’ karar verecekleri düşünülüyor.
Komisyon detaylar
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, en çok üyeye sahip işçi ve işveren sendikaları ile hükümet tarafından belirlenen 5’er temsilcinin yer aldığı 15 üyeden oluşuyor.
Komisyona Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın belirlediği üyelerden bir isim başkanlık ediyor. Komisyon en az 10 üye ile toplanıp, oy çokluğuyla karar veriyor.
Oyların eşitliği halinde başkanın bulunduğu tarafın çoğunluğu sağladığı kabul ediliyor. Komisyonda işçileri temsilen Türk-İş’in seçtiği isimler, işveren adına da TİSK’in seçtiği üyeler bulunuyor.”
Pazartesi günkü ilk toplantıda sonra şu haber aksettirilir. “Yaklaşık 1 saat süren toplantının ardından açıklama yapan Türk-iş Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Ağar, bugünkü toplantıda herhangi bir rakam konuşulmadığını, ikini toplantının 18 Aralık Pazartesi gerçekleştirileceğini kaydetti.
Şu an için herhangi bir ücret telaffuz etmenin sendika için doğru olmayacağına işaret eden Ağar, işverenin teklifini beklediklerini söyledi.
Ağar, şunları söyledi: "Bugün milyonlarca kişinin gözü kulağı bugünkü toplantıdaydı. Bugünkü toplantılarımızda herhangi bir ücret konusu görüşülmedi. Pazartesi saat 13.30'da tekrar bir araya gelinecek. Türk-İş olarak ücret söyleme şansımız yok ücret söylersek bağlanır kalırız. İşveren tarafından ücret gelecek ki değerlendirme yapacağız. Şu an ücret söylemenin anlamı yok."”
Yapay gündemlerin tantanasından sonra bütünüyle hakikatin, yekten görünürlüğü bir kere daha meydana seriliyor. Tümüyle yaşam ediminin hercümerç olunmasına devam deniliyor. Bir kere daha üst perdeden enflasyon yeniliyor, bozgunculara geçit yok, yaşam şartları güçleniyor, çeşitleniyor bildirilirken olmakta olan arapsaçı bir tahayyülün ta kendisi kılınıyor. Ne cepteki yaşamaya kafi geliyor. Ne zihin bunca tutarsızlığın at başı gittiği bir yerde o kadar cambazlığı kaldırıyor. Ne iktidarı / sermayesinin iter tutar yanı kalmamış argümanlarının bir karşılığı söz konusu, ne de gündelik yaşamın zehirlenmiş olmasının farkında olabilen nüfusun azlığının farkındalığı. Yersiz değil, nedensiz değil biçare bir halde yarına ulaşılmaya çalışılıyor. Olmakta olan onca gündem dolgusunun az biraz ötesindeki hakikatin cürümlere rehineliği oluyor. Bir bedene / akla / zikre / fikre karşıtlık ekseninde yürürken bu ülkenin geleceğinin bu şimdi içerisinde çalınmasından hiç mi gocunulmuyor. Bunca yıkım bir gerçekken sahiden ümide yer kalır mı, bırakılır mı? Düşünen kaldı mı?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Photography – Ora BUERKLI – Official Site
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Yarım Yamalak Hikaye!
Tumblr media
Hikayeler yarım kalıyor artık. Yaşadığımızı var saydığımız zeminde olmakta olanın afaki bir biçimde sürekliliğe kavuşturulmuş bir zehirleme olduğunun ayırtına varılmadan açıkta aleni bir biçimde hikayeler yarım bırakılıyor. Bir acı bahsini iyice, etraflıca düşünmek, bir yaranın ol sınırsız suretinden çıka geleni sorgulamak imkansız kılınıyor mamafih. Bunca umursanmayan tüm yaraların çeperi öylesine genişledi ki artık hepimizi hep birlikte yuttu. Memleketin havası, suyu, aklı zehirlendi. Sabah akşam, akşam sabah, haftanın yedi günü yirmi dört saati, memleket çürüyor. Çürümesi kesmiyor, yıkımı bitmiyor. Memleketin bir buhran havasına rehineliği söz konusuyken söz de tanıklık da anlam da meram da her şey ve hepsi birden hikayeleri yarım kılıyor. Yarıda bırakılanın hakikati ta kendisi olduğunun bahsi edilemesin diye her şey daha da karmaşık kılınıyor. Ne ki hayatın kendiliğinden suna geldiği her şey / her karşılaşma bu tespitin ötesindeki karanlığı da göstere geliyor iş bu sahnede.
Bütünüyle cürüm, cühela cüretiyle savunulan suç, hüküm ve yaftalamalar dizgisinden çıka gelen her yeni eylem / karar / yönelimle birlikte müşterek bir hikayenin yazılmasını da imkansız kılmak istiyor muktedir. Her dönemeç, her yeni gün, bildiğimiz basma kalıp olagelen ezberlerin ötesindeki vurgunu, asıl olmakta olan cerahatin güncellemelerini bir biçimde gerçek kılıyor. Sıradan insanların hayat tecrübelerinin imkansıza yakın kılınarak, her şeyin çok daha zora koşulduğu bir güncellik hasıl oluyor. Ne söze yer bırakılıyor ne tek bir itiraza zemin. Ne tek bir ses duyulsun isteniyor, ne de bütün o kakofoni içindeki yıkıma dair işaretleme / itiraz /işleme konulup kaile alınıyor. Cerahatin yeni ülkesini bariz bir devamlılığa kavuşturmak için anlatılan her masal / fasaryadan icat edilen her terennüm ve daha fazlasıyla mutlak teslimiyet vaaz olunuyor artık. Bir hikayesi geriye kalmasın ol sıradanın diye her şey günbegün var edilen taarruzlarla iç ediliyor. Ne norm bırakılıyor ne izan / intizam. Düzenin suna geldiği, herkes için bir sınava dönüştürdüğü hallerle, imtihan değil olduğumuz yere mıh gibi çakılmak her birimizin payına düşürülüyor. Hikaye mi hiç ama hiçbir bahis açılmayacak diye mühürleniyor. Gidişatın kör karanlığına rehin ediliyor.
Dilan Esen'in BirGün Gazetesindeki haberidir: "Van’ın Saray ilçesine bağlı Karahisar Mahallesi’nde Afgan göçmenleri taşıyan transporter tipi minibüse korucu ve jandarmalar tarafından önceki gün saat 16.00’da ateş açıldı. Açılan ateş sonucu 4 yaşındaki bir çocuk olay yerinde yaşamını yitirdi, 12 göçmen ise yaralandı. Olay yerinde inceleme yapan heyette yer alan İnsan Hakları Derneği (İHD)Van Şubesi Başkanı Mehmet Karataş’ın iddiasına göre çok sayıda göçmen ‘kaçmasınlar’ diye ayaklarından vuruldu.
Her yıl Van sınırından ülkeye ekonomik kriz ve savaştan kaçan çok sayıda göçmen giriyor. Kış aylarında gelen göçmenler, kentin mezralarında soğuktan donarak hayatını kaybederken yaz aylarında ise Van Gölü’nde batan teknelerde can veriyor. Bu ölümlerin bir nedeni önceki gün yaşandığı gibi kolluk.
Van Valiliği tarafından yapılan açıklamaya göre Afgan mültecileri taşıyan bir minibüse, ‘dur’ ihtarına uyulmadığı gerekçesiyle korucular ve askerler tarafından ateş açıldı. Açıklamada, ateşin aracın tekerleklerine açıldığı iddia edilirken 4 yaşındaki çocuk ‘kurşun sekmesi’ sonucu yaşamını yitirdi, 12 göçmen ise yaralandı. Araçta 40 göçmenin olduğunu öne süren Valilik, kaçan organizatör ve şoförün arandığını, ayrıca olayla ilgili adli soruşturma başlatıldığını da bildirdi.
Yaşanan olayın medyaya yansımasının ardından İHD Van Şubesi, Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD), KESK Çocuk Hakları Komisyonu, HDP Göç Komisyonu ve Serhad Göç Derneği’nden oluşan bir heyet bölgeye gitti. Olay yerini inceleyen ve tanıklarla görüşme yapan heyetin içinde yer alan İHD Van Şubesi Başkanı Mehmet Karataş, gözlemlerini BirGün’e anlattı.
Okulun Önünde
Mahallenin sınıra yakın olduğunu söyleyen Karataş, mahalle karakolunun hemen aşağısında bulunan okul kapısında kontrol noktası kurulduğunu aktardı. Karataş, görgü tanıklarının ifadelerine göre aracın şoförünün jandarma noktasından hızla geçerek köyün içine girdiğini ve jandarma ile kolluğun araca ateş açmaya başladığını ifade etti. Aracın çıkmaz sokağa girdiğini söyleyen Karataş, şunları anlattı: “Aracın sadece şoför koltuğunu bırakarak 52 göçmeni yerleştirmişler. 200 metrelik bir alanda aracın arkasından hem korucu hem de uzman çavuşlar tarafından ateş ediliyor. Araç o sırada çıkmaz sokakta ve köyün içinde. Köylüler ateş edilmeden de aracın durdurulabileceğini söylüyor. Korucular köyü tanıyor, çıkmaz sokak olduğunu bilmelerine rağmen ateş ediliyor. 200’den fazla kez ateş edilmiş.”
Ateşe Devam Etmişler
Görgü tanıklarının aktarımlarından bahseden Karataş, “Göçmenler araçtan inince de ateş edilmeye devam edilmiş. Çoğu ayağından yaralanmış, kaçmaya devam etmesinler diye. 7-8 göçmen yaralı şekilde kaçmış, sonra teslim olmuşlar. Ateş eden koruculardan birinin babası kovanları temizlemiş” dedi.
Valiliğin açıklamasında çocuğun ‘seken kurşun’ nedeniyle öldüğü belirtilirken görgü tanıklarına göre çocuğun bedeninde ‘3 kurşun yarası’ bulunuyor.
Güvenlik Tedbiri Yok
Karataş, şunları ifade etti: “Herhangi bir güvenlik tedbiri yok. Karakol komutanıyla da görüşme talebinde bulunduk heyet olarak ama görüşmek istemedi. Buna bizzat sebep olan devletin personeli ve üzeri örtülmeye çalışılıyor. Yaklaşık 10 gün önce Başkale’nin başka bir mezrasında keyfi bir şekilde jandarmanın havaya ateş etme olayı yaşanmıştı. Bu kadar eğitimsiz ve keyfi şekilde davranan jandarmanın görevlendirilmesi... Eğitimli personel olsaydı köyün içinde okulun hemen önünde bir kontrol mekanizması oluşturulmazdı. Araç köyün içerisine girdiğinde keyfi ateş edilmezdi.”
Hikayeler yarım konuluyor. Mülteci / haymatlos ya da kafa kağıtsızlar için bizatihi saha, yerin tamamına yakını bir göçerler ülkesiyken, yıkım / yok etme bir kere daha sahnelere teşrif ettiriliyor. Can çalınıyor. İzaha muhtaç bir biçimde yüzlerce mermi yakılıyor. Sınır namustur cümleleri, iyi olmuş bahisleri sosyal medyadan yankılanırken, yaygın medyanın tamamı sessiz kalıyor. Bir cinayet kolluk eliyle işleniyor, ötekisinin ötekisi olduğu için bir canın yitimi ancak bir yirmi dört saat sonunda kesinlik kazandırılıyor. Bir biçimde yurdun güvenliğinden sorumlu olduğu zikredilenler, bir misafirliği dahi çok görüyor. O insanların arasından bir bebeğin canını teferruat addediyor. Kimliği bilinmeyen bir bebeğe 3 kurşun reva görülüyor. Onunla can almanın mübalağa edilmeyecek bir vaka sayılmasına ön ayak olunuyor. Olunuyor da olunuyor. Seviyorsanız alın evinizde besleyin bahsi başlıyor bir hayli yaygara ile birlikte. Kesmiyor oh olmuşlar, iyi ki polisimiz / askerimiz varlar teker teker boca olunuyor. Nefreti, tanımadıkları, hiçbir zaman bilmedikleri belki de hiçbir an, yer ve mekanda karşılaşmayacakları bir mültecinin hayatının çalınması normal kılınıyor. Ve makus son, yirmi dört saat içinde de unutturulup gidiyor. Her şey deli sa��ması bir hız dahilinde tüketilirken, bir canın çalınması, sokaktan geçen bir minibüsün taranmasının ol hazin sureti bir an evvel unutturulmak isteniyor. Bir hikaye yarım konuluyor, bütünüyle herkesin eline kan bulaştırılıyor. Bakur Kürdistan’ının talihi olarak bellenmiş / kodlanmış olagelen keder bir kere daha sabitleniyor. Hakikat hikayenin ta kendisi kılınıyor. Hakikat, hep eksik, hep yarım, hep acı.
Artı Gerçek’ten iki haberi aktaralım: “Konya Şehir Hastanesi'nde görev yapan Dr. Ekrem Karakaya'nın öldürülmesinin ardından sosyal medyaya yansıyan bir camide çekildiği görülen video büyük tepki topladı.
Videoda vaaz veren bir cami imamının, şiddete karşı iş bırakan sağlık çalışanlarını hedef alarak "Sen vardın hastaneden boş döndün. Öldürmez misin, dövmez misin, sövmez misin" sözlerini sarf ettiği duyuluyor.
Tıp Dünyası adlı Twitter hesabı, görüntüleri, "Bir hekim arkadaşımızın mesajı üzerinden bu videoya ulaştık. Şu rezaleti paylaşın ki herkes duysun. Hekimlere karşı bu öfke neden? Camilerde toplumu kışkırtma çabalarınız neden?" notuyla paylaştı.
Görüntülerdeki imam, sesini yükselterek, "Doktor öldürüldü diye bunu devletin aleyhine, milletin aleyhine… Dün hastanelerin hiçbir tanesi görev yapamadı. Günlük tedavi gören adam var. Bu kadar fırsatçılığa da gerek yok. Bu daha fazla doktorların öldürülmesini getirir, tahriktir. Sen vardın hastaneden boş döndün. Doktor da dedi ki bugün grevdeyiz. Öldürmez misin sen, dövmez misin, sövmez misin! Buna fırsat vermeyelim, herkes akıllı olsun" sözlerini sarf ediyor.
Videonun Konya'nın Selçuklu ilçesindeki bir camide cuma vaazı sırasında kaydedildiği öne sürülüyor.
'Suç Duyurusunda Bulunacağız'
İmamın görüntüsünü yayınlayan Tabip-Sen Sağlık ve Sosyal Hizmet Çalışanları Sendikası (Tabip-Sen), suç duyurusunda bulunacağını açıkladı. Tabip-Sen, yaptığı açıklamada, "Tüm acil servisler hizmete açıkken, Cuma namazında devleti temail eden memur olarak doktoru hedef göstermek mi senin işin hadsiz? TABİP-SEN olarak bu kişi hakkında suç duyurusunda bulunacağız. Hekimlere daha fazla öldürüleceksiniz diyen hadsiz derhal görevden alınmalı” ifadelerine yer verdi.
TTB: İmamın Sözleri Katliama Çağrıdır
Türk Tabipler Birliği (TTB) de resmi Twitter hesabından, adli makamları ve Diyanet’i göreve çağırdı. TTB tarafından yapılan açıklama şöyle: “‘Doktorlar dedi ki, bugün grevdeyiz. Öldürmez misin sen? Dövmez misin, sövmez misin?’ Bir din görevlisinin ağzından çıkan bu sözler; şiddete, cinayete, hatta katliama çağrı niteliğindedir! TTB olarak hem Diyanet'i hem de adli makamları DERHAL HAREKETE GEÇMEYE çağırıyoruz.”
Ne Olmuştu?
Konya Şehir Hastanesi'nde görev yapan Dr. Ekrem Karakaya, hastanede bir hasta yakını tarafından katledilmiş, meslektaşları sağlıkta şiddeti protesto etmek için Türk Tabipleri Birliği 7- 8 Temmuz’da iş bırakma kararı almış ve çok sayıda ilde eylemler gerçekleşmişti. İstanbul'daki eylemde sağlık çalışanlarına polis biber gazı ile müdahale etmişti.
xxx
İstanbul Onur Yürüyüşü'nde kadınları ve LGBTİ+'ları taciz ettiği için ifşa edilen İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Hanifi Zengin, bugün de görevi başında katledilen doktor Ekrem Karakaya için yapılan eylemde sağlık çalışanları ve basın emekçilerine müdahale etti. DİSK Basın İş, gazetecilere yönelik şiddet ve tehditle ilgili suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı.
Görev başında katledilen doktor Ekrem Karakaya için sağlıkçılar, birçok hastanede iş bıraktı. İstanbul'da sağlıkçıların eylemine polis, biber gazıyla müdahale etti. Müdahale esnasında, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Hanifi Zengin, gazetecilerin görüntü almasına engel olmaya çalıştı. ARTI TV muhabiri Meral Danyıldız ve kameramanı Bilal Meyveci darp edildi.
Artı TV Kameramanını Tehdit Etti
Zengin, Artı TV kameramanı Bilal Meyveci'yi "Ayağına bastığımı çektin mi cekmezsen seninle görüşeceğiz" sözleriyle tehdit etti. Artı TV muhabiri Meral Danyıldız, yaşadıklarına ilişkin sosyal medyadan şu paylaşımları yaptı: "Hanifi Zengin az önce benim üzerime yürüdü. Kameramanım Bilal Meyveci'ye 'ayağına bastığımı çektin mi cekmezsen seninle görüşeceğiz' diye tehdit etti. Kurumumu tüm polislerin ortasında yüksek sesle bağırıp hedef gösterdi. Kadın olarak bir kadına vurmasina yediremedigim için. Bizi korumakla görevli kişiler bize bunları yaşatıyor. Ben bir kadın olarak kendimi yaşamın hiçbir alanında güvende hissetmiyorum. Oradaki tavrım, gazeteci değil, bir kadın olarakti. Kötü bir şey demedim. Bir tavır sergilemedim. Kadına vurmayın dedim. Sonra başıma bunlar geldi. Kameramanımı tehdit ederken. Ben artık hem bir gazeteci, hem kadın olarak kendimi alanda güvende hissetmiyorum. Birçok meslektasim da aynı duyguları paylaşıyor biliyorum."
Basın İş: Suç Duyurusunda Bulunacağız
Polisin alandaki basın mensuplarına yönelik şiddet uygulamasına tepki gösteren DİSK Basın İş, “Sağlık emekçilerinin eyleminde gazeteciler yine polis engeliyle karşı karşıya kaldı. Gazetecilerin tartaklanmasına neden olan İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürü Hanifi Zengin hakkında herhangi bir işlem yapacak mısınız? Alenen suç duyurusunda bulunuyoruz. Aynı polis müdürü Hanifi Zengin, yine sağlık emekçilerinin eyleminde Artı TV Muhabiri Meral Danyıldız ve kameraman Bilal Meyveci'yi tehdit ederek üzerine yürüdü, hedef gösterdi. Görüntüleri paylaşıyoruz, suç duyurusu dosyası kabarıyor. Ne diyorsunuz?” paylaşımında bulundu.
Hanifi Zengin hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını açıklayan DİSK Basın-İş, gazetecileri de kendilerine yönelik tehdit ve engelleme görüntülerini paylaşma çağrısı yaptı.
‘Gazeteciye Yönelik Tavırları Ortada’
Polisin gazetecilere yönelik görüntülerini sosyal medyada yayınlamaya devam eden Basın İş, “Bu videoda da Hanifi Zengin'in Artı TV Kameranı Bilal Meyveci'yi "Ayağına bastığımı çektin mi? Çekmediysen seninle görüşeceğiz" diyerek tehdit ettiği anlaşılıyor. Bu şahıs hakkında işlem başlatılması için daha ne gerekiyor? Güvenlik Şube Müdürü Hanifi Zengin'in yeni videoları gelmeye devam ediyor. Videoda çekim yapmaya çalışan bir gazeteciye yönelik tavırları ortada. Siz de görüyor musunuz?” dedi.
Onur Yürüyüşü'nde Tacizle Suçlanmıştı
Zengin, geçtiğimiz hafta İstanbul'da düzenlenen Onur Yürüyüşü'nde de kamuoyunun tepkisini çekmişti.
Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde polis göstericilerin üzerine koşarken Zengin “Hoppala” diyerek bir aktiviste gülerek sarılıyordu. Kısa bir arbedenin ardından koşarak uzaklaşan aktiviste çevik kuvvet polisi kalkanıyla vururken, bir diğeri gülüyordu.
Birçok sivil toplum kuruluşu, yaşananların taciz olduğunu belirterek yetkilileri soruşturma başlatmaya çağırmıştı.”
Dr. Ekrem Karakaya katledildikten sonra ortaya çıkan imge bu yukarıdakinin üç aşağı beş yukarı hep aynısı kılındı. Hikaye hep pas geçilirken, sağlıkta şiddeti hemen her durumda bir hiza bildirici olarak gören muktedirin / giderlerse gitsinler çıkışından daha tehlikeli ola gelen tahakküm etme pratiği bir kere daha bir can almaya dönüştürülür. Mesele hayata ait onu muhafaza eden, koruyan, büyük ihtimalle de çoğu zaman ipten geri kalan bir hekimin ve hekimliğin bu topraklarda böyle körlemesine bir karanlıkta var edilmesidir. Suçlunun ol infazı sonrası dosya da bitmiş midir? Var edilmiş olagelen ve ta1915’ten bu yana aleni bir gövde gösterisi sahnesine dönüştürülen cuma hutbelerinin arasına sıkıştırılanlar sanki az can yakmış gibi, hala inatla o yolda ilerlenmesinin müsebbipleri ne zaman hesap verecektir sahiden ne zaman? Kötülüğü göndere çekip, acil durumlar için hastanelerde hekimlerin bulunduğu bilgisi defaatle geçmesine rağmen, asmalı, kesmeli, dövmeli haller, cümlelerle bir ortak yok bulunabilir mi, kaldı ki bir orta yol kalmamışken? İmamı, polisi, sokaktaki partizanı, partizanlaşmış hekim-sen gibi örnekleriyle doğrudan yarayı değil her durumda başka şeyleri var eden / öne çeken bir yapı hangi hikayeyi tamamlayabilir ki? Ol yaralardan hangisine çözümü var edebilir ki sahi ama sahiden?
Bir girdabın içerisinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyor memleket-i sukut-u hayal! Her durumda tahakkümün, bedene / akla yönelik kırmızı çizgi icatlarının, çalan alarmları ve başka şeyleri öne sürerek daha büyük kuşatmalar var ediliyor. Bütünüyle söz kesintiye, uğraş didiş var edilen haklar gasp edilmeye devam olunuyor. Ne yol, ne yordam, ne izan, ne izahat bırakılıyor. Tümden tahakkümü ile bir devletin suna geldiği her şey afaki olana o karanlığın ta kendisine rehin ediliyor. Bir bu biliniyor. Ses eden olmasın, sorgulayan hiç kalmasın. Hizada, hep hizada bekleşip, ne gelirse onunla avunan, ne gösterilirse bununla yetinen, hep eksik, hep gedik ama şükür kartıyla oyalanan bir menzil güncelleniyor. Tüm bu yaşatılan katran karanlığının laf değil hakikatin ta kendisine dönüşümü sayesinde iş bu yerin ülke vasfının da köküne kibrit suyu dökülüyor. Hiç birimize ama hiç kimselere sabit, durağan, kendi döngüsü ve rutininde bir hayatı var etmeye ülkenin gerçekliğine hayat eksikli, hikayeler hep yarım konuluyor. Cürmün sofrasında, sesi kısılan insanların, bir biçimde katledilmiş, yok sayılmış, nefretle / hiddete teslim / rehin edilmişlerin yurdu kılındı burası. Bir yurt kaldıysa şayet, o da hikayeler gibi yarım... eksik... çürüdü.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Baron GIMENEZ – Unsplash
1 note · View note
seslimeram · 2 years
Text
Ucuzluk Meseli
Tumblr media
Ucuzluk içinde hayatın varlığı, ederi, bariz bir hiç kılınıyor. Bir tenzilat haline rehin edile gelen her gününde onlarca yaranın, yıkımın var edilebildiği bir uzamda sözün artık naçar kılınmasının yolu / yönü daimi ucuzluktan geçiriliyor. Bütün pespayelik ile bütünleşik bir istikameti bildirirken, haneden hayatını sürüp ilelebet iktidar olma gücünü / yetisini bariz bir biçimde kendisinde olduğunu zikredenler, böyle sayanlar elinde hayatın ehveni belirli bir yıkıma rehin kılınıyor. Sonu hiçbir türlü kestirilemeyen bir cerahat kuşatma, cürümler ile temellendirilen bir cehennem döngüsü yaşam olarak addediliyor. Hayatın ehven olanla bir biçimde yollarının ayrıştırıldığı şecereye rehineliği ile yaşama eyleminin ucuz kılınmış bir mesele / eyleme dönüşümü de hayata geçirilir. Fakire bir sadaka düzleminden sürülen, var edilen sözde iyileştirmeler, asrın asgari ücret zammı ve halkı enflasyona ezdirmeyip, biz ezeceğiz yollu çıkışlar arasında örülen yollar / açılan gedikler bu cüzi, bariz ucuzluk panayırı ülkeyi görünür kılar.
Emtia fiyatlarındaki oynamalar gibi, sürekli olarak sahnedeki sıradan insanların hayatta var olma hakları, varlıkları, beklentileri ile de oyunlar oynanır, grafikler çizilir. Tüm bu habis döngü çarklar dönerken her şeyden medet kesmiş, karanlığa rehin, kuru ekmeğe şükredecek, salt tapınacak, oy zamanı da uslu uslu iktidar lehine kullanacak bir denekliği imal etmek içindir. Ülkenin yenisi budur. Hayatın ederi, anlamı, meramı, kapsamı hepsi ve her bir ögesi zayi olunurken bir tek hiçlik sınırsız konulmaktadır. Dibine çekildiğimiz o karanlığın temsili sureti laf değil doğrudan cürümlerin makamıdır artık. Bütünüyle belli bir odaktan çıkagelen hamleler arasında hayatın ehven ile olan bağlarının kopartılması bir biçimde sabitlenir. Cürümler cürümleri kovalarken, yaşama gölgeler düşürülürken, hesap kitabın bini bir paraya muktedir lehine çevirilen dolaplarla yeniden imal edilirken sıradan insanların hayat hakları ellerinden çalınır. Misal haftalardır yeniden ifşa etmeye başlayan dünün sofrasının payandalarından bir mafyanın kirli ilişkiler ağı içerisinde seksten tutun, yağmaya birbiri ile ilintili olmayan ama her durumda birbirilerinin peşini kollayan siyaset ve medya ve gündelik yaşama ahvalinin kamusal olanı nasıl söğüşleyip iç ettikleri çarşaf çarşaf, o bu şu partili olmasına, şu bu o ismi zikretmeye hacet olmadan görünür kılınır. Bu hallerin yekununda adalet makamından ses çıkmazken, cılız birkaç itiraz, ne olacak şu memleketin hali kısır döngüsü yinelenirken, kartlar yeniden başka talihliler için karılır. Bir kağıt destesinde yer alan kağıt kadar yeni oyuncu oyuna dahil edilir. Bir fasit döngü yeniden başlar, iyi de nereye kadar?
Tümüyle hayatın ucuz kılınması bu magazin görünümlü ucubelik ilişkiler, çıkar ağlarına dolanmış tiplemelerin elinde yeni ülke bildiğiniz bir kısır döngünün içinde debelenip de hiçbir yere varılamayan, tek bir iyi günü bırakılmayan bir yere dönüştürülür. Yaşatan yeri yaşamla bağlarını kopartmış bir mahpushane kılmak, evi, evlikten çıkartarak dönüşsüz bir karanlık dehlize indirgemek var edilendir. Umut zayi olunurken, insanların hayatını bariz bir hiç kılarken o muktedir, şu yağmacı, o şantaj ekipleri bilmem neler adaletin kantarının da boş kefelerinin de çalındığı yer de gerçek kılınır. Örnekleriyle, lebalep vurgularıyla her durumda çıkagelen muktedirin kendine doğrularıyla o habis bakış sürekli sabitlenir, böyle bir sahada her gün yeniden çıkış noktası bu doğrultuda imal edilir. Aynı gemideyiz lafzını da düşündüğünüz vakit bütünün her nasıl bir tirat ile çıkageldiği var edilen ucuzluğun her ne beter bir tahayyüle çıkageldiği ortaya düşecektir. Şuraya sıralayacağımız birkaç örnek dahi bunu bildirmeye kafi gelecektir haddizatında. T24’ten aktaralım: “Yeni Akit Yazı İşleri Müdürü Ali Karahasanoğlu, 2 Temmuz Sivas Katliamına ilişkin yazısında, "Her 2 Temmuz’da, sol mecraların adet haline getirdikleri tekrarları dinler, muhafazakar tv kanallarında bile dillendirilen iftiraları bir daha, bir daha izleriz. Olayların başını anlatmazlar.. Kimler, niçin gösteri yapmışlardır, söylemezler.. Olayların ortasını çarpıtırlar.
Gösterilerle, Madımak otelini yakanlar arasında bir bağ olmadığı halde, ölenlerin sorumluluğunun göstericilerde olduğunu iddia ederler.. Sonunu ise, tamamen gerçeklere aykırı şekilde dizayn ederler.
Protesto hakkını kullanmak isteyen insanlardan 33 kişiyi, anayasal düzeni cebren değiştirmeye kalkışmakla suçlayıp, idama çarptırdıkları ile yetinmeyip, o gün Madımak oteli önünde olan 10 bine yakın insanın da tek tek tespit edilip, aynı cezaya çarptırılmalarını isterler.." diye yazdı.
"Oteli yakanları bulun, cezalandırın.. Ama Aziz Nesin’i protesto edenleri bırakın.." diyen Karahasanoğlu, "Anayasal hakkını kullanarak Aziz Nesin’i protesto eden masum insanları ise, “oteli yakmak”la suçladılar..
Yetinmediler, protesto hakkını kullanan masum insanları “Anayasal düzeni cebren değiştirmeye teşebbüs etmek”le suçlayıp, idam cezası verdirdiler.
Apo için idam cezası kaldırıldığında, Sivas mağdurları da, idam edilmekten kurtuldu, ama ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezaevinde kalmaya devam ediyorlar." ifadelerini kullandı.
Ucuzluk dediğimiz şeyi var eden bir muamma değil kesintisiz bir nefretin son sacayağı ol Akit nam paçavranın kaleminden irin damlayan temsilinden çıkagelir. Kör karanlığın 29 koca yıl önce, ama teşviklerle, ama halkı galeyana getirerek, ama Aziz Nesin gibi sahiden de meramı ülkenin düşünsel anlamda ilerlemesi olan bir zatı hedef hala kör hedef kılmaya çabalayarak bir katliamı savunmaktır, ucuzluk. Otuz dört canın akıbetinin mamafih boşa düşürüldüğü, adaletin ne tam anlamıyla tecelli ettiği, ne de Madımak gibi bir yapının müze yapılabildiği bir suç / pogrom / katliam için böylesine çekincesiz seslenişlerin ta kendisidir hayatı ucuzlatan. Nasıl olsa karşı mahallenin dediği insanların bu ülkeye dair en çok çaba sarf eden, akla, fikre, izana ve yeniden mücadeleyle bir yaşanabilir ülke hal ve umuduna saldırmak yeniden var edilir. Ötekisi sanılanın bu toprağın kökünden olması bir yana, hakikati eğip bükerek bir katliamı normalleştirmek de bugün utanç verici haline ek kılınır. Akit ve insanımsı temsilin suna geldiği cerahatin karşısında, bu ucuzluk ile tam anlamıyla karşılanan hayat memat mücadelesine, Arto Tunçboyacıyan’ın var ettiği iki satır cümle yeterince açık bir yanıt(ımız) olarak kayda geçsin. “Ben Sivas’da doğmadım. Sivas benimle doğdu. Ben Sivas’da insanları yakmadım insana benzeyen yaratıklar Sivas’ı yaktılar. Gürün’lü Setrak’ın küçük oğlu Arto”
Bianet’ten aktaralım: “Adana Kürkçüler E Tipi Kapalı Cezaevi'ndeki adli tutuklu Şehmuz Emen, 22 Şubat’ta sayım sırasında gardiyanlara hastane sevk için yaptığı başvurunun akıbetini sorduğu için kameralar önünde işkence gördü.
Çıplak bir şekilde hücreye konulan Emen’in darp sonucu kulağında işitme, gözüne ise görme kaybı oluştu.
Mezopotamya Haber Ajansı'ndan Hamdullah Yağız Kesen'in haberine göre, Emen'in, Adana Cumhuriyet Başsavcılığı'na yaptığı suç duyurusu sonrası gardiyanlar hakkında iki farklı soruşturma başlatıldı.
İki ayrı dava açıldı
Soruşturmanın ardından Emen, Adana Kürkçüler 1 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi'ne sevk edildi. Savcılık, gardiyanlar C. G. ve H. A. hakkında, "Zor kullanma yetkisine ilişkin sınırın aşılması" ve "Basit yaralama" suçundan iddianame hazırladı.
Adana 23'üncü Asliye Ceza Mahkemesi iddianameyi kabul ederek, gardiyan C. G. ve H. A. hakkında dava açtı. Davanın ilk duruşması 13 Ekim'de görülecek.
Savcılık ikinci soruşturmasında ise gardiyanlar Ç. Ş., H. G., H. C., R. D. ve Y. M. hakkında "İşkence yapmak" suçundan iddianame hazırladı.
Adana 10'uncu Ağır Ceza Mahkemesi de iddianameyi kabul etti ve gardiyanlar hakkında dava açtı. Davanın ilk duruşması 28 Eylül'de görülecek.
"Geç içeri ulan..."
Savcı iddianamede, Emen'in şikayeti üzerine 24 Şubat 2022'de soruşturma başladığını ifade etti ve Emen’in ifadesine yer verdi.
Emen ifadesinde, sayım esnasında yaşanan bir tartışma sonrası gardiyanların kendisini yere yatırarak odadan dışarı çıkardığı ve daha sonra darp edildiğini anlattı.
Emen, ifadesinin devamında; D-20 1’inci kat 2’nci odaya çıplak bir şekilde sadece alt iç çamaşırı ile konulduğunu, yine odada yatak olmadığını ve yerlerin gardiyanlar tarafından ıslatıldığını ve kendisine “geç içeri lan, ıslak yerde otur" denildiğini, söz konusu olay sebebiyle şikayetçi olduğunu belirtti.
İşkence kameralara yansıdı
İddianamede, kamera kayıtlarına yansıyan işkence görüntülerine dair hazırlanan bilirkişi raporuna da yer verildi. Raporda şu bilgiler yer aldı: "6 İKM’nin (infaz ve koruma memuru) kamera görüş açısına giriş yaparak geldikleri ve oda kapısının kilidini açtıkları, 4 İKM’nin oda içerisine girdiği, 1 İKM’nin kapıda beklediği, diğer 1 İKM’nin ise yan taraftaki oda kapısına gittiği ve kapı önünde beklediği tespit edilmiştir.
"Yerde sürüklediler"
"Kapıda beklemekte olan İKM-1’in panik hareketler sergilemeye başladığı ve kameraya doğru eliyle hareket yapıp, diğer İKM’leri çağırdığı anlaşılmaktadır.
"Daha sonra oda içerisine girdiği tespit edilmiştir. Odaya giriş yapan İKM’lerin müşteki Şehmuz Emen olduğu değerlendirilen hükümlü/tutuklu şahsı yüzüstü olacak şekilde yerde sürükler vaziyette odadan çıkardıkları, İKM-2’nin sağ elini kullanmak suretiyle yerde yatar vaziyetteki müştekinin yüzünün sağ tarafına tokat attığı tespit edilmiştir.
"Kafasına tekme attılar"
"İKM’nin hep birlikte müştekinin üzerine doğru eğilmelerinden dolayı müştekinin yerdeki hal ve hareketlerinin kamera görüş açısı dışında kaldığı, İKM-3’ün sağ ayağını kullanmak suretiyle müştekiye tekme attığı, İKM-3’ün yere eğilerek müştekinin kafa kısmına doğru yaklaştığı tespit edilmiştir.
"İKM-4’ün sağ ayağını kullanmak suretiyle müştekiye 2 kez tekme attığı tespit edilmiştir. Diğer İKM’lerin koşarak olay yerine geldikleri esnada ellerini havaya kaldırıp sallayarak (yapmayın dercesine) olay yerindeki İKM’lere bir şeyler söyledikleri, olay yerindeki İKM sayısının 12’ye yükseldiği tespit edilmiştir.
"İKM’lerin müştekiyi yerden kaldırdıkları ve kollarını arkadan tutup başını öne eğik vaziyette tutmak suretiyle koridorda yürüterek götürdükleri ve ağzını kapatarak götürmeye başladıkları tespit edilmiştir.
Mahpusu soyundurdular
"İKM’lerin müştekiyi demir parmaklıklı kapı önüne getirdikleri, fakat oda içerisine götürmeyip kapı önünde duracak şekilde kamera görüş açısı dışında beklettikleri, İKM5’in oda içerisine girdiği ve oda içerisindeki yatak, örtü gibi eşyaları oda dışına çıkardığı tespit edilmiştir. Müşteki şahsın kıyafetlerini oda dışında bırakarak üzerinde sadece baksır (iç çamaşırı) ve ayağında çorap olacak şekilde odaya girdiği, İKM-5’in hala oda içerisinde olduğu tespit edilmiştir.
"Müştekinin oda içerisine giriş yapması akabinde İKM-5’in içerisinde su olabileceği değerlendirilen 5 litrelik şişeyi eline aldığı ve şişe içerisindeki sıvıyı oda içerisinde yerlere döktüğü (özellikle yatağın kaldırıldığı yüksek zemine dökmektedir) tespit edilmiştir.
"Bidonla vurmaya çalışıyor"
"İKM-5’in sıvıyı yerlere döktükten bidonu hızlı bir şekilde müştekinin kafasına doğru salladığı ve bidonun kamera görüş açısı dışına çıkış-giriş yaptığı, müştekinin kamera görüş açısı dışında olmasından dolayı İKM-5’in bidonla gerçekleştirmeye çalıştığı vurma eyleminin müştekiye temas edip etmediği hususunda inceleme ve teşhis yapılamadığı tespit edilmiştir.
"İKM-5’in odadan çıkış yaptığı, müştekinin oda içerisine kaldığı, İKM’lerin kapıyı kapatıp kilitledikleri ve akabinde oda önünden ayrılıp kamera görüş açışı dışına gittikleri tespit edilmiştir. Müşteki şahsın elleriyle zemini sildiği tespit edilmiştir. İKM’lerin kamera görüş açısına giriş yaparak geldikleri ve oda kapısını açtıkları, Müşteki şahsın odadan çıkış yaptığı ve kıyafetlerini giyindiği tespit edilmiştir.”
Gardiyanlardan "para teklifi"
Emen'in ablası Perihan Güngör, "gardiyanların davadan vazgeçmeleri için kendilerine para teklif ettiğini" söyledi.
Davadan vazgeçmeyeceklerini ifade eden Güngör, işkence görüntülerini izledikleri andan itibaren aile olarak psikolojilerinin bozulduğunu söyledi. Kardeşinin duyu ve görme sorunu yaşadığını paylaşan Güngör, "Başkalarının canlarını yakmasınlar diye ben karşılarında duracağım” dedi.
Sistematik işkence
Emen'in avukatı Mehmet Nuri Toprak, işkencenin kameralara yansıdığını, müvekkilinin gözlem odasına götürülmesi gerekirken, tek hücreye götürüldüğünü, işkencenin yanı sıra çıplak arama dayatmasını da maruz kaldığını söyledi.
Müvekkilinin sadece hastaneye sevk isteyip, sevkinin akibetini sorduğu için işkence gördüğünü belirten Toprak, müvekkilinin sistematik işkenceye maruz kaldığını, şikayet üzerine gardiyanlar hakkında 2 farklı dava açıldığını anlatarak, "Müvekkilimin yaşadığı durumun adı işkencedir" diye konuştu. Toprak, müvekkil ve ailesi üzerindeki baskının son bulmasını ve yargının gerekli kararı vermesini istedi.”
Ucuzun da ucuzu denilenin hayattaki karşılıklarına bir diğer örnek bu yukarıdaki belgeli işkencedir. Adana Kürkçüler E Tipi Kapalı Cezaevi'ndeki adli tutuklu Şehmuz Emen, 22 Şubat’ta sayım sırasında gardiyanlara hastane sevk için yaptığı başvurunun akıbetini sorduğu için kameralar önünde bu işkenceyle yanıtını alır. Muktedir aklının aralıksız bir biçimde sürdüre durduğu 12 Eylül karanlığı ile yüzleşildi. İşkenceye sıfır tolerans, burası bir hukuk devletidir gibi nice argüman öne sürülürken var edilmiş olan yegane şey çok daha ağır, çok daha kalıcı, daha azap verici hallerin hayatın ortasında yeniden imalidir. Bir tecrit noktası kılınmış olan mahpushane dahilinde, kameraların, dijital gören gözlerin önünde var edilebilecek her türlü insanlık dışı muamele var edilir. Bir biçimde içerideki o Şehmuz Emen’in, dışarıda ailesinin süreğen bir biçimde baskı altına alınmasının da hali, tezahürü ile hayatın her nasıl ucuza konulduğu da gözler önüne serilir. Adalet kantarının ayarı her zamankinden de seri bir biçimde zehirlenirken, yok sayılırken bunca afaki aha da belgeli olan bir suç için ne zaman harekete geçilecektir? Devletin suç işleri bakanlığı haline dönüşen makamından ne zaman bir ses çıkacaktır? Masumiyet karinesi alt üst edilip bir de haklar elinden çalındığı vakit, üstüne bir de işkence ile çıkagelen bir devlet / yönetim katından, emir erlerinin kendilerine görev addedilmiş gibi yapageldikleri tüm o insanlık dışı muamelenin hesabını kim ne zaman verecektir, hangi zaman?
Ucuzluk içerisinde hayatın ederi / anlamı perişan ediliyor. Muktedir olgusu / algısı tümü birden yönelim / tavrı ve tahayyülü ile birlikte bir deney sahası kılınan yerde hayatın ta kendisi ucuza kapatılıyor. Vahamet her neresinden bakılırsa bakılsın süreğen bir tekrarla yeniden imal edilenlerde görünür kılınıyor. Katliamlar normalleştirilirken, cerahat sahibi erkin yol verdiği linç mangalarının eylemleri vakayı adiye kılınıyor. Bir tarafın acısının üstünde tepinirken, beri yanda olmakta olanın uçurumun / var edilmiş yaranın değil farkına varmak umursanmıyor. Magazinsel bir tavra dönüştürülmüş ses etmelerin, yasın ta kendisini bir gösteri sahasına dönüştüren aklı evvel suretlerin odağı işkence olanı dahi herhangi bir vaka saymasının yarası çıkageliyor. İçerisi dışarısından beter, dışarısı içerisi kadar ağır yıkımlara rehin ediliyor. Hayat ucuz kılınırken, var edilmiş her kötülüğün ardılı sıra çıkagelen, yeniden imal edilenlerle yolu / yordamı / endamı / anlamı da paramparça ediliyor. Geleceğinin nasıl biçimlendirilecek olduğuna dair kehanete gerek kalmadan şu an, şimdinin suna geldikleriyle o mutlak ucuzluk her şeyi yakıp, yıkıyor, yerip, yerin dibine sokuyor. Bütünüyle çarklar dönsün de her şekilde insanlık yerin dibine geçsin diye bir istikamet belirten muktedir aklıyla memleketin her günü zemheri bir karanlığa ucuza kapatılıyor. Ucuzlukta kan damlıyor, yara kanatılıyor, lebalep acı damıtılıyor. Her gün, her yanda, her şekilde....
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Artery Street – Jr KORPA v/ Unsplash
0 notes
seslimeram · 5 months
Text
Sesli Meram #438 - Yersiz Yurtsuz (11.12.2023)
Tumblr media
"Yoksunluğu lafta değil doğrudan var edilmiş bir eylem sonucu olarak suna gelir devletli. O yeni yüzyıl şablonu zikredilirken, bir asırlık gelenekselleşmiş kılınan öcü / korkutucu olagelen tüm bileşenlerin gözetiminde yoksunluk kısıtlamalarla birlikte var edilir. Sıradan insanın hayatına konulan gözün, geleceksizliği bir laf değil sonuç olarak var eden cürüm hemhal memleketin tahayyülü artık ulu ortadadır. Ekonomik yoksunluğun biçarelik dolu sahnesinde nefes alın buyrulur. Günlerdir sulandırılan, bir gün şöyle yükselecek bir gün de böyle yükseltilecek, halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz, yedirmeyeceğiz lafzının bir sakız gibi çiğnendiği o asgari ücret zammının belirsizliği içerisinde misal yoksunluk ortak paydaya dönüştürülür. İnsanların umutlarının yerle bir edildiği, buna çabalanan bir yerde o iki gıdım maaş artışının dahi çok görülmesi mesel edilmesin istenir. Zaten başlı başına en kestirmeden devletlinin kendi kendisine var ettiği yeniden değerlendirme oranı ve benzeri olagelen vergilendirme / tahsilat / yenileme vakalarındaki artışla bir başına konulup, cebine ortak olunan insanlara iki gıdım nefes alma hakkı dahi çok görülür. Her durumda yüzde otuz, kırk, elli gibi rakamlar telaffuz olunurken ele geçmeden o paranın bir biçimde hiç edilmesinin zemini çoktan kotarılır. Daha rakam telaffuzuna girişilmeden bir kere daha karavana vuracak olan sıradan insanlara umut pazarlanır. Sonuç daimi bir hal ile hüsran! Sonuç her zamanki gibi martaval okunurken, canı daha da fazla yakılacak biraz daha yoksun / yoksul kılınacak bir halk.
Genel geçer değil hayatlarımızın tam da ortasından geçen bu asgari ücret tahayyülünün her ne olacağının belirsiz bir geleceği işaret etmesinin yanında bir de sosyal / politik ola gelen tahayyüllerin yekunda müştereklerimizi eksiltmesi söz konusudur. Aleni bir halde kuşatmanın lafta değil doğrudan imalinin yamacında hayatın her ne şekilsiz hallere terki diyar edildiği meseledir. Gündelik şartların zora koşulduğu, kimsenin yarınına dair kısa, kesin bir ifadeyle umudunun kalmadığı / bırakılmadığı bir zeminde yoksunluk sadece ve sadece maddi değildir." sesli meram
podcast image credit: untitled:::olga karlovac:::street photography
2 notes · View notes
seslimeram · 5 months
Text
Yoksunluk Meseli
Tumblr media
Yoksunlaştırma bir çıkarım hali olmaktan ötede hayatlarımızın yegane ortak bileşenini bu sahnede imliyor. Muktedirin zorbalığı aşan pratiği, hayatın her gün biraz daha yoksunluk ile bütünleşik suretini var ediyor. Kimseler artık sıradan insanların derdine yanmıyor iş bu cenahta. Öylesine afaki, o kadar lalettayin bir yıkıcılık ekseni, sureti temsil ediliyor ki hiç ama hiçbir biçimde normatif ne hallere konulmuş düşünülmüyor. Bencileyin, kötülüğü ta ortasından var eden, katran karanlığına demirlemiş bir ülkede asgari müştereklerin alenen tarumar olunmasına devam olunuyor. Hiçbir yere ilerlemeyen bir ülkenin var edebileceği o katran karanlığının bir ilerleme, dönüşüm için elzem bir istikamet / ivme kazandırıcılığı üstüne sözler sarf edilirken cürüm konuşulmasın isteniyor. Tümüyle bozgunculuk, hemen her anlamda yağmacılık, her türden ama her anlamda çürümenin ortasında dımdızlak bir hale terk ediliyor sıradan insanın hayatı. Hayatlarımız çepeçevre kuşatılırken yoksunluğu da aralıksız var edilmiş olan devletli argümanlarının eyleme dönüşmesi neticesinde birer hakikat olarak karşımızda, yanı başımızda buluruz. Tümü birden en ince detayına kadar hesaplanmış olagelen o yoksunluk hallerinin refakatinde bir memleketteki yaşam halinin her nasıl çürümeye terk edildiği de ortaya çıkar.
Yoksunluğu lafta değil doğrudan var edilmiş bir eylem sonucu olarak suna gelir devletli. O yeni yüzyıl şablonu zikredilirken, bir asırlık gelenekselleşmiş kılınan öcü / korkutucu olagelen tüm bileşenlerin gözetiminde yoksunluk kısıtlamalarla birlikte var edilir. Sıradan insanın hayatına konulan gözün, geleceksizliği bir laf değil sonuç olarak var eden cürüm hemhal memleketin tahayyülü artık ulu ortadadır. Ekonomik yoksunluğun biçarelik dolu sahnesinde nefes alın buyrulur. Günlerdir sulandırılan, bir gün şöyle yükselecek bir gün de böyle yükseltilecek, halkımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz, yedirmeyeceğiz lafzının bir sakız gibi çiğnendiği o asgari ücret zammının belirsizliği içerisinde misal yoksunluk ortak paydaya dönüştürülür. İnsanların umutlarının yerle bir edildiği, buna çabalanan bir yerde o iki gıdım maaş artışının dahi çok görülmesi mesel edilmesin istenir. Zaten başlı başına en kestirmeden devletlinin kendi kendisine var ettiği yeniden değerlendirme oranı ve benzeri olagelen vergilendirme / tahsilat / yenileme vakalarındaki artışla bir başına konulup, cebine ortak olunan insanlara iki gıdım nefes alma hakkı dahi çok görülür. Her durumda yüzde otuz, kırk, elli gibi rakamlar telaffuz olunurken ele geçmeden o paranın bir biçimde hiç edilmesinin zemini çoktan kotarılır. Daha rakam telaffuzuna girişilmeden bir kere daha karavana vuracak olan sıradan insanlara umut pazarlanır. Sonuç daimi bir hal ile hüsran! Sonuç her zamanki gibi martaval okunurken, canı daha da fazla yakılacak biraz daha yoksun / yoksul kılınacak bir halk.
Genel geçer değil hayatlarımızın tam da ortasından geçen bu asgari ücret tahayyülünün her ne olacağının belirsiz bir geleceği işaret etmesinin yanında bir de sosyal / politik ola gelen tahayyüllerin yekunda müştereklerimizi eksiltmesi söz konusudur. Aleni bir halde kuşatmanın lafta değil doğrudan imalinin yamacında hayatın her ne şekilsiz hallere terki diyar edildiği meseledir. Gündelik şartların zora koşulduğu, kimsenin yarınına dair kısa, kesin bir ifadeyle umudunun kalmadığı / bırakılmadığı bir zeminde yoksunluk sadece ve sadece maddi değildir. BirGün Gazetesinden aktaralım: “AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Haliç Kongre Merkezi'nde 'Dünya İnsan Hakları Günü İnsanlığın Yüzü Programı'nda konuştu. Konuşmasının büyük kısmında yine İsrail'in Gazze'de yaptığı katliamlardan bahseden Erdoğan, kendi iktidarında Türkiye'nin insan hakları alanında ciddi aşama kaydettiğini iddia ederken yerel seçimlere yönelik mesajlar da verdi.
Konuşmasında İsrail'in Gazze'deki katliamları üzerinden Batı'ya yüklenen Erdoğan, Batı'nın üzerine medeniyet inşa ettiği 5 değerin 4'ünün Batı ile ilgisi olmadığını öne sürdü. "Batı'nın barbarlık vasfının örneklerini doğrudan yaptığı ve dolaylı olarak destek verdiği olaylarda daha sık görmeye başladık" diyen Erdoğan, Batı'daki nefret suçlarının da arttığını söyledi.
Erdoğan, Batı ülekelrinde gelişen protestoların önemine de değindi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin Gazze'de çiğnendiğini ifade eden Erdoğan, "Gazze halkının her türlü hakkı işgalci israil güçleri tarafından pervasızca yok edilmektedir. 18 bini aşkın Gazzeli kardeşimiz şehit oldu" diye konuştu.
Abd Nasıl Sahip Çıkacak?
İsrail'e verdiği destek üzerinden ABD'yi eleştiren Erdoğan, "ABD, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne nasıl sahip çıkacak?" diye sordu.
70'den fazla basın mensubunun Gazze'de öldürüldüğünü vurgulayan Erdoğan, BMGK'nin İsrail'i koruma ve kollama konseyine dönüştüğünü söyledi. BM Genel Sekreteri Guterres'in çabalarının yeterli olmadığını söyleyen Erdoğan, ABD'nin veto etmesi nedeniyle Gazze'de ateşkesin yürürlüğe konamamasından hareketle "Dünya 5'ten büyüktür" sözünü tekrarladı.
"Adil Bir Dünya Abd İle Mümkün Değil"
"Bu BMGK ile insanlığın bir yere varması mümkün değil. Adil bir dünya mümkün ama Amerika’yla değil" diyen Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
"BM'nin aciz ve işlevsiz yapısının tüm dünyada sorgulanacağına inanıyorum. Gazze'den sonra hiçbir şey 'eski tas eski hamam' zihniyetiyle devam edemez. Gazze kasapları uluslararası mahkemelerde insanlığa karşı suç teşkil eden eylemlerinin hesabını vermelidir. Bu meselenin takipçisi olacağız."
"Kimsenin Ötekileştirilmesini Kabul Etmedik"
Türkiye'nin insani değerleri öncelediğini iddia eden Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hiç kimsenin kıyafeti, etnik kökeni veya dini inancı nedeniyle ötekileştirilmesini kabul etmediklerini öne sürdü.
Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
"Türk demokrasisi dünyada örnek gösterilen bir seviyeye ulaşmıştır. Tek parti döneminde cumhurla cumhurbaşkanı arasında örülen duvarları yıkıp milli iradeye vurulan zincirleri parçaladık. Bazı süreçler vakit alsa da her meseleyi hallediyoruz."
Yerel Seçim Mesajı
Yerel seçimlere ilişkin de mesaj veren Erdoğan, "31 Mart için 'Yeniden İstanbul', 'Yeniden Ankara' diyoruz yola devam ediyoruz" diye konuştu.”
Yoksunluk kavramının kesintisiz erkan-ı muktedir elinde nasıl yeniden biçimlendirildiği meselesini görebilmek için tek örnek yeterlidir. Dümdüz bir yasak savma hikayesi olarak o ağza sakız edilmiş olagelen tek parti rejiminin tüm hatları, eylediği haltları yeniden ve yine yeniden üstlenirken bir cerahat erki insanlık mefhumuna dair nutuk çekebilmektedir. İnsan Hakları Gününde, yozluğun, zorbalığı, kesintisiz bir kuşatma pratiğinin ortasındaki menzilde olmakta olanı görünmez addetmek zaten baş efendinin en büyük hobilerinden birisini oluşturur. Bir tahakküm bataklığı haline gelmiş modern zamanlarda yönetimi var eden katmanların kendi sınırlarının içinde her türlü zorbalığı yapıp dışarıya akıl satmalarının şeceresini bir kere daha yeniden bina eder baş efendi. Kurgu değil hakikatte o çemkirip duruyor görünen malum İsrail devletiyle ticaretin halen devam olunduğu silah parçalarından, askeri giyim malzemesine, gıdadan tekstile her şeyin gemi gemi yollandığı bir zeminde, Gazze sınırlarında / Batı Şeria’da ve tüm sahada var edilen yıkımın önemine vakıf olunmadığı açıktır. Yoksunluk bunları kapsar, yoksul kılınanın, hayatına gölgelerin eksiksiz düşürülmüş insanların karşısına hamasi nutukları çıkartırken kendi bildiğini eylemeye devamlılıkla sanki her şeyi mükemmel bir ülkede yaşıyormuşuz savına tutunulur. Böyle bildirilir, oysa kepazelikler içinde kalakalmış bir yerdeyizdir. Halimiz her anlamda perişan.
BirGün Gazetesinden aktaramaya devam edelim: “Bugün Dünya İnsan Hakları günü. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün üzerinden 75 yıl geçti. Ancak ülkede temel hak ve özgürlükleri budayan AKP’nin insan hakları sicili utanç verici. ‘Dünya İnsan Hakları Günü İnsanlığın Yüzü Programı’nda konuşan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, ayrımcılık olmadığını ve ‘Türkiye demokrasisinin örnek gösterildiğini’ öne sürdü.
Erdoğan’ın bu iddialarının yanında gerçek başka. Ülke bugün baskı sansür, hak ihlali ve adaletsizliğin gölgesinde.
Ülkedeki hak ihlalleri şöyle:
• 6 Şubat depremlerinde 50 binden fazla kişi hayatını kaybetti.
• “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ve “hükümeti aşağılama” suçlamasıyla 2022’de 16 bin 753 kişi hâkim karşısına çıktı. 1872 kişi tutuklandı.
• Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yapılan bireysel başvuru sayısı 2023’ün ilk 9 ayında 80 bin 218.
• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 2022’deki başvuruların oranı yüzde 26,9.
• Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararları hâlâ uygulanmadı.
• Can Atalay’ın tutukluluğuna ilişkin AYM kararı uygulanmadı.
• Dezenformasyon Yasası hâlâ yürürlükte.
• İktidarı, Erdoğan’ı ve ailesini konu alan 1770 habere erişim engellendi.
• Freedom House’un raporuna göre Türkiye 32 puanla “özgür olmayan ülke” oldu.
• Düşünceyi ifade nedeniyle 6’sı çocuk 86 kişi tutuklandı.
• Umut Vakfı’nın verilerine göre 2022’de 3 bin 984 silahlı şiddet olayında 2 bin 278 kişi öldürüldü.
Öte yandan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun raporuna göre 31’i çocuk en az 3 bin 301 kişinin yaşam hakkı ihlal edildi.
İzmir Barosu’ndan yapılan açıklamada ise insan haklarının enkaz altında kaldığına aktarıldı. Açıklamada konuşan Avukat Ayşe Kaymak şunları söyledi: "Depremde yardım eşit dağıtılmadı. Mülteci depremzedelere yardım edilmeyeceğine dair talimatlarla ayrımcılık yasağı ihlal edildi."
Yoksunluk hallerinin her nasıl bile isteye, muktedir eliyle örneklendiğini yeniden imal edile geldiğini gösteren bir utanç tablosudur şu yukarıdaki. Yukarıdaki listeye sebepsiz bir biçimde uzun tutukluluğa maruz bırakılan Gültan Kışanak eklenebilir. Hakkındaki iddialar için tek bir elle tutulur kanıt bulunamayan eski HDP eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş eklenebilir. Yüksekdağ, Tuncel gibi yüzlerce siyasetçi eklenebilir. Hastalıkları yaşam / ölüm çizgisinin arasını muğlak kılmış, buna rağmen tutsak edilmelerine devam olunan binlerce insandan bahis açılabilir. Gün aşırı var edilen ötekileştirmenin Filistin’de cereyan eden olayları öne sürüp sunulagelen Yahudi nefreti eklenebilir. Sokağa taşa duran ve ne hikmetse asırdır çözülememiş Noel ile Yılbaşını birbirinden ayıramayan bir zevatın elinde hedef kılınan Hristiyan azınlıkların durumu eklenebilir. Ötesi berisi uzunu kısacası yok her şekilde kendisinden saymadığı kim varsa buna karşı bir nefreti / hiddeti / lincin ta kendisini sürekli imal eden, bununla gününü geçirip, bir geleceği şimdiden hiç etmeye ant içen bir yerde yoksunluk laf değildir. Müştereğimiz kılınan bir tahayyül olarak her çaba sonrası karşımızda yükseltilen bir cerahat meselidir. Bu kadar...
Yönelimini, güncesini zordan / betten yana kuran bir yerde hayatın biricikliğinden hemen hiç bahis açılamıyor artık. Muktedir olagelen yönetimin sunduğu her şey bütünüyle aleni bir halde eksiltmeyi / yoksun kılmayı süreğen hale getiriyor. Yolun, yordamın, anlamla bir ve beraberce bir ülkedeki hayat gailesinin hem ekonomik hem sosyopolitik hem de güncel / gündelik sınırlarının yerle bir edilmesine devam olunuyor. Yirmi bir yıllık bir iktidar pratiğinin enikonu var ettiği şeyin artık adı dahi doğru düzgün bildirilemiyor. Ol özgürlükler ülkesinde tiratlar, söylevler çekilip durulurken bağnazlığa esir edilmiş, suspus kılınmış olan geniş kitlelere bunlara da alışırsınız denilerek bir kere daha teslimiyetçilik vaaz ediliyor. Tümden nobran, afaki bir biçimde yıldırı / kör şiddet / hayat memat halini alaşağı eden bir bakışımla sanki her şey normalmiş gibi davranılması isteniyor. Yaralarla, berelerle, bir dolu yük edilmiş olagelen elem ve kederle birlikte bir yaşam tahayyülü açık bir biçimde mahvediliyor. Yoksun, eksik, yarım yamalak hale terk edilmiş olanın içinden de bir hikaye kalmasın diye her gün yeniden var ediliyor o yoksunluk. Gelişim, ilerleme ve yenilenme denilirken cerahatin kollarında geçmişinin karanlığından zerre ayrışmamış olagelen yerde bir hayat tecrübe ettiriliyor. Adına hayat denilebilirse şayet. İtiraz edilmesi bir yana sessizliği bir kenara terk etmedikçe, sorgulanmadıkça, hak aranmadıkça daha da güçlü bir biçimde var edilecek bir cehennemî tahayyüle esaret devam olunuyor. İyi midir böyle... sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Ruminations By Robert Rauschenberg – Asheville Art Museum
2 notes · View notes
seslimeram · 8 days
Text
Ezberler İçinde Yıkımı Var Eden Ülke
Tumblr media
Duraksamayan, bitimsiz, hiç tekinsiz bir ezber şablonunun içerisinde debelenip duruyor iş bu memleket. Zatı alileri, baş efendinin seçim hezimetini, kendi bekası adına yönlendirip, yeniden tanımlayarak oluşturduğu haleti ruhiye sırasında, ezberlerle bir kere daha hayatın akışı tersine işleniyor. Ya tahakküm resmen savunuluyor. Ya bitimsiz bir cerahat. Ya belli başlı bir tahakküm nesnelleştiriliyor. Yahut da inkarın biri bitmeden bir başkası var edilip, yollar çiziliyor. Duraksamadan, bitmeyecek bir kısır döngü içerisinde giderek eleştirdiği o tek adam rejiminin ta kendisine dönüşen bir sureti temsille hayat her anlamda ‘çepeçevre’ kuşatılıyor. Tek adam rejiminin en güncellenebilir sürümü içerisinde mahzun / mağdurun ta kendisi olduğunu bildiren bir temsil bugün en karanlık suretleriyle birlikte bir ülkenin yönelimini belirginleştiriyor. Her şey ezber edilmiş şablonların arasında hem nalına hem de mıhına bir tezahürle birlikte biteviye bir yıkıma çıkartılır. Yeni ülke tiradının ardılı ola gelen her şey bu tahayyülün izleri üstünde bina edilir.
Tekdüze, tekil bir uzamdan biçimlendirilen akla seza her ne varsa bununla yolunu alenen kesiştiren bir aklın tezahürü olarak var ettikleri açmazları, her açmaz dipsiz karanlıktaki bir eşiği göstere gelir. Hayatın ehven olandan men edilmesinin neticesinde çıkagelmiş ol her hamleyle birlikte bu cürüm hemhal ülke de gerçekliğini pekiştirir. Didaktik, kendisini mütemadiyen tekrarlayan bir fasit döngü içerisinde bu hazin sularda yürüyen ülkenin hali, gerçekliği karşımızdadır ne eksik, ne fazla. Yalnız ve doğrudan müdahalelerle birlikte bir istikametteki hayat akışına karşıtlık, olağanı, normali zayi etmek kesintisiz kılınır. Yerel seçimleri mütemadiyen genel seçimlerle karıştıran, bunu da bir savaş sahnesindeki en son hamlenin ta kendisiymiş gibi pazarlayan muktedirin o hezimeti sindirmesinin yolu daimi bir biçimde ezberlerine tutunarak, sürekli nefreti, daimi ayrımcılığı, arasız ve fasılasız bir halde kötülüğü eyleyerek, arka çıkarak, yol vererek mümkün olur. Yenginin arkasından ol çıkagelen ilk meclis grup toplantısında baş efendinin var ettiği sözler zaten belirgin olana dair bir izahattir.
Evrensel Gazetesine bağlanalım: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yerel seçim yenilgisinden sonraki ilk grup toplantısında, AKP’nin oy kayıplarını katılımın düşmesine bağladı. Parti içindeki itirazları eleştiren ve değişime gideceklerini savunan Erdoğan, geçim derdi ve işsizlik konularına ise değinmeyip sadece “Enflasyonla mücadeleye devam” demekle yetindi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yerel seçimlerin ardından AKP’nin ilk grup toplantısında konuştu. Seçim sonuçlarına ilişkin partisine moral vermeye çalışan Erdoğan, parti genel merkezinden köy temsilcilerine kadar herkese sırayla teşekkür etti. Erdoğan partisinin oy kaybını kabul etse de Cumhur İttifakının yüzde 40.5 oy oranıyla seçimlerde üstünlükle çıktığını savundu. Seçimlere katılımdaki düşüşe dikkat çeken Erdoğan, “Katılım oranının düşüklüğü partimizin oylarını da etkilemiştir” dedi.
"Partiye Ayar Verdirmeyiz"
Seçim sonucunu AKP’den öz eleştiri talebi olarak değerlendiren Erdoğan, “Kendi bünyemizde gerekli değişimi gerçekleştireceğiz” dedi. Öte yandan parti yöneticileri arasında yükselen eleştirilere de seslenen Erdoğan, “AK Parti’yi eleştiri ya da öz eleştiri maskesi altında hırpalamaya kalkışanlara da asla müsaade etmeyiz. AKP’ye ayar vermeye çalışanlara kesinlikle rıza göstermeyiz. Buradan muhalefete de ekmek çıkmaz. AKP üzerinden kendilerine şahsi ikbal devşirmek isteyenlere ekmek çıkmaz” dedi.
"81 İlde Tek İktidar Var"
Bu yerel seçimde de muhalefetin yeni belediyeler kazanmasına ilişkin ise Erdoğan, “Bunun bir yerel seçim olduğunu unutup şımaranlar pervasızlaşanlar hatta farklı heveslere kapılanlar olduğunu görüyoruz. 81 ilimizde tek bir iktidar var o da Cumhurbaşkanı ve kabinesidir. Şunu herkes görsün ve bilsin, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez” diye konuştu.
İsrail’le Ticaret Eleştirilerine Savunma
İsrail’le ticarete yönelik eleştirilerin karşılık bulduğunu kabul eden Erdoğan, bu eleştirileri “alçakça iftiralar” diye suçladı. Erdoğan, “Hiç kimse ne şahsımın ne bu kadronun Filistin hassasiyetini sorgulayacak kalibrede, kapasitede değildir” diyerek kendisini savundu. İsrail’i “Bunlar Hitler’i çoktan geçti” diye eleştirdi. Erdoğan devamında "Haftasonu Filistin davasının lideri misafirim olacak. Beraber pek çok şeyleri dertleşeceğiz konuşacağız." dedi.
Şimşek Programına Devam
Erdoğan’ın halkın geçim derdiyle ilgili sorun ve taleplerine konuşmasında değinmemesi dikkat çekti. Ekonomiye ilişkin sadece önümüzde seçimsiz döneme ilişkin çizdiği rotaya kısaca değinen Erdoğan, “Şunu herkes görsün ve bilsin, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez. Artık seçimin de olmadığı önümüzdeki dört yıl içinde enflasyonla mücadelemizi inşallah zaferle sonuçlandıracağız. Geçmişte yaptık, yine yapacağız” dedi. Erdoğan seçim sonrası yürütecekleri politikada yine “terörle mücadele” vurgusu yaptı.”
Dön baba dönelim. Birbirini bir türlü tutmayan bir demeçler silsilesi. 1 Nisan sabaha karşı söylenenlerle daha yeni meclis grup toplantısında ortaya çıkan farklılık başlı başına her nasıl bir cendereye tutulduğunu ülkenin bildirir. Duraksamadan mütemadiyen ezberlerle birlikte var edilen nobran / ketum değil çalçene kesintisiz bir itham ve yaftalama sürekliliği ile birlikte bir seçim tahayyülü kenara terk edilir. Yerel seçimin, genel seçimler gibi bir savaşa bizatihi kendi eliyle dönüştürüldüğünü bilmesine rağmen baş efendi hiçbir türlü memleket idaresi için gerekli düzenlemelerden yana bahis açmaz. Bütünüyle sıkıntılar içerisinde hayatta / ayakta kalmaya çalışan asgari ücretliden / emekliye kimseler için bir doğru düzgün iyileştirmeden bahis açmaz. Salt ekonomik parametreleri yandaşlar için kıyak / cukka / indirmeden ibaret olan bir menzildeki yağmacılığa bir dur demez hiç ama hiçbir zaman diyemez. Büyükşehir belediyelerinden belde belediyelerine kadar hemen hepsinde borç hanelerinin en az birkaç yüz milyon liradan, birkaç milyar liraya kadar uzanabildiği bir sarmalın içerisinde ezberlerle maval okuyarak hangi günü kurtulur. Seçim hezimeti bir yana onu dahi sürekli istismar edip, genel seçimlerde kim ne olacak herkes görecek yollu aba altından sopa sallamalara devam olunurken, katılımın düşüklüğü dert bildirilirken yarının ehven değil fenalıklara gebe olduğunu / bırakıldığını kim her nasıl fark edecektir. Şimdi ağzımızın tadını bozmayalım yollu göndermeler var edilirken bizatihi ortamı değiştirmeye yönelik, militarist, faşist, ayrımcı ve nefretten yön bulanlara zemin sağlanırken sahiden yolu nereye çıkar bu ülkenin? Soran edeni olur mu acaba?
Genel geçer değil, insana dair umudun var edilebildiği her eşikte kendini tekrar eden bir soluksuz yok etme isteminin olduğu zeminde hayata tek bir an olsun yeni ufuklar çizilebilir mi? Baş efendi kadar, apaçık bir biçimde memleketin başına gelebilecek en büyük zül temsillerden faşist efendinin ayarları hep bozulan memlekete dair önermeleri, o önermelerdeki saçmalıklar boyutunu ne yapacağız misal? Memleket yönetim katının tüm o curcuna hallerinin kıyısında gündelik yaşama vurulan ketleri nasıl / ne zaman konuşacak bu ülke misal? Gelişigüzel atfedilmiş / serpiştirilmiş olagelen ezberlerden biraz öteye geçildiğinde yansıyan çürümenin, vizörün kıyısında kalakalan insanların ol hayat haklarının akıbeti her nice olacaktır, sahi ama sahiden de?
Şirnex’te seçim günü gasp edilmiş iradeye karşı sesini yükselten ve günlerce konuşulan ol “konuş sen nerelisin” sözünün sahibi Süleyman Salğucak için misal soruşturma açılmasının utancı ne yana düşer? Hakkaniyetsizce bir kentin idaresinde dahi son sözü, en son sözü söylemesi gereken yurttaşların gözlerine baka baka ama hile hurda, ama kolluk kuvvetlerini kullanarak, zoraki belki de oy verdirerek bir seçimi heder etmenin, kenti bir kez daha gasp etmenin hesabı bu ileri demokrasi ülkesinde ne yana düşer sahiden de? Bir biçimde onca hedef almaya, şiddete, ötekileştirmeye rağmen ayaklarının üstünde durmayı başarıp, Wan, Amed, Merdin, Colemerg gibi pek çok yerde seçilmiş Dem Parti (Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi) iradesi ne olacaktır misal? Tümüyle nobran bir pratikle, yine aynı ezberci kin kusan / ayrıştıran / haddizatında Merdin ve Amed / Sur Belediyeleri için soruşturmalara gark olunan bir zeminde, seçmenin mesajı, iradesinin sunduklarına yanıt yine zorbalık mı olacaktır, nedir, nicedir?
Duraksamayan, bitimsiz, hiç tekinsiz bir ezber şablonunun içerisinde debelenip duruyor iş bu memleket. Tüketilenin hayat olduğu akla düşürülmeden bir heyula içerisinde yedi gün, yirmi dört saat duraksamaksızın bir cerahat var ediliyor. Denetim, gözetim ve tahakkümü her yere taşıyan, her günün asal demirbaşı ilan eden bir iktidar pratiğinin aldığı hemen her yengi sonrasında olduğu gibi önce naralar, sonra eylemlerle birlikte bir cerahat ekseni var ediliyor. Modern zamanların yıkıcı iktidar pratiklerine misal Zeybekçi efendi’nin bahsettiği gibi “Yani eyvallah, İsrail'in yaptığı katliamı kınıyoruz ama diğer taraftan da İsrail 6 satıp 1 aldığımız bir ülke. O anlamda, daha hassas olmamız gerektiğine inanıyorum.” Yıkıcı iktidar pratiğinin salt / sırf / sadece emtia üstünden güncellendiği, ol para için ne taklalar atıla geldiği, dahası da kırım / cinayet / terör konusunda sayılı azılı devletlerden birisine özenilip, imrenirken bir yandan ithama devam bir yandan da ticari faaliyetlere olanak için zemin yoklanan bir yerde her türlü ezberle günler geçirilir. Hamaset, ayrımcılık, nefret üçlemesini sınır içinde satmaya devam ederken, sınır dışında var edilen açmazları ticari fırsatlara dönüştürme gailesinden de çekinmeyin, gocunmayın o ayrı bu ayrı diye çıkagelen bir zihni tezahürün kimselere faydası dokunur mu? Doğrudan ve yalın ezber edilmiş replikler, siyasal demagoji / ajitasyonlarla birlikte ucuza kapatılmış bir ülkenin her anında apayrı fecaatler var ediliyor. Bir hikaye ki otuz iki kısım tekmili birden yepyeni yaralara mahal veriyor. Demokrasi, adalet, hürriyet, eşitlik vesair ol müştereklerimizin köküne dökülmek istenen kibrit suyu, 2028’e kadar var edilebilecek bir deneyimi vaaz ediyor. Tümüyle, doğrudan, bariz bir çürümeyi. Dipsiz, eksiksiz bir yok edişi. Süreğen, aralıksız bir muhtaç kılmayı. Bunlarla mı yeni ülke, bu bahisler miydi, onca öykünülen...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Selma GÜRBÜZ – The Night, El Yapımı Kağıt Üzerine Guaj 2005 – ArtDog
1 note · View note
seslimeram · 1 year
Text
Zona
Tumblr media
“Kamp bir cehennemdir; oysa ben cehennem denilen şeyin bizzat kendimiz olduğunu düşünüyorum.” Zona, Sergey Dovlatov. Çeviri: Eyüp Karakuş:::Jaguar Yayınları
Alışılageldik olanın ötesinde sanki daha önce tecrübe ettirilmemiş gibi aksettirilen bir yıkım mefhumu ile sınanmaya devam ediliyor bir ülke. Duraksamadan, aralıksız olarak yinelenen şablonlarla bir menzildeki yaşam hakkının dönüştürülmesi kesintisiz bir mesel kılınıyor. Cerahat her yerdeyken hayat kendi olağan akışındaymış gibi aksettiriliyor. Bir biçimde bütünüyle iletişim başkanlığı nam yapının suna geldiği her şey bu cürüm eksen, hemhal halin üstünü örtebilmek adına icat edilenleri barındırıyor hala. Sanılanın ötesinde bir hızla her gün apar topar tarumar ediliyor. Müştereklerimizin zehirlendiği demokrasi mefhumunun bir açmaza bütünleşik kılındığı, vahametin ve vahim olanın yolunun yenilik yenilenme diye açıldığı / var edildiği bir düzlemde yara her günü kuşatıyor. Cerahat tüm o hayat imgesini dar ediyor. Yıkım mefhumu yeniden bina edilirken, kurgu değil sahiden bir mesel değil gerçeklik içinde her yanda bir cerahat var edilir. Bina edilen her edim her bir hamleyle bu ceberut devlet pratiğinin de yolu / yönü bütünleştirilir.
İki hafta kalakalmış bir seçim güncesi içerisinde, yirmi bir yıllık bir cerahatle bütünüyle o Sergey Dovlatov’un, Zona (Bölge // Kamp) yazınındaki gibi bir cehennem tezahürünün en olmadık / en umulmadık hallerinden mülhem bir projeksiyonu var edilir. Gel gelelim şu menzilin, bir memleket olma ihtimalinin de nasıl heder edildiğinin nişanesi o yüz yıllık serüvenin ortasından çıkagelen, bitimsiz, dipsiz bir mahvetme retoriğini de ihtiva eder. O yazının içerisinde, kurgu diye Dovlatov’un paylaştıklarının paralelindeki bir kırım, zulüm ve kırılganlık ikliminin ortasında “cehennemin” her nasıl ırak / öte değil içimizde tam da hayatlarımızın ortasında bina edildiğinin meseli karşımıza çıkar. Tümüyle bariz / devamlı bir dönüşüm hali içerisinde yerle bir edilen, tahakküme rehin edilmiş ve hiç aralıksız bir hal ve istikamette yoğun bir tehdidin, denetim ve gözetimin bağrında zona zaten ülkenin her yeridir, her yer zonadır. Kurgunun hakikate evrildiği, cisimleşerek kalıcılaştırılan bir tahakküm döngüsünde, hayatın mahvına çaba sarf edilmeye devam olunur. Tümüyle ayrı odaklardan imal edilmiş, seçim zamanı akla düşen demokratik, eşit, adil ülke, insan hakkı ve hukukunun standartları, verili haklar, doğrudan herkes için bir anayasa vesair tahayyül ve temayüllerin, kısacası müşterek kılınanın linç olunduğu bir zeminde kime nerede, her ne şekilde hayat kalmıştır, bırakılmıştır.
Mezopotamya Ajansı’ndan aktaralım: “Depremde yaşamını yitirenlerin anısına katılan KESK Eş Genel Başkanı Şükran Kablan Yeşil, yarın 1 Mayıs'ta alanlarda, 14 Mayıs'ta ise sandıklarda iktidardan hesap soracaklarını söyledi.
Mereş merkezli depremlerde en çok yıkımın yaşandığı Hatay'da Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu (DİSK), Türk Diş Hekimleri Birliği (TDB), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Türk Tabipler Birliği (TTB) ve Hatay Barosu, yaşamını yitirenleri kentte andı. KESK Eş Genel Başkanı Şükran Kablan Yeşil, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Canan Yüce, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) Hatay milletvekili adayı Kerem Nalbant, siyasi parti üyelerinin de katıldığı Antakya ilçesi eski belediye meclis binası önünde yapılan açıklama öncesi yürüyüş düzenlendi. "Hatay'ı yeniden kuracağız", "Unutma yok, affetmek yok, helalleşmek yok" sloganlarının atıldığı yürüyüş Asi Nehri kenarında son buldu.
'Unutmak Yok, Affetmek Yok'
Burada depremde yaşamını yitirenler anıldı. Anmada konuşan KESK Eş Genel Başkanı Şükran Kablan Yeşil, onlarca yıldır bu ülkeyi yönetenlerin kamusal hizmeti tasfiye ettiğini söyledi. Kamusal hizmetlerin özel şirketlere, sermayeye peşkeş çekildiğini ifade eden Yeşil, ihlallerle yandaşların, 5'li çetelerin kasalarını doldurduğunu ifade etti. Depremde 100 yıllık yardım kuruluşlarının çadır sattığını, yiyecekleri depoladığını hatırlatan Yeşil, "Unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok diye haykırıyoruz" diye konuştu.
'14 Mayıs’ta Hesabını Soracağız'
Yarın kutlanacak olan 1 Mayıs İşçi Bayramı'nda bütün alanlarda öfkelerini haykıracaklarını belirten Yeşil, 14 Mayıs'ta da bu ülkenin emekçileri, kadınları, gençleri olarak hep birlikte bu yaşananların hesabını soracaklarını söyledi. Yeşil, "Unutmadan, affetmeden, helalleşmeden hesap soracağız. İsyanımızla bugün burada, yarın 1 Mayıs'ta bütün Türkiye'de, 14 Mayıs'ta da gereken her yerden cevap vereceğiz. Asla unutmayacağız" dedi.
'Karanlık İktidardan Kurtulacağız'
TMMOB Genel Sekreteri Dersim Gül ise, Türkiye'nin bir deprem ülkesi olduğunun bilinmesine rağmen şehirlerin mevzuatlara uygun yapılanmadığını söyledi. Herkesin telefonlarında çalan sirenleri hatırlatan Gül, depreme hazırız diyenlerin depremlere hazır olmadığını bu depremle gördüklerini belirtti. Afet öncesi ve sonrasında yapılması gerekenlerin yapılmadığını, sistemin çöktüğünü gördüklerini söyleyen Gül, "Depremde zarar gören toplumun talepleriyle birleşecek. Ve en yakın zamanda ülkemizin tepesine çöken bu karanlık iktidardan kurtulacağız, halkın iktidarını, bilime önem veren bir toplumu, ülkeyi yeniden inşa edeceğiz" dedi.
'14 Mayıs İlk Adım Olacak'
TTB Merkez Konseyi Üyesi Onur Naci Karahancı da, hastalarının ve meslektaşlarının deprem altında can verdiğini söyledi. Kendilerinden helalleşmelerinin istendiğini hatırlatan Karahancı, bunun böyle olmayacağını söyledi. Karahancı, "84 gün oldu hala temiz su yoksa, hala çadır yoksa, hala kadınlar doğum yapacak hastane bulamıyorsa, hala çocuklarımız aşılanamıyorsa bu işte bir yanlışlık var, bunu düzeltmek hepimizin boynunun borcu. 14 Mayıs bunun ilk adımı olacak. Sözümüz olsun buradayız, burada olmaya devam edeceğiz. Hatay'ı yeniden küllerinden doğuracağız. Hep birlikte geleceği umutla, barışla, özgürlükle öreceğiz. Hiçbir yere gitmedik, gitmeyeceğiz" diye konuştu.
Konuşmalar��n ardından Asi Nehri'ne karanfil bırakıldı.”
Cehennemin, insanın insana ettiğinin her türden örneğini yaşadığımız bir deprem felaketi üstünden üç aya yakın zaman geçti. Hayat imecesi için çaba sarf edilen, geçmişiyle tüm bu şimdisi arasında var edilenlerle bir kentten çok daha ötesi olagelen Hatay, Antakya’yı kaderine terk etmekten kaçınmayan zevata karşı unutturulmayacak, affedilmeyecek olan bir kere daha yinelenir. Yerle bir edilmenin yedi defa var edildiği bir kentte, doğadan gelen kadar insan eliyle de kotarılan cürümlere karşı bir isyan var edilir. Bugünleri var eden ol akp iktidarının sunduğu belirsizlik, daha halen sokaklarında enkazlar bekleyen bir kent kimliğinin, giderek unutturulmaya çalışılan yıkımın karşısında söz / ses adalet çağrısını yineler. Topyekun yıkımdan, on binlerce insanın canından, bir kentin belleğinin taşıyıcısı olagelen kalıt / yapı ve insanından mahrum konulduğu, insanın insana cehennem tahayyülünü var ettiği bir zeminde itirazlar salt / sıradan olanın yarasını fark edebilmek içindir, adınadır. Umursayanı kalmış mıdır, 14 Mayıs sahiden de bir milat olacak mıdır oralar için de...
1 Mayıs izlenimlerini Agos Gazetesinden aktaralım: “Saat 11.00'da başlayan kutlamalar için İstanbul'un her yerinden on binlerce işçi ve emekçi sabah saatlerinden itibaren Maltepe'ye akın etti.
Kutlama alanına iki ayrı koldan giriş yapıldı. Maltepe Cevahir Otel önünde toplanan DİSK, TMMOB, CHP, Sosyalist Güç Birliği bileşeni partiler, buradan alana doğru yürüdü.
Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri, TİP, KESK, TTB, TDB ve siyasi partiler İdeal Tepe'de bir araya geldi ve buradan alana girdi.
Saat 13.00'e geldiğinde meydan dolmasına rağmen gruplar hala alana akın ediyordu.
1 Mayıs kutlaması grupların coşkulu katılımıyla gerçekleşti.
Mitingde konuşan DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, AKP iktidarının 20 yıldır büyük yıkımlar yarattığını söyledi. Çerkezoğlu, iki hafta sonra gerçekleşecek seçimleri hatırlattı ve "Bu yıl istibdat ile hürriyet arasında bir seçim yapacağız ve bu kötülük düzeninden kurtulacağız." dedi.
"14 Mayıs'ta bu haramilerin düzenini yıkacak mıyız?" diye soran Çerkezoğlu, "Bu 1 Mayıs Taksim'in yasaklı olduğu son 1 Mayıs olacak, gelecek yıl 1 Mayıs'ta Taksim'de olacağız" dedi.
KESK Eş Genel Başkanı Şükran Kablan Yeşil ise Türkiye'nin her yerinde yüzbinlerce emekçinin alanlarda "emek bizim gelecek bizim" diye haykırdığını söyleyerek, "Bu 1 Mayıs'ta bu iktidarı değiştirme sözü vererek alana çıktık ve kadınlar, gençler, emeği yok sayılanlar olarak bu iktidarı göndereceğiz" şeklinde konuştu.
TTB (Türk Tabipleri Birliği) Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı da, "Biz kararlıyız biz birlikte değiştireceğiz" diyerek başladığı konuşmasını Edip Cansever'in "Bir mendil niye kanar?" adlı şiirini okuyarak sürdürdü. "Değiştirmek bizim elimizde" diyen Fincancı, "Doğamızı, emeğimizi, haklarımızı yok edenlerle mücadele etmenin tam zamanı. Söz veriyoruz, değiştireceğiz" dedi.
Ankara'da ise Tandoğan meydanından on binler biraraya geldi.
Türkiye'nin pek çok ilinde de işçiler ve emekçiler alanları doldurdu.
İstanbul'da sabah saatlerinde DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve yönetim kurulu üyeleri, '1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü' dolayısıyla Taksim Cumhuriyet Anıtı'na çelenk koydu.”
Bir zonaya dönüştürülmüş, indirgenmiş olagelen menzilde işçi / emekçinin var ettiği tiz çığlığın nasıl da boşlukta yankılana durduğunu gördüğümüz bir başka direniş güncesi de Taksim, Osmanbey, Beşiktaş üçgeninde var edilir. Tümüyle zorbalık rejiminin nasıl bir hal ve istemle birlikte “zonayı” yerle bir etmeye devam ettiği muğlak olmayan tahakküm ve tehdit döngüsünden belirgindir. Bir memleket pratiğinin orta yeri işkenceye, bir yanı aralıksız gasba, diğer yanı eksiltmelere çıkartılır. Mütemadiyen nutuklar artık sallamanın pek çok farklı düzleminden var edilirken ortaya vaat diye serilen uydurma hallerin yekunu tümüyle ekonomik darboğaz içinde kendi kaderine terk edilmiş olanı göstermez. Bir buna izin verilmez. Düzen, sermayesi, kanaati, kanaat paylaşan diye görünen tetikçileri vesaire ile birlikte mutlak bir sınırlamayı var etmeye çalışmaktadır. Mayıs’ın ol 14’ünde var edilecek olan seçim bahsinin kıyısında en başından bu yana süre giden kime aittir bu ülke / düzlem / yer mefhumunun nihai çözümlemesi için bir kere daha bütün tuşlara basılmaktadır. Bir zona / kurtarılmış bölge / denetlenen panoptikon sürekliliğinde her şekilde umudun çalınmasına devam mı, tamam mı denilecektir mesele ortadadır. Yaşatılan, var edilen ve hepimiz için bir sınamaya dönüştürülen bu cenderenin karşısında söz, karar ve eylem yarınları belirleyecektir. Bir vatan tahayyülünün köküne kibrit suyunun dökülmesine devam edilirken, çanlar bir defa da muktedir ve avenesi için çalıyor duyuyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Gazete Karınca
0 notes
seslimeram · 1 year
Text
Sesli Meram #407 - Yersiz Yurtsuz (01.05.2023)
Tumblr media
"Müşterek olanın köküne kibrit suyu dökülmeye devam diyor muktedir. Hazır şimdi fırsatı varken en olmadık şeyleri öne sürüp, açık tanık eliyle bir linci var etmeye çabalıyor AKP, MHP rezilliği. Yirmi birinci yılına varırken, 2015 karanlığında Bakur Kürdistan’ında açık bir biçimde var edilmiş olagelen abluka bu defa yıkılacak kentler kalmadığından, insanlar üstünden var edilmek istenir. Tahakküm, biyopolitik bir mücadeleye evrilir. Duraksamak nedir bilmeden yukarıdaki satırlar boyunca fark edebileceğiniz üzere, itirazlarını müşterek bir mesel kılan insanların hayatları tarumar olunur. Ezber edilmiş bir devletli geleneği hal ve istemi, ne zaman baş sıkışsa çıkagelen düşmanlaştırma dili ve hızar gibi toplumu ayrı, apayrı kutuplara böldüren bir tehdit / yıldırı / terör var edilir. Her Kürd eşittir terörist algı ve imasını yeniden ve yeniden imal etme gayretlerinin hazin tablosu şimdilik, bu satırlar yazıla dururken iki yüzün üstündedir.
Siyasi tutsak kılınan Selahattin Demirtaş’ın da bildirdiği gibi, temsiliyet konusunda sıkıntı, bekasına dair belirsizliği muhafaza eden AKP-MHP kliği, PKK lideri Abdullah Öcalan ile münazara eder. Dostlar alışverişte görsün diye de değildir büyük ihtimalle, Kürd halkının yıllardır ezilmiş olagelen bir hakikat temsilinin o diğer kutba yönelik olumlama, diyalog gayretine ket vurmak için bir asırdır sürdürülen bir teşebbüs yinelenir. İddiadır, neticesinde her şeyin hakikati de o masada devlet ile Öcalan arasındaki görüşmelerin detaylarında saklıdır. Devletin şimdisinin taleplerinin reddiyesi ile bir kere daha saldırılar yoğunlaştırılır, henüz seçime iki hafta vardır. Sulh böyle mi sağlama alınacak, hayatlardan çok daha değerli kılınan, aman şimdi koltuğumuzdan da olmayalımcılık için en olmadık işler yeniden sahnelenip o makamlar yeniden baş amire mi gidecektir? Bölgenin, Bakur Kürdistan’ından, Kuzey Doğu Anadolu’ya hiç de baş eğecek gibi olmadığı zaten malumdur. İyi de tahakkümle yol nereyedir, sahiden?
Kalem kırılınca, kelam susturulmuş olur mu sahiden? Düne kadar özgürleşmeden bahisler açarak ilerleyen, daha birkaç yıl önce demokratikleşme / reform paketini suna gelen, dağa değil ovaya yüzünü çevirmiş insanlarla bir gelecek binasına girişilecek olduğundan sözler edilmiş bir yerde varılan yer hiç mi utanç verici değildir? Bakur Kürdistan’ı halkının var ettiği mücadele, ortaya serdiği şartsız / koşulsuz desteğe seslerini pısarak kenarda bekleşip duran, muhalefetin kalanının diyecek hiç mi sözü yoktur, olmaz, olmuyor! Yerli yerine oturunca taşlar, Meşruiyet ve birinci anayasa yazım süreçlerinin şafağında ortalığa saçılmış o hürriyet / istiklal / geleceğini birlikte var edecek bir ülke tezahüründen, nasıl bir Ermeni soykırımı / vatanından çekip alınması / silinmesi var edildiyse, bugün de ihtimal olarak her dönemeçte, cumhuriyetin ilk gününden bugünlere aralıksız olarak bir yıldırı / tehcir / tehdit döngüsü güncellenir. Bu hallerle sahiden bir müşterek hayat imgesi muhafazası mümkün olabilir mi? İktidar klanları, devletin sahipliliği konusunda kendisinde yetki bulan herkesin bir biçimde ötekisine hayatı dar ederek, onu sınırlayıp, enikonu çekilmez kılarak var edeceği şeyin ta kendisi bir ülke olabilir mi? Daha hangi seçim, sınama, gelecek tahayyülü için Kürdistan halklarının bedel ödeyeceği bir ülke gerçekliği var edilecektir, nereye kadar? Amed’den, Ankara’ya var edilmiş cerahatli gözaltı furyasından, tutsak edilmiş başta Demirtaş, Yüksekdağ, Tuncel, Kışanak gibi nicesine, elde kıyıda hemen hazırda tutulan Paylan, Önder, Uca gibi nice fezlekeyle mahkum kılınabileceklere, İstanbul’un ortasında Cumartesi Anneleri / İnsanlarına hiç kesintisiz sürdürülen şiddete, En son bugün sabah saatlerinde ESP baskınına nicesine, nicesiyle hangi müşterek var edilebilir, bir cürüm hemhal ülkeden gayri, nasıl? Gerileye gerileye sonunda un ufak edilmiş bir demokrasi geleneğinin ortasına çakılı kalmış bir yerde yeni yüzyıl nedir ki, onca her şey dünün karanlığına çıkarken, hala ve hala…" sesli meram
podcast image credit: daniel arsham:::sands of time:::ucca center for contemporary art
0 notes
seslimeram · 1 year
Text
Yengilerin Meramı
Tumblr media
Laf olsun diye değil doğrudan imal olunan her edimle, var edilen her eylemle yengiler döngüsü pazarlanıyor. Janjanlı ambalajıyla büyük ülke nidaları yükseltilirken var edilen her hamleyle, her boşlukta bu fasit döngü tüm bu yengiler sofrası bina edilmekte, anbean. Bütünleşik ve doğrudan güncellenen her edim sıradan insanların bütün o yengilerden tam ve eksiksiz mülhem kısır döngüsünde ezilmesini, sınırlandırılmasını ve sesini kendine dahi duyurmamasını bütünleştirir. Hayatın böyle afaki bir halde her gün doğrudan cürüm hemhal bir isteme rehin, her gün apayrı sınama hallerinde yenilgilerin var edildiği bir kara kapkaranlık halle bütünleştirilmesi meseldir. Bugünün şartlarında oluşturulan her ezberci, pragmatist hamle, madun siyasetin alttan alta var ettiği hücum atak nefret, şiddet, kötülük, ayrımcılık halleriyle bu yengiler coğrafyası birer ikişer sabitimiz kılınır. Kurulmuş olan o yeni düzenin, yirmi bir yılda muktedirin peyderpey var ettiği, bina olduğu şeyin bütün bu yengiler döngüsü halinden mülhem olduğu yaşadıklarımızla sabittir. Olumlanabilir olanın tefe konulduğu, insani normatifin yerle yeksan kılındığı bir zeminde her şey o biçimsiz hal ve istemle içkin kılınandır. Yaşama eylemi derdest edilendir. Her şekilde hayat anlamı ve eylemi tamamen şansa, rastlantısal bir meseledir artık.
Yengiler ile var edilmiş olan toplam bütünüyle yaşam pratiklerinin de hiçleştirilmesini beraberinde getirir. İyi de daha nereye kadar? Hayat, yaşam, eylem ve fikriyatı her nasıl, nereye kadar sündürülüp, un ufak edilmeye çalışılacaktır? İktidar pratiğini var edegelen o temsiliyetin yengi / galibiyeti için hayat parçalanmaktadır. Basit bir yaşam eyleminin dahi bile isteye yokuşa sürüldüğü, sınandığı bir zeminde, gözetlemenin, dikizlerken hayatı bir biçimde sınırlandırmanın yolları da yönetmeleri de geliştirilir. Hayatın ezgisi çalınır. Sesi yitirilen şeyde sözün de kıymeti harbiyesi hiç edilir. Bu arada muktedir kazanımlarına bir biçimde devam ederken, sınıfların yok edilmesi, umudun tarumar edilmesi bir gerçekliğin ta kendisine dönüştürülür. Ekonomik buhranın ortasında, üç kuruş eline geçtiğinde onunla bir asgari yaşamı idame ettirebileceği zikredilen insanların elindeki avucundakini eksiksiz bir biçimde yağmalayan bir ülke gerçekliği söz konusu edilir. Avrupa ortalamasının çok üstünde bir emek / çalışma saati ile 60 saatten çok, en az haftanın altı günü hayattan çok açık bir biçimde yaşamak için çalışmanın şart kılındığı bir kölelik düzeni imal edilendir. Yengisini, sıradanın mağduriyeti, mağlubiyeti üstünden yapacağı kazanımlarla ölçen biçen bir muktedirin var edeceği her şey daha derin bir ümitsizlik, daha kalıcı bir kölelik bahsidir.
Bugün onca ehvenden bahisler açılırken, memleket sorunsuz, kılçıksız balık gibi aralıksız mütemadiyen güllük gülistanlık denilirken milyonlarca yurttaşı ilgilendiren emeklilik yasa tasarısının dahi nasıl bir kurgu / kısır döngü içinde ezilip biçilip her gün bambaşka hallere taşındığı meselinden de bu yengi döngüsünün varlığı kesintisiz kanıtlanabilir. Hiç aralıksız yıllar yılıdır, o vaat edilen üç kuruşlık geçime vesile bir emeklilik maaşı için verilen mücadele göz ardı edilerek, sündürülüp çekiştirilerek, pota bir genişletilip bir dar, en dara yerleştirilerek ama hep çıktı, çıkıyor gazlamasıyla birlikte bir kere daha hayatta var olma mücadelesi hedef kılınır. İyi de aralıksız onca yıldır kesintiler, vergilendirmeler ve dahi uzun mesailerle sadece günübirlik yaşama halini var etmeye yetecek kadarını ol emekçilerine çok gören bir düzlemin kime ne faydası olur ki? Onca laf salatası, uçuyoruz gelişiyoruz derken, daha insani yaşam endeksinde yerlerde sürünen bir ülkenin geleceğini nasıl olumlanabilir kılabiliriz ki? Her durumda, sıkış tepiş bir yoksunluğu, azaltılmış olanla yetinmeyi zaruri bir ön koşula dönüştüren muktedir elinde emeklilik değil sadece mesel, kim nasıl hayatını her ne şekilde idame ettirecektir, her şey bunca simsiyah kılınıp, elden avuçtan her şey çalınmaya devam olunurken, nasıl! Kazanımı, halkının yerle bir edilmesi, her gün umuttan biraz daha uzak kalması, büyülü masallar aksettirilirken, kuru, kupkuru ekmeğe talim ettirmenin ta kendisi bunca hakikat kılınırken sahiden daha nereye kadar, her nasıl hayatın mahvına göz yumulacaktır?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Bütçe görüşmeleri boyunca tehditlerde bulunan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'yu protesto eden HDP'nin Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, "Halk düşmanlığınız biliniyor. Kürtler mutlaka hesap soracak" dedi.
Meclis Genel Kurulu’nda 2023 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi görüşmelerinin 5’inci turu, muhalefete tehdit, hakaret ve sözlü sataşmalarda bulunan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun protesto edilmesi damga vurdu.
Soylu, göreve geldiği 1 Ekim 2016’dan bu yana “Bir daha adı anılmayacak” dediği PKK’yi, bütçe görüşmeleri boyunca ağzından düşürmedi. Bakanlık bütçesine dair tek söz etmeyen Soylu, 27 dakika süren konuşmasında 12 kez “PKK” diyerek, hiç bir sorusuna cevap vermediği HDP ve CHP’yi hedef aldı.
Soylu Protesto Edildi
HDP Grubu, Soylu’yu suçlularla çektirdiği fotoğraflarıyla, “Soylu istifa” sloganlarıyla protesto etti. Siyasi partilerin konuşmalarının bitmesinin ardından AKP milletvekillerinin komisyon sıraları önünde set kurarak Soylu’yu koruması dikkat çekti.
Soylu Şov Yapıyor
Soylu’nun tehdit ve hakaretlerine karşı söz alan HDP Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, her bütçe görüşmesinde benzer manzarayla karşı karşıya kaldıklarını söyledi. Soylu’nun, kendisi ve bakanlığı hakkındaki iddiaların konuşulmaması için şov yaptığını dile getiren Oluç, “Çünkü o kadar büyük hukuksuzlukların, demokrasisizliğin, adaletsizliğin yaratıcısı, uygulayıcısı, devam ettirici bir pozisyondaki, başka türlü davranamaz. Derler ya kaplanın sırtına binmek kolaydır ama inmek kolay değildir. İşte kaplanın sırtına, buradaki kaplan hukuksuzluk, demokrasisizlik ve adaletsizlik kaplanıdır. Onun sırtına bindi, inemiyorsunuz kolay kolay. Şundan emin olun, Türkiye’de adaletin yeniden konuşulabildiği, tartışılabildiği, işlediği bir ortam, gerçekten bağımsız ve tarafsız bir yargının işlediği bir ortamda bu yaptıklarınız teker teker masaya yatırılacak. Bundan hiç birimizin şüphesi yok” dedi.
‘Halk Düşmanlığınız İlk Değil’
Oluç, şöyle devam etti: “Kürt halkı sizin düşmanlığınızı, halk düşmanlığınızı ilk defa görmüyor. Biraz tarih bilincinden yoksun olduğunuz için zannediyorsunuz ki ilk defa siz yapıyorsunuz. Hayır. Şark Islahat Planı’ndan Umumi Müfettişliklere, OHAL dönemine kadar yaşanmış bütün hukuksuzluklar, adaletsizilkler, baskı ve zulüm, faili meçhuller, her türlü ama her türlü demokrasisizlik, Kürt halkının hafızasında var. Şimdi onun bir devamını Süleyman Soylu’da gördükleri için yadırganan bir durum değil. Bunların hepsi birer birer insanların hafıza kayıtlarına kazınıyor. Günü geldiğinde sandıkta bunun karşılığı ortaya çıkacak.
Son Bütçeyi Görüşüyoruz
Şundan emin olun, o halkın iradesini gasp ettiğiniz, sandık hukukunu çiğnediğiniz, kayyımlar atadığınız yerel yönetimleri er yada geç, 2024 yerel seçimlerde Kürt halkı yeniden kazanacak. O atadığınız kayyımlar politikasının sonunu mutlaka getirecek. Bunu neden şimdi söylüyorum. Son defa burada bütçe konuşuyoruz onunla, o nedenle şimdiden söyleyeyim, 2024’teki sonucu görsün.
Kürt Halkı Mutlaka Hesabını Soracak
Kürt halkı bu zulmün, bu baskının, Türkiye demokrasi güçleri bu hukuksuzluğun, bu adaletsizliğin hesabını mutlaka bu mücadeleyle, emek, özgürlük, barış, demokrasi ve adalet mücadelesiyle soracak. Bu hesap hukuk önünde sorulduğu zaman Türkiye’de demokrasi adına sorulmuş olacak. Bunu mutlaka yapacağız. Biz söylediğimiz sözü her zaman yerine getireceğiz. Ben hesap soracağım sormazsan namerdim diyen ama hesap sormayıp biat edenlerden değiliz. Biz hesap soracağız dediğimiz zaman, demokrasi, adalet ve hukuku sağlayacağız dediğimiz zaman bunu yapanlardanız. Yapamayacağımız şeyi söylemedik. Namert olanlar da namertliğiyle bir kenarda kalacaklar.”
Bütünüyle dünden bugüne çürümüşlüğün simgesi isimlerden birisi olagelen Soylu nam dahiliye nazırının aralıksız ve patavatsız bir dille gerek ana muhalefet, gerekse de ülkenin üçüncü büyük partisi olagelen Halkların Demokratik Partisi ve bileşeni olagelen Türkiye İşçi Partisinin vekil / vekillerini hedefe koyan gösterisi sonrasında memleketin tablosu da daha belirgin bir biçimde çıkagelir. Semra Güzel vekilin tartışmasından, Beştaş, Oruç ve Tosun’a yönelik PKK’nin çocuklarısınız bahislerine birbirinin tamamlayıcısı hakaretler, nefret temsilleriyle dibine kadar foka batmış, suçla bütünleşik bir temsilin her nasıl bakan olduğu bir kere daha dank ettirilir. Adaletin, demokrasi mefhumunun, söz hürriyeti ve en kestirmeden irade beyanının karşısında, atanmış, daha dün AKP lideri ve temsiliyetine ne kadar hakaret varsa sıralayabilen bir meşin suratlı, utanmazlık örneği zübük siyasetçisinin kurduğu cümleler o yengi meselinin her nasıl imal edildiğini de örnekler. Mafya liderinin diline pelesenk ettiği, fotoroman Soylu’nun ulaştığı merhale, bir başka vekil gazeteci Ahmet Şık’ın dediği gibi bir gün yargılanacak olmasının önünü alabilmek için bilinçle ve doğrudan Kürd halkı ile birlikte mücadele eden, milyonlarca yurttaşı hedefe koymaktan kaçınmaz, kendileri. Bütünüyle demokrasi pratiğinin her nasıl boşa düşürüldüğü, dahası salt HDP / TİP için değil dünden bugüne, şimdiden yarına bir ötekilere karşıtlık simgesi olagelen devlet aklının kendini pirüpak kılmasının yolunun her nasıl tehlikeli bir hamleler toplamından var edildiğini de bildirir, Soylu ve tüm o AKP-MHP birlikteliği. İyi de daha nereye kadar, bu kindarlık, bu kötülük, bu afaki çürüme, sahiden düşünüyor musunuz?
Heval Elçi’nin Gazete Karınca’da yayınlanan özel haberini aktaralım: “10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde İHD Eş Genel Başkanı Türkdoğan, hak ihlallerinin geldiği boyutun hiç de iyi olmadığını ve Türkiye’deki otoriter yönetimin vatandaşı hak taşıyıcısı olmaktan çıkardığını söyledi. Türkdoğan’a göre “Hakkın öznesi değil nesnesi haline geldik. Bu durum başlı başına insan onuruna aykırı bir durum.”
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edildi.
O tarihten bu yana her 10 Aralık’ta İnsan Hakları Günü kutlanıyor.
İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), dünyanın İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabul edilişinin 74’üncü yılında “Verilerle 2022 Yılında Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri” raporunu açıkladı.
Rapora göre, yıl içinde resmi gözaltı merkezlerinde TİHV’e işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam bin 130 kişi başvurdu.
İHD’nin verilerine göre ise resmi gözaltı yerlerinde en az 980 kişi işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldı.
Cezaevlerinde 310 tutuklu işkence ve kötü muamele gördüğüne dair şikayette bulundu.
63 gazeteci gözaltına alındı 30 gazeteci tutuklandı
TİHV Dokümantasyon Merkezi’nin raporunda yılın ilk 11 ayında, 63 gazeteci gözaltına alındı, 30 gazeteci tutuklandı.
Saldırılar sonucu 1 gazeteci yaşamını yitirdi, 15 gazeteci haber takibi sırasında kolluk kuvvetlerinin fiziksel şiddetine maruz kaldı.
1 Aralık 2022 itibariyle Türkiye’de en az 64 gazeteci/basın çalışanı cezaevinde.
Türkiye’de insan hakları ihlallerinin geldiği boyutu İHD’nin Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, Gazete Karınca’ya değerlendirdi.
‘Yargı, insan hakları savunucularından soruşturma ve davaları eksik etmemektedir’
Türkiye’deki otoriter yönetimin vatandaşı hak taşıyıcısı olmaktan çıkardığını ifade eden Türkdoğan, “Yani hakkın öznesi değil nesnesi haline geldik. Bu durum başlı başına insan onuruna aykırı bir durum” dedi.
Türkdoğan, “O nedenle bu yıl yeniden insan onurunu hatırlatıp haklarımız olduğunu bir kez daha vurgulamak istedik” diye konuştu.
Türkiye’deki insan hakları durumun hiç de iyi olmadığını dile getiren Türkdoğan, İHD ve TİHV’in ortak açıklaması olan “Verilerle 2022 Yılında Türkiye’de İnsan Hakları İhlalleri” raporuna işaret etti.
Türkdoğan, Türkiye’de uzun zamandan beri yargı yolu ile baskı politikası izlendiğini vurgulayarak şunları kaydetti:
2017 Anayasa değişikliğinden sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde cumhurbaşkanının yargı ile ilgili yetkileri neredeyse kuvvetler birliğini çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla bu dönem yargı yolu ile baskı politikası daha rahat uygulanmaktadır. Yargı kurumu insan hakları savunucuları üzerinde soruşturma ve davaları eksik etmemektedir. Adalet bir şekilde uzun zamana yayılarak sağlanmaya çalışılmaktadır.
‘Adalet iktidarda bulunanlara tesir etmemektedir’
İktidarın kanunları kullanarak sürekli olarak insan hakları örgütlerini ve özelde İHD’yi denetlediğini ifade eden Türkdoğan, “Bu denetimler sonucu oluşturduğu denetim raporlarını adliyeye intikal ettirerek hakkımızda sürekli soruşturma ve dava açılmasına sebep olmakta. Geçmiş dönem ile kıyasladığımızda bu tarz baskı politikasının yeni geliştirildiğini görmekteyiz” dedi.
Adalet talebiyle yapılan eylemlere de değinen Türkdoğan, “Adalet Nöbetleri deyince akla Emine Şenyaşar gelmektedir. Şenyaşar Ailesinin adalet nöbeti adaletin iktidarda bulunanlar ve onların yandaşlarına tesir etmediğini göstermektedir. Bu durum adalete olan güveni tamamen sarsmış durumdadır. Yeni tip başkanlık modelinde kuvvetler birliğinin varacağı nokta da burasıdır” ifadelerini kullandı.
‘Hafızalarımızda 7 Haziran – 1 Kasım dönemi canlanmaktadır’
Seçimler yaklaştıkça yaratılan gerilimin daha da artabileceğini dile getiren Türkdoğan, şunları söyledi:
Siyasi iktidar seçimi kaybetmemek için her türlü yasal altyapıyı oluşturmuş durumda. İktidar kendi tabanını konsolide etmek için yaratacağı gerilim ortamını kullanmak isteyecektir. Biz de bu konuda kaygılıyız. Hafızamızda 7 Haziran-1 Kasım 2015 dönemi canlanmaktadır.
Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorununu çözebilmesi için başta Kürt sorununu çözmesi gerektiğini söyleyen Türkdoğan, “Türkiye’nin en temel sorun olan Kürt sorununu çözmesi ve bu bağlamda resmi ideolojiden kurtulması gerekir. Türkiye’de farklı etnik inanç ve dil grupları kabul edilip tanındığı taktirde sorunlar daha rahat çözülebilir. Tabii ki bu süreç geçmişle yüzleşme olmadan da mümkün olmaz” dedi.”
Öztürk Türkdoğan’ın var ettiği, suna geldiği şey kelimesi kelimesine bir ülkedeki insan hakkı temellerinin her nasıl boşaltıldığı, boşa düşürüldüğü meselidir. 2022 yılının değil salt ve sadece, yirmi bir yıllık bir iktidar pratiğinin her nasıl hayatı bir cendereye mahkum kıldığının da bildirimdir var edilen. Hakkaniyet kavramını yerle bir ederken muktedir tüm korku iklimi politikalarıyla, hınçla, nefretle iktidarını sabit kılma hevesinin var ettiği eşik düşündürücüdür. Bugünün ülkesinin derdest etme hallerinin, bütünüyle a’dan z’ye kadar var ettiği hak gasplarından, cürüm hemhal hallerinden, nice yıkıma aparat kılınmasından, raporlara düşmüş devri sabık iktidar tahayyüllerinden barizdir. Dışarıya barışı savunduğunu zikrederken, içinde kırımlara yer arayan, zaman zaman var ettiği yıkımlarla o yok etme döngüsünden yengiler elde etmeye çabalayan bir muktedirin sofrasında sahi ama sahiden de kim nasıl güvendedir? Her şey, satır satır ortadayken!...
Bir yengiler döngüsü pazarlanıyor. Duraksamayan bir devletli mekanizmasının şimdisini bir de böyle bir tahakküm aparatıyla var ediyor, güncelliyor baş amir ve avenesi. Olmaya devam eden rezillikler, bütünüyle devam olunan yara verme istemi, hamleleriyle lebalep bir koca sene daha cürümlerin kılınıyor. Her cürüm, her bir takat kesen, hayatı yutan eylem ve halden kendilerine bir kazanç kapısı / rant yolu / beka okumasına girişiliyor. Her anlamda patır patır dökülen bir yerde, bütün o habis karanlıktan bir olumlama, kendileri ve süre giden bu hengame düzeni için bir çıkış devşirilmeye devam olunuyor. Bir başarı hikayesiymiş gibi yapılırken var edilmiş olanın bildik tüm manalarıyla bariz, belirgin bir yıkım tiradı olduğu gözlerden kaçırılmak istenir. Oysa yengiden çok yenilgi söz konusudur herkes için. Umursayan var mı...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Sedat SUNA – EPA / EFE v/ Euractiv
1 note · View note
seslimeram · 2 years
Text
Kesik
Tumblr media
Her şeyin karanlığa çıktığı bir günce her birimize pay ediliyor. Hiçbir şeyin düzelmediği, dahası hiçbir normalin bırakılmadığı bir cürüm sarmalında ülkenin, yaşatan yer olarak da anılan bir sahnenin bir kere daha hezimetlere ev sahipliliği yapmasına tanıklık ediyoruz. O aklın, şu muktedir pratiklerinin birer ikişer gerçek kıldığı kötülüklerin tıpkı yanımızda o yanı başımızdaki savaşta olduğu gibi bazen de onu aşan bir görünmezlik zırhı dahilinde var ettiği her bir şey karanlığa çıkıyor. Paydaş olduğumuz yaşam istemin her nasıl çöküşe mahkum edildiği, dahası bir salgının henüz bitmemiş olan pandemi sürecinin yamacında bir de ekonomik, belirli açılardan da insani bir kırım halinin toplamı var edilendir. Savaş ötemizde oluyor gibi bildirilse de son on beş gündür devamlılığı sağlama alınmış olanları bir araya getirdiğimizde ol karanlık daha belirgin kılınıyor. Bir yaşam sahasında, Ukrayna ve ötesindeki cürmün kansız, sessiz ve sorgusuz devamlılığı sağlama alınmış yıkımına bir biçimde ortak edilmiş bir Türkiye gerçeği vardır, kesin bilgi.
Bütünüyle karanlık var edilendir. Tek bir satır, tek bir an olsun ümit yaşatılmasın diyerek o katran karasından medet umulması gerçekliğe kavuşturulur. Her şey birbirine karışmış, alenen kırılıp dökülmüşken, hayat da fırsat bu fırsat denilerek delik deşik kılınır. Türkiye sathı mahallinin son birkaç haftasının ezcümle bir yıkımdan mürekkep, salt karanlıkla bir ve beraber biçimlendirildiği artık gizli değil, görünen hakikatin küçük bir kısmıdır. Tüm o bombalar Ukrayna’ya düşerken, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla bir ülkenin o da bu ülkenin hakkının / hukukunun da peşkeş çekilmesi söz konusu edilir. Daha evvel bir biçimde doların yükselişi, pandemi süreci, o ya da bu öne sürülürken şimdi de savaşın yıkıcılığından mağduriyet devşirilir. Sıradan insanların hayatlarının zora koşulmasında bir bir basamaklar atlanır. Zam üstüne zam yağdırılırken, ayçiçek yağından, benzine hemen hemen afaki bir biçimde katran karanlığına yeni rotalar belirlenir. Asgari bir yaşam halini yerle bir etmeye devam ederken bir yandan da asgari ücretin hava cıva kılınmasının yolu açılır.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında konuştu. Erdoğan, 6 partinin kurduğu ittifakı 28 Şubat ittifakı diye nitelendirerek, “Dün patates soğan üzerinden bugün yağ üzerinden ülkenin başına kara bulutlar toplamaya çalışanlar yine bunlar” dedi. Erdoğan enflasyonun Türkiye'ye has olmadığını öne sürerek, "Kurdaki yükselişten küresel emtia fiyatlarındaki aşırı artışların ülkemize yansımasından kaynaklanan bir hayat pahalılığı ile karşı karşıyayız" dedi.
Erdoğan'ın açıklamasından satır başları şöyle: “Şimdi bu CHP peşine taktığı ve hepsinin ismini açıkça zikretmeye cesaret edemediği bir 28 Şubat ittifakı kurdu. Güya bu ittifakla seçimi kazanarak ülkenin yönetim sistemini değiştirecek, bölgemizi krizlerden kurtarıp çiçek böcek diyarı haline getireceklermiş.”
“Daha masada hangi sırayla oturacaklarına karar veremeyenlerin dirayetli cesaretli adımları nasıl atacaklarını merak ediyoruz. 28 Şubat ittifakının karşı çıktığı hususlara bakınca, Türkiye'nin küresel kazanımlarından vazgeçeceklerini anlıyoruz. Dün Gezi olaylarında ekonomiyi batırın çağrısı yapanlar bunlardı. Dün patates soğan üzerinden bugün yağ üzerinden ülkenin başına kara bulutlar toplamaya çalışanlar yine bunlar. Türkiye bugüne kadar olduğu gibi halihazırda yaşadığı sıkıntıları da kısa sürede geride bırakacaktır. Bunları yerli milli duruş sergilemek yerine peşinden gittikleri müptezellik baki kalacaktır. Biz eser ve hizmet siyasetinde yarışacak muhalefet arıyoruz. 28 Şubat ittifakının milletin gerçek gündemiyle ilgili herhangi bir program ortaya koyduklarını görmedik.”
“Enflasyonun sadece ülkemize mahsus bir durum olmadığı, gelişmiş ülkelerin de aynı sıkıntılarla boğuştuğu bir gerçektir. Bu süreçte Türkiye üretim ve istihdam gücüyle şoklara karşı dayanıklılığını bir kez daha ispatlamıştır. Kurdaki yükselişten küresel emtia fiyatlarındaki aşırı artışların ülkemize yansımasından kaynaklanan bir hayat pahalılığı ile karşı karşıyayız. Gelişmiş ülkelerin de aynı sıkıntılarla boğuştuğu bir gerçektir. Gıda fiyatlarındaki dalgalanmaları da mercek altına aldık ve gereken müdahaleleri yapıyoruz. Her konuda, vatandaşlarımız lehine yapılabilecek ne varsa, hayata geçireceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.”
“(Akaryakıt fiyatlarındaki artış) Küresel piyasanın etkisi, gelişmeleri takip ediyoruz. Türkiye, üretim ve istihdam gücüyle şoklara karşı dayanıklılığını bir kez daha ispatlamıştır. Her konuda vatandaşlarımız lehine yapılabilecek ne varsa hayata geçireceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın.”
Her şeyin karanlığa çıkartıldığı bir güncellik payımıza düşürülmeye devam olunur. Artık bizatihi baş amirin tahayyülleri doğrultusunda şekillendirilen yeni ülke normatifi bütün o katran karasını dayanak beller. Her şeyin birbirine karıştırıldığı bir zeminin kurgudan çok daha afaki bir biçimde gerçekliği sabit olunmaya çalışılır. Hedefe konulanın isimleri hep, her gün değişiyor görünse de alttan alta bir biçimde yüzüncü yıla hazırlık için el olmadık en umulmadık tahayyüllerle birlikte bir akis yıkıma rehin edilir. Cumhuriyet Halk Partisi ve beraberindeki temsilleri bu uğurda var edilmiş, o nihai iktidar adına topa tutmak bariz bir bin dokuz yüz seksen dört hamlesidir. Savaşı hepten barış olarak gören zihniyetin tüm o kör karanlığı, bugün birinci elden bir hizalama aracı haline dönüştürülür. Demokrasi bir biçimde yok edilmeye çabalanırken, değnek sopasından, baş üstünde sallandırılıp duran o giyotine kadar belli başlı gözetimler, hedef almalar ve bitimsiz denetim ve tahakküm ile bir karanlığın imali güncellenir. Yönelim, istikamet diye var edilmiş olan şey, o muhalife değildir sadece Türkiye’de Ak parti rejimine taraftar olmayan herkese uygun görülmüş ol senaryonun bir devamlılığıdır. Cürümler içerisinde kala kalmış olan yerin hakikati budur, hep bu bahislerdedir. Biteviye kurulan vaat, temenni, atak cümlelerinin, ezdirmeyeceğiz o halkı seslenişinin tam da yıkım güncesinin ortasında çaresiz konulan halka halen masalları reva gören bir zihniyeti de açık etmektedir, ki bu da apayrı bir bonustur.
Günün, dünden de karanlığa yollanması gerçektir. Madun siyasetin söz sahiplerinin elinde her gün apayrı bir deneyimin ta kendisine dönüştürülür. Gıda maddelerindeki günbegün ol yükselişleri bertaraf etmek adına katma değer vergisi düşürülür, gel gelelim soğuklar vardır. İstemsizce araya girmiş bir savaş vardır! Savaşan taraf ülke ve dolaylarına yollanan gıda maddelerinin ekseriyet pestit ve kalıcı tarım ilaçları barındırması sebebiyle gerisin geriye yollandığı bir menzilde, bunları da iç piyasaya sunmak söz konusu edilir. Her yıkım geçici, her şey kısa bir süreliğine söz konusudur bahisleri dillendirilirken dünya krizde denilirken sıradan yurttaşın temel yaşam hakkının, asgari beslenme imkanına da zehir, kimyasal, kötülük bulaştırılır. Her şey karanlığa çıkartılırken bir de yediğiniz, ulaşabildiğiniz şeylerin de sağlıksızlığı öne çıkar. Büyük ülke masallarının da artık bir yere kadar olduğu gerçekliğinde, hayat hepten sıradan olanın elinden çalınır bu kesin bilgi!
Her şey denkliğini bulurken bu sahne yalanlarını yepyeni tuzaklarını bulur. Gündelik ola gelen siyasetin pratiklerindeki her şey karaya çalar. Ak denilenin kepaze bir siyahlık tam da bildiğiniz karanlığa denk düşmesine ön ayak olunur. Baş Amir ve baş faşistin zümreler ile kurduğu ilişki bir yandan, gücün artık sınırsıza evrimi öbür yandan, her gün yağmalara rehin edilmiş ülke hakikati diğer yanda, bitimsiz bir devletin malı deniz durumları içinden her istikamet daha büyük / kalıcı kırılmalara çıkar. Savaşın ortasında sözüm ona barışmayı tahayyül ederken, bu senenin turizm sezonu aman elden kaçmasın diye gelen her konuğa ayrı seremoniler düzenlenirken, burada yaşayan halkın kederi, kadersizliği hiç mevzu olunmaz. Bunlar gibi nicesinde, güç sahiplerinin müştereklerimizi talanı devamlılık kazanır. Karanlık daim bir biçimde çoğaltılır. Paydaş olduğumuz yaşam edimi tam kapasite yerle bir edilmeye devam edilendir. Siyaset sahnesinden patronajın pratiklerine, adı hiç anılmıyor olsa da bu düzenin ta kendisinden beslenen kastlar arasında var edilen uyumluluk / yağmadan pay kapmak / onama süreçlerine bir memleket bilmiyoruz kaçıncı defasında kendi bin dokuz yüz seksen dördünü yeniden var etmektedir. Meselin, iş bu raddede özeti, bu arz-i halin sebebi budur. Dibine doğru itilmiş olduğumuz karanlığın, her gün bedel / diyet diye direten muktedirin yeni yeni dediğinin de ol geçmişin hazin olanından ayrısı da gayrısı da yoktur, bilelim.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Kansız Savaş – İç Mihrak
https://icmihrak.blogspot.com/2011/10/gec-tezkere-afis.html
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Parangalar Sarmalı
Tumblr media
Muktedirin var ettiği yeni ülke pratiği bir prangalar sarmalından mülhemdir artık. Doksan sekiz yıllı bir ülke olma, var etme, bina etme ve sürekliliği tahayyülünün var ettiği eşik ol müşterek bahsin yerle yeksan olunduğunu ifşa eder. Çürüme, cüretle kurulmuş olagelen o tahakküm etme halleri bir pratiğe dönüştürülen hak gaspları ve fazlasıyla nihai dönüşümü en sonunda birer prangaya evrim tamam olunur. Cerahatin iktidarında insan hakları yahut da evrensel hukuk, hürriyet, eşitlik ve demokrasi gibi meseller farazi birer kenar süsüdür. Tümden bağnaz kılınmış, daimi, bir biçimde teslimiyetçi, aralıksız hiza bildirici, olağan kuşatmaların refakatinde zaten müşterek değerlerin eserleri okunmayacaktır. Bu bilinçle o iktidar ve muhalefetin, bütün madun siyaset aktörlerinin pratiklerinde o hayat isteminin temelleri sarsılmaya çalışılır, yıkımına uğraşılır. Muktedir olanın güncellemeye çabaladığı ülke pratiğinde o istikametler, ilerlemeler, muasırlık göstergesi adımlar, seviyeler vesaire hep bir torbada hep aynı şekilde boğuntuya getirilendir. Cerahatin x’ten, y’ye dolaşımı ile yeni ülke bariz bir can kırığına dönüştürülür.
Gündelik yaşam pratiğinin zora koşulduğu yerdir mesele. Meşhur kılınmış Kore dizisinde olduğu gibi, tüketim toplumuna dönüştürülüp, iliğine kemiğine kadar borç batağının ta en dibine çekilmiş, artık nefes alamayacak kadar yükün altında ezilmeye devam olunan insan temsilinin güncellenmesidir mesele. Henüz o dizideki gibi insanların katledilerek serveti, kendi borçlarından kurtulmaları aşamasına geçilmemiş olsa da modern zamanların güncel bir meseleye dönüştürdüğü o kısır döngü içinde, yeni liberalizmin sunduğu her şey biraz daha feragatin her gün biraz daha bedel ya da diyete dönüşümüdür. Muğlak kılınmamış o tahakküm etme halleri, muhtaç etme, yıkımın kıyısına taşıma bu ülkede bir standardın ta kendisidir artık, dizilerin senaryolarına hacet kalmaksızın. Tahakküm parametrelerini her durumda sıradanın hayatına düşürülecek şerhler, var edilecek gölgeler olarak birleştirerek güncelleyen bir akımın muğlak değil doğrudan yaşamsal pratikleri alaşağı ettiği artık çok daha belirgindir.
Bir büyük / yeni ülke pratiği lafta süreğen kılınırken cerahatin sunduklarıyla, elden ve tüm o avuçtan çalınanlarla, sıfıra yakın konumlandırılan hayat hakkının ta kendisiyle açık ve aleni bir kırım döngüsü var edilendir. Ekranların güleç yüzlü, hepten uydur kaydırma hallerle güllük gülistanlık diye atfettiği menzilin hakikati bir biçimde bu çürüme hallerine varır. Muktedirin var ettiği prangalar salt ekonomik değil aynı zamanda sosyal ve kültürel devinimin de gerilemesini kapsar. Bir gerileme çağının ortasında, düpedüz ve yalın bir hal dahilinde genel geçer değil doğrudan özün kaybedilmesi mütemadiyen güncellenir. Hayat bu kadar basit bir mesel olmazken, olamazken bununla günler geçirilir buyrulur. Geçip de gitmeyen bir sınama halinin ortasında prangalar sürekli güncellenendir. Böyle bir toplamı başarı diye takdim edilmesinin takdirini de sizlere bırakalım!
BirGün Gazetesinden aktaralım: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Memur-Sen Büyük Türkiye Buluşması'nda konuştu. Burada yaptığı konuşmada ekonomiye yönelik eleştirilere tepki gösteren Erdoğan, "Çanakkale Köprüsü’nde şu anda burada 5 bin kişi çalışıyor, millet ‘Aç’ diyor, 5 bin kişi burada çalışıyor, bu mesele ekonomide kafanız nasıl çalışıyor ona bakıyor, biz bu noktada ekonominin kitabını evelallah yazdık, yazmaya devam ediyoruz" dedi.
"Bugüne kadar kadar enflasyona karşı hiç ezdirmedik, bundan sonra da ezdirmeyeceğiz" diye konuşan Erdoğan, şöyle devam etti: "Üretimimizi asalaklara rağmen arttırdık. Hak ve özgürlükleri bu ülkeyi tapulu malı gibi gören azgın azınlığa rağmen geliştirdik."
3600 ek gösterge konusunda da tarih veren Erdoğan, "Personelimizin önemli bir kısmını kapsayan 3600 ek gösterge meselesini önümüzdeki yılın sonuna kadar çözüme kavuşturmayı planlıyoruz" diye konuştu.
Konuşmasında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nu da kamu görevlilerine yaptığı çağrı nedeniyle hedef alan Erdoğan, "Bay Kemal, öğretmenleri, subayları, polisleri tehdit ediyor. Hangi memur sınıfında kardeşlerimiz varsa sıradan hepsini tehdit ediyor" diye konuştu.
Kılıçdaroğlu, bürokratlara çağrıda bulunarak şunları dile getirmişti: "Açıkça söylüyorum; vazife namına mafyatik düzene hizmet edemezsiniz. Kanun dışı işleri emir olarak telaki edemezsiniz. Siz Erdoğan ailesinin değil, bu devletin şerefli memurlarsınız. Kamil akla gelmeniz için Kılıçdaroğlu abinizin, amcanızın bu size son çağrısıdır. 18 Ekim Pazartesi itibariyle bu düzenin illegal isteklerine verdiğiniz tüm desteğin sorumluluğu size de ait olmaya başlayacaktır. 'Emir almıştım' diyerek bu kirli işlerden sıyrılamazsınız."
Erdoğan İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener'i ise isim vermeden, "Dün 27 Mayıs'a giden yolu yalanla döşeyenler bugün de aynısını yapmak için devam ediyorlar. Bir kadın genel başkana Allah aşkına soruyorum sizlere küfretmek yakışır mı? Ya sen bir kadınsın. O küfrü nasıl yapıyorsun? Şunu bil ki bu millet kime neyi yakıştıracağını çok iyi biliyor" sözleriyle hedef aldı.
Erdoğan, Gezi Direnişindeki eylemciler hakkında ise "Bunlar değil miydi Bezmialem Valide Sultan Camii'ne bira kutularıyla girenler? Bunlar değil miydi Bezmialem Camii'nden Başbakanlık Ofisi'ne dozerlerle kanal açtılar" ifadelerini kullandı.”
Her şeyiyle metalik bir tekrara mahkum edilmiş, her tekrarda daha da fazla yalan ve tüm o habis ur gibi beslenip büyütülen nefretle hemhal bir dili kullanarak, riyayla prangalara mahkum edilmiş menzil kendiliğinden görünür kılınır. Devamlılığı sağlama alınmış olan her yalanla bir kere daha bir sahnede hayatın esir alındığı gerçeği örtbas olunmak istenir. Gündemi belirleyen birkaç defadır ana muhalefet partisi olunca, otomatikman yanıtların, karşı duruşun en pespaye örnekleri çıkagelir. Tek adamın kendi tahayyülü olan dışındaki hiçbir şeye olur vermediği bir zeminde olmakta olan şeyin bir kabustan gayrısı olmadığı artık açıktır. Onca zaman geçmesine rağmen, cami içinde içki içtiler bahsine dair tek bir kanıt sunulamadan, şimdi de tünel kazdılar gibi aslında bu ülkede gündem dahi olmayan bir ucuz laf ebeliği, ya tutarsa yalancılığının var ettiği şey bizzat baş efendinin dediği gibi kutuplaştırmaktır. Sürmekte olan çöküşün / var edilmiş yıkımın karşısında tek bir tedbiri dahi var etmeden, üstü kapalı mesajlar ile çıkagelmek, hedefi saptırmak zaman kaybından gayri her neyi var edecektir. Her gün, her anı bir bedel kılınan ülkede onun bir sonu hiç ama hiçbir zaman gelmeyecek midir nedir allasen?
Baş Efendi, ekonominin kitabını yazdık evelallah diye bahse tutuşurken olmuş olandır ol bahsi de Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Van’ın Beşyol Caddesi’nde daha önce elindeki mikrofonla “Devlet nerede, bakan nerede? Üç gün önce 9 TL’ye aldığım leblebi, 15 TL olmuş” diyerek zamlara tepki gösteren Abdullah Onar adlı esnaf, Valiliğin eylem ve etkinlik yasağını ihlal ettiği suçlamasıyla gözaltına alındı.
Çerçilik yaparak geçimini sağlayan Onar, çekilen görüntüsünde, AKP’nin 27’inci Dönem Van Milletvekili Abdullah Arvası, markette alışveriş yapmaya davet etti.
Bir yandan elindeki mikrofonu halka uzatan Onar, bir teneke yağın fiyatının 400 TL olduğunu söyledi. Onar konuşurken araya giren bir başka yurttaş da “Biz bir teneke yağı vallahi billahi alamıyoruz” dedi.
Onar konuşmasının devamında, “Köylere gidiyorum, utanarak geri dönüyorum. Dün akşam 60 TL’ye aldığım hurma, şimdi 70 TL oldu. Devlet nerede? 3 buçuk kilo olan leblebiyi 32 TL’ye alıyordum, şimdi 70 TL olmuş. Her gün zam her gün zam ne olacak” diyerek krize isyan etti.
Konuşması sırasında Onar’ın yanına gelen polisler, megafonu kapatmasını istedi. Onar ise ekonomik krize ve zamlara karşı protesto eylemini gerçekleştirdiğini ve susmayacağını belirterek, polisin müdahalesine tepki gösterdi. Polis ise protesto eylemi gerçekleştiren Onar’ın elinden mikrofonu zorla aldı.
Van Valiliğinin kentte sürekli olarak ilan ettiği eylem ve etkinlik yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle gözaltına alınan Onar, emniyete götürülerek ifadesi alındı. Onar, daha sonra serbest bırakıldı.”
Düpedüz yalanların, hamasetin, onlarca riyaya çıkan tehdit dolu cümlenin, benden sonrası tufan olur tufan benzetmesinin karşısında, halkın un ufak edilen umudu söz konusudur bu ahvalde. Ezcümle Abdullah Onar, sokağın hallice bir kısmının var ettiği uçurumun tam da kıyısına terk edilmiş, en ufak bir biçimde devletin görmeye çabalamadığı bir kesimin yani halkın ta kendisinin meramını bildirir. Yoksullaştırmanın bir devlet politikasının temelini oluşturmasının utancı bir yandan en ufak bir itiraza dahi şiddetle / gözaltı ile müdahalenin ucubeliği bir biçimde temellendirilen prangaların istikametini de göstere gelir. Böyle bir sahnede, bunca afaki bir biçimde eksik kılınan, hayattan, standart bir yaşam pratiğinin dahi çok görülmesinin utancı her ne yana düşecektir. Düze çıkıldı, her şey yolunda, hemen her gün uçuyoruz, kaçıyoruz, eşik atlıyoruz, kıskanılıyoruz denilirken bulunan hal, halka reva görülen mesele değil midir, kim sahiden hesabını verecektir!
Evrensel Gazetesinden bir haber daha aktaralım: “Sur'daki Yeşilli Ortaokulu’nda Türkçe öğretmenliği yapan Başak Demirtaş’ın 28 Eylül 2015 ile 19 Ocak 2016 tarihleri arasında, sekiz ayrı sağlık raporu aldığını belirten Diyarbakır Savcılığı, bu raporları veren 13 doktor ve Başak Demirtaş hakkında soruşturma izni istedi. Söz konusu raporların 7'sinde olağandışılık görülmediği için 12 doktor hakkında soruşturmaya izin verilmedi. Resmi belgelere göre yalnızca bir doktor hakkında izin verildi. Savcılık da bir doktor ve Başak Demirtaş hakkında 8 Mart 2018 tarihinde iddianame yazdı.
Terkoğlu, Başak Demirtaş’ın mahkeme tutanağındaki ifadesini şöyle aktardı: “11 Aralık 2015 tarihinde Kayapınar Toplum Sağlığı merkezine gittim. Ateşim vardı. Yemek de yiyemediğim için iyi değildim. Aynı zamanda arkadaşım olan Doktor Rezan Bey’le görüştüm. Kendisine hastalığımı anlattım. Doktor Rezan bana birtakım ilaçlar ve serum verdi. Beni muayene etti. Rezan’la yıllardır tanışıyor olmamız nedeniyle serumu da akşam eve gelip takacağını söyledi. Aynı akşam saat 19.00-20.00 gibi gelerek hem beni bir daha kontrol etti hem de serumumu taktı.
Eşim bir süredir devam eden rahatsızlığım nedeniyle, yurt dışında da tıbbi yardımdan faydalanmamın iyi olacağını belirttiği için, 12 Aralık 2015’te gittim. 15 Aralık 2015 tarihinde yurt dışından döndüm. Evde raporu bulamadım. Okula rapor sunmam gerektiği için tekrar Toplum Sağlığı Merkezine gittim. Bana verilen rapordan bir suret verilmesini istedim. Toplum Sağlığı Merkezinde raporun bir sureti tutulmadığından poliklinik defterine bakarak sekreter tekrar raporu düzenledi. Doktor Bey imzalayarak bana verdi.
Raporu 11 Aralık 2015 olarak düzenlemeleri gerekirken bana verilen nüshada sehven 14 Aralık 2015 yazılmıştır. Bu şekilde elimdeki rapor nüshası ile bu raporun kök sebebi olan poliklinik defterindeki tarihte çelişki oluşmuştur. Bütün hata bundan kaynaklıdır."
Meselenin 5 günlük bir raporun, tekrar yazıldığı tarihin tartışmasından ibaret olduğunu ifade eden Terkoğlu, “Mahkeme buna rağmen hem Demirtaş’a hem de doktora ‘resmi belgede sahtecilik’ suçlamasıyla iki buçuk yıl hapis cezası verdi. Kısacası Başak Demirtaş, gerçekten de hasta. Buna rağmen hastalığı yıllar sonra didik didik edilerek, beş günlük basit bir rapordaki tarih çelişkisine dayanarak iki buçuk yıl hapse mahkûm edildi. Bir ilkokul çocuğunun bile yılda iki kez aldığı sıradan raporun bu noktaya gelmesinin, açık bir siyasi operasyondan başka açıklaması yok” dedi.
Terkoğlu, poliklinik defterinin mahkeme tarafından istendiğini ancak Kayapınar Toplum Sağlığı Merkezi’nden bu defterin gelmediğini de aktardı. Dosyaya sunulan fotokopisinin ve HTS kayıtlarının da Demirtaş ve doktorunun dediğini doğruladığını ifade etti.”
Muktedirin var ettiği kötülük sarmalının artık her nasıl biçimlendirildiğine dair kestirmeden bir örnektir Başak Demirtaş’a reva görülenler. İtham olunanların abesliği bir yana bir kadının sağlık hakkının lime lime edilerek, salt öteki, sırf mücadele edilmekten kaçınıldığı için rehin alınan bir eş başkanın eşi olduğu için reva görülen zulmün varlığıdır işte mesele. Tümüyle bütünleşik bir prangalara rehin ülke gerçekliği tek bir insandan yola çıkılarak genelleştirilir. Önce linç etme pratikleri, sonra sözlü taarruz ve hedef almalar onu takip eden medyadan manşetlerle göndermeler ve nihayetinde yargı kararlarının bariz birer hiçe çıkartıldığı tahakküm pratikleriyle o mahvın şablonu güncellenir. Bir kadının hayat hakkının, sağlık hakkının, kişisel verilerinin siyasetin gündelik pragmatizminde bir biçimde paylaşılması, son raddeye kadar yalanlara devam olunmasıyla menzilin her nereye evrildiği de artık kesintisiz afaki kılınır. Demirtaş’ın yaşadıklarının hesabını her kim her ne zaman verebilecektir bu girif haller kümesine dönüşmüş cehennemde!
Muktedirin var ettiği yeni ülke pratiği bariz bir prangalar sarmalından mülhemdir hemen hiç eksiksiz. Yıkımın, kötülüğün, dehşet dolu pragmatist hamlelerin sofrasında hayat açık bir biçimde tehditlere prangalanır. Ne itiraz sesi yükselsin istenir, ne tek bir şerhe imkan ya da olasılık! Ucubelik bir haller toplamında toplumsal prangalar çoğaltılırken her şeyin olağan olduğu, çok güzel bir ülkede olduğumuz muştulanır. Düzenin abecesi, yıkımdan o kötülük ve beraberinde üretilen nefretle şekillendirilirken her yan yangın yerine dönmüş, çevrilmişken kim nasıl inanacaktır güllük gülistanlık ülke masallarına her nasıl. Bir döngü içerisinde yaşamsal olan her şeye kastın varlığı bugün yirminci yılını devirmiş olagelen o iktidar mefhumu tarafından süreğen kılınıyor. Sonuç, hepten dibine doğru yolllandığımız bir katran karanlığı, sonuç hepten bir karanlık çağ. Gidecekler, sandıkla terk edecekler, bu son seferleri, düştüler, düşüyorlar gazlamaları bir yana mesele hesap verip vermeyecekleri olduğunun altını bir kere daha çizmekte fayda vardır. Patavatsızlık içerisinde cürümlerin o yönünün açıldığı, hakkın ve hukukun yıkıldığı, yaşam idesinin çiğnendiği yerde pranga lafta değildir, sokağından evine her yere sirayet etmiş bir nesnellik haliyken kim nereden başlarsa başlasın, hesap vermeleri en öncelikli talebimizdir. Kayda geçsin.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Yasin AKGÜL – AFP / Getty Images
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Yara Hep Ortadadır
Tumblr media
Ekranlardan bir ülke tevatürü var ediliyor. Genel geçer değil doğrudan çağ atladı bahsinin üstünden cümleler kurulurken bir ülkenin sahiden yıkımından ne halde olduğu gözlerden bir biçimde kaçırılıyor. Mesel edilmesin isteniyor. Bir tevatür gibi, meseller üstün körü o da yarım yamalak aksettirilirken, bir uçurumun kıyısına taşındığımız hal, neşeli videoların arasında gümbürtüye konuluyor. Kimi seslenişlerin görülmeye gerek dahi bulunmadığı bu sahnenin hakikati olarak var edilmiş yaraların alenen umursanmadığı yer gerçekliğine bir kere daha ulaştırılıyor. Ne ki hazan dört bir yanı kuşatıyor. Ne ki anlatılan bir mahzun güz hikayesi olmaktan çok ötede, yirmi koca yılın nasıl bir girdap haline dönüştürüldüğünün de bariz ifşasını barındırıyor. Devletin abecesi olabildiğince yalın bir biçimde yıkılmaya yüz tutmuş olan aklın tezahürüne sahip / arka çıkmaya devam edenlerin dilini var ediyor.
Her gün yepyeni bir kırılmayı var ediyor. Her gün bir öncesinden birebir aynı, gel gelelim çok daha iç kıyıcı bir toplamda cürümlerle şekillendiriliyor. Baş Amirin, baş faşistiyle bir ve beraber kotardığı her tümce, aman şimdi iktidardan olmayalım da ne olursa olsunlarla birlikte bir avaz düş kırımı şekillendirilir. Düşüncenin, yaralara dair ses etmenin ne varlığı ne izi söz konusu edilendir. Cerahat nüksettikçe, her yanı kuşatmak ve fethetmek ile açık ve bariz bir biçimde devam olunan tahakküm etme halleri güncellenir. Biteviye doğrular yerine eğrilerin aldığı bir güncellik hasıl olur. Biyopolitik bir döngünün dahilinde hayata o olmuş, şu hale konulmuş, bu kırımlara rehin edilmiş mesel edilmesin diye kırk bir takla atılmaya çalışılır. Oysa yara hepten ortadadır. Oysa her şey doğrudan yaşayanların genel hanesinde bir sabit olarak işlenmiştir.
Hedefler okunurken, büyük atılımlar bahsileri gırla giderken, durmak yok yola devam hal ve isteminden sonra çıkagelen bizsiz bu memleketin hali nice olur korkutmasıyla birleşik bir biçimde / yönlendirme ve tahayyüller toplamıyla memleketin dönüşümü enikonu ve doğrudan doğruya karanlıktan çıkagelir. Cerahat artık öylesine pektir, düzen ve siyasetin sacayağı kılınmış olan yaygın medya o kadar rehin alınmıştır ki bütün bu başa örülmüş o çoraplar fark edilmiyor zannedilir. Biteviye çürüme her yanı kuşatırken meselemiz yoktur buyrulur, oysa gören gözlere, sorgulayan akıllara her şey yeni ülkenin kumaşının her nasıl yamalı bohça olduğunu bildirir. Her nasıl bir ülkeden tastamam çıkıldığının meramı aleni bir biçimde yaşama izi çıkartılandır. Duraksamak nedir bilmeden, tüketimin, tüketenin ol tükenişin şablonları aralıksız kılınır. Yol, yordam, akıl ve izan sıfırlanmıştır, sıfırın tam da dibine esir edilendir.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Yurt ve ev kiralarından kaynaklı barınacak yer bulamayan öğrenciler, 650 TL'lik bursların ev depozitosunu bile yetmediğine işaret ederek, "Verdikleri parayı bir şekilde geri alıyorlar" dedi.
Fahiş ev kiraları ve yurt sıkıntısı nedeniyle dışarıda kalan üniversite öğrencileri İstanbul, Ankara ve Kocaeli başta olmak üzere 9 kentte eylemde. “Barınamıyoruz Hareketi” adı altında örgütlenen öğrenciler, yaşadıkları sıkıntıları parklarda yatarak protesto ediyor. Soğuk havaya rağmen eylemlerini sürdüren öğrenciler, ev kiraları ile yurt fiyatlarının düşürülmesini istiyor.
Kalacak yerleri olmadığı için 3 gündür geceyi İstanbul'da bulunan parklarda geçiren öğrencilerden Vedat Saçak, yaşam ve eğitim haklarının ellerinden alındığını ifade etti. Buna karşı direndiklerini söyleyen Saçak, ülkedeki ekonomik krizden en çok etkilenenlerin başında öğrencilerin geldiğine dikkati çekti. Saçak, AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın, "Elinize dilinize dursun ya" dediği 650 TL'lik öğrenci burslarına işaret ederek, "Bu burs hiçbir şeyimize yetmiyor. İlk bursunu depozitoya veriyorsun. Hatta burstan fazlasını depozito olarak veriyorsun. Verdikleri parayı bir şekilde geri alıyorlar" diye kaydetti.
Bursların yaşamlarını idame etmeye yetmediğini kaydeden Saçak, geçinemeyen yüzlerce öğrencinin okulu bırakmak zorunda kaldığını söyledi. Saçak, "Hakkımızı alana kadar dışarıda mücadele edeceğiz. Birçok arkadaşım geçimini sağlamak için yarım gün çalışmak zorunda kalıyor. Öğrencilerin neden bu halde olduğu sorulmalıdır. Tüm gençlere ve öğrencilere çağrı yapıyoruz; Bu sorun hepimizin sorunudur. Buraya gelerek direnişi büyütebiliriz. Kimin elinden ne geliyorsa yapması gerekir” çağrısı yaptı.
Bir diğer öğrenci Özlem Damla Arık, aldıkları bursla geçinemediklerini ifade etti. Yurtların kapasitesinin düşük olduğunu kaydeden Arık, “Bundan dolayı öğrenciler devlet yurtlarına yerleşemiyor. Özel yurtlar ise çok pahalı. Bu fahiş yurt ve kiralara devletin sessiz kalmasından dolayı buradayız. Fahiş yurt fiyatlarını ödemek için çalışmak zorunda kalıyoruz ya da cemaat yurtlarında kalıyoruz" diye konuştu. Devletin yurt kapasitesini genişletmek yerine cemaat yurtları yapmakla meşgul olduğuna dikkati çeken Arık, "Bizler yurtsuz öğrencileriz. Ev kiralarını ödeyemiyoruz ve bundan dolayı yaşam kalitemiz düşüyor. İktidar geldiğinde burs 45 TL, çeyrek altın ise 30 TL idi. Şimdi burs 650 TL, çeyrek altın 800 TL. Buradan farkı ölçebiliriz” ifadelerini kullandı.
Arık, Erdoğan'ın burslara dair açıklamasına işaret ederek, “Devlet yurt fiyatları şuanda 450 TL. Burs parasından yalnızca 200 TL kalıyor. Kalan parayla nasıl geçinelim? Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamanın doğru olmadığı apaçık ortada. Alım gücünün düştüğü böylesi bir dönemde 650 TL gibi bir bütçeyi yeterli bulan insan, hayal dünyasında yaşıyor demektir. Öğrenciler çalışmak zorunda kalıyor. Bu da öğrencilerin emeğinin sömürüldüğünün kanıtıdır. Okul ile işi bir arada götürmek, sosyal hayattan tamamen mahrum kalmamıza neden oluyor” diye konuştu.
Barınma sorunu yaşayan üniversite öğrencisi Zelal Baydemir, sorunun kaynağının iktidar olduğunu söyledi. Binlerce öğrencinin sırf kalacak yer bulamadığı için tercih hakkından mahrum kaldığını ifade eden Baydemir, "Bunu öğrenciler mi abartıyor? Nitelikli eğitim hakkı en temel hakkımız. En temel ihtiyaçlardan biri de barınmadır" diye kaydetti. İhtiyaçların giderilmesi ve bursların artırılmasını isteyen Baydemir, “Yetkililer sorunlara çözüm olmamaya devam ederlerse eylemimizi, çadır eylemine dönüştüreceğiz" uyarısında bulundu.
İstanbul'da ev kiralarının 2 bin TL'nin üzerinde başladığına dikkati çeken Baydemir, şunları söyledi: "Öğrenci olduğumuz için kiraları daha da yükseltiyorlar. Burada direk sermayeyle kurulan bir işbirliğinden bahsedebiliriz. Öğrenci olmamızdan dolayı çok düşük ücretlerle güvencesiz çalışmak zorunda kalıyoruz. Sorunlarımızın hepsi çok ortak. Herkesi dayanışmamızı büyütmeye çağırıyoruz."
Öğrencilere destek veren Halkların Demokratik Partisi (HDP) Diyarbakır Milletvekili Dersim Dağ ise, öğrencilerin yaşadıkları sıkıntılara yabancı olmadıklarını söyledi. Burs ve kredi fiyatlarının çok düşük olduğuna işaret eden Dağ, "500-600 TL alan bir üniversite öğrenciden, eğitim hayatına devam etmesini istemek gerçekçi değil. Aynı zamanda sosyal devlet anlayışından uzak bir yaklaşım. Bu yaklaşım öğrenciyi açlığa, yoksulluğa mahkum eden bir yaklaşımdır" diye konuştu.
Öğrencilerin yüksek ücretli evlere veya aparta mahkum edildiğini vurgulayan Dağ, "Bugün de öğrenciler barınamadıkları için sokakta mücadele ediyorlar. Bin odalı saraylarda yaşayanların öğrencileri sokaklara mahkum etmesi asla kabul edilemez. Öğrencilerin bu mücadelesi meşrudur, en temel haktır. Bugün olduğu gibi bundan sonraki süreçte de bu meşru talebi haykırmak için öğrencilerin sesi olmaya ve alanda direnmeye devam edeceğiz” dedi.”
Ekranlardan aksettirilen ülke tahayyülü ile pratikte var olanın arasındaki uçurum halini en kestirmeden bildiren bir direniş örgütlenir. Erk, muktedir, iktidarın var ettiği acziyet dolu, sadaka kabilinden yardımı büyük dünyaları ayağa getirmiş gibi bildirenler ekranda ahkam üstüne ahkam keserken, öğrencilere yeni yaftalar biçmeye çabalarken, olmakta olanın nasıl da doğrudan bir yıkım / mahrumiyet / hak gasbı olduğu görünür. Teferruat olarak şu sahnede bildirilen bir yaşam akdinin muhafazasıdır. Boylu boyunca endamıyla sahneye zuhur eden devletlinin, bir ülkenin geleceğine dönük üstü örtük, başı sonu muğlak kılınan tahayyüllerinin, vaatlerinin boşa düşmesi kesintisiz olarak kanıtlanandır. Bir biçimde en temel hakların yıkıldığı / çalındığı / yerle yeksan edildiği yerde, istenen hikaye aksetsin, duyurulsun netice sokağa düşmüş olan isyanın ta kendisinde tekzip edilir. Bütünüyle meram barizdir. Yaşamsal olanların, temel hak diye bildirilenlerin, en basitinden hayatı idame etme gailesinin karşısında yıkımı önceler devletli. Durmadan dinlemeden neyinize yetmiyor diye çıkagelir devletli! Yetemeyen şeyin bursların kıtlığından, yaşanan krizlerin ta kendisinden, ekonomik buhranın ortasında dımdızlak, bir başına terk edilen insanların suretlerinden afaki kılınırken hala çal çene büyük ülke masalları anlatılır. Büyüklere anlatılan mübalağalı masalların miadı henüz dolmamış mıdır?
Gazete Duvar’dan aktaralım: “Üniversite öğrencilerinin tüm Türkiye'ye yayılan 'Barınamıyoruz' eylemlerine en sert polis saldırısının yaşandığı Eskişehir'de Valilik, gençleri engellemek için bu defa 'Covid-19' salgınını gerekçe gösterdi. Eskişehir Valiliği'nin internet sitesinden yaptığı açıklamada İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulunca korona virüsüyle mücadele kapsamında ek tedbirler alındığını duyurdu.
Valilik açıklamasında "2021- 2022 akademik yılının başlaması ile üniversitelerimiz yüz yüze eğitime geçeceğinden öğrencilerin çeşitli sebeplerle bir araya gelebilecekleri, bu durumun da virüsün yayılım hızının artmasına neden olacağı değerlendirildiğinden sosyal mesafeyi azaltan ve koronavirüs tedbirlerini ihlal eden toplanmaların önlenmesine karar verilmiştir" ifadeleri yer aldı.
Ayrıca kararda "Koronavirüsün yayılım hızının artışına mahal vermemek için ilimizdeki üniversitelerde eğitim-öğretim görecek öğrencilerin her türlü ihtiyaçlarının karşılanması konusunda Eskişehir Valiliğince (Açık Kapı Şube Müdürlüğü, Kaymakamlıklar, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları) gerekli hizmetler verilecektir" ifadeleri kullanıldı.
Eskişehir Valiliği'nin yasaklama kararına rağmen, bir grup üniversite öğrencisi Eskibağlar Mahallesi İsmet İnönü Caddesi'ndeki parkta bir araya geldi.
Ev ve apart fiyatlarına getirilen zamları protesto eden grup pankart açmazken, slogan da atmadı.
Öğrenciler sosyal mesafe kuralına uygun olarak eylem yaptı. Gençler yanlarında getirdikleri battaniyelerle polisin adeta ablukaya aldığı parkta oturdu.
Öte yandan dün gece aynı parkta basın açıklaması yaparak pankart açtıkları için polisin darp ederek gözaltına aldığı 6 öğrenci de ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakıldı.”
Ekranlardan bir ülke tevatürü var ediliyor. Her şeyin basmakalıp, benzersiz bir biçimle uyum / ahenk dahilinde her şey yolundaymış türküsü çağrılıyor. Yukarıdaki hakikate karşı sözü muğlak kılan / cerahati yücelten temsillerle, laf çevirmelerle gündem, güne düşmüş olan o ağır kaygı örtbas edilmeye çalışılıyor. Misal bakan Kasapoğlu’nun şu aşağıdaki demeci gibi bir veciz silsilesinin, geçinemeyen, barınamayan öğrencilerle her ne ilgisi vardır, yaygın medyadan bir tek cılız sorgu karşımıza çıkarılmayandır. Bu hal neyin nesidir? “Mavi vatanı inkar eden anlayışla, PKK'ya iltisaklı partilerle yaptıkları iş birlikleriyle, gençlerimizin geleceğini garanti altına alma noktasında açıkçası acziyetlerini görüyoruz. Gençlerimiz bizim gözbebeğimiz. Onların bu çabaları en güzel şekilde gördüklerine, bu güzel tabloyu en güçlü şekilde hissettiklerine inanıyoruz. İşte bunun ispatı, yurtlardaki anketlerde yüzde 98-99'larda çıkan memnuniyet anlayışıdır. Türkiye'nin her yerinde gençlerimizle birlikte oluyor, oturuyor dertleşiyoruz.” Bu sözlerin sarf edildiği günün gecesi kolluk şiddeti dört bir yanda öğrenci avına çıkandır. Böyle ezber bu kadar motamot yıkıcı, yaftalayıcı bahislerle bir sorunun çözümü değil mutlak ve kati çözümsüzlüğüne devam olunandır. Yol sahiden nereye?
Düzenin başındaki temsillerin dilinden bir yoktur çıkınca olan şey / yaşananlar yok olur mu, sahiden olabilir mi? Ekranlardan yayılan ülkenin ters köşesi her gün sokaklarımızda kendiliğinden zuhur ediyor. Sokak, mahalle, kantin, okullardaki gibi şimdi de parklardan ses ediliyor. Ol güçlü ülke tiradının yanı başında bir ülkenin geleceğine kastı güncelleyen bir tahakküm haline isyan sürüyor. Doğal akışı içinde kendi yanlışlarını doğru diye anan, addeden büyüklere rağmen gençler izanı, hakkı ve hukuku bildiriyor. Cerahat, ekranlarda onca şatafata rağmen her gün birimizden birisine bedel kılınanlar ile çıka geliyor. Bir yer, bir yurdun yaşamla ilintisine dair ket kesintisiz kılınıyor. Baş Efendiden, en dipteki ol kolluk personelinin var ettiği tahakkümden, yaydığı şiddetten, her güne içkin kıldığı en akla hayale gelmeyecek olan kötülüklerden bir ülke imi kendiliğinden görünürlüğüne kavuşuyor. Hayatı bu sahnede daha en baştan mağlup bir savaşa dönüştüren, herkesin ama her bir bireyin hakkını yerle bir eden bir zihniyet, çeteleşmiş bir akım karşısında meseller yok sayılıyor. Hiçbir şey gerçekliğine kavuşmadan, sümen altı ediliyor. Bir tek olumlanabilir şeyin yaşanmadığı, her günün bir öncesi kadar ağır yıkımlarla kuşatıldığı yerde devletin / devletlinin molozları, irini, kötülüğü artık ekranların dibinden taşıyor, kesin bilgi. Kim, nasıl, nerede ve ne şekilde hesabını verecek meçhul addedilen yerde ol ülke yeni olsa ne yazar, eskinin ta kendisine bunca biat sürgit yinelenirken, haksız mıyız!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Barınamıyoruz Şişli Eyleminden – İlknur KARADENİZ – Şişli Gündemi
1 note · View note
seslimeram · 3 years
Text
Çukur!
Tumblr media
Bariz, belirgin ve doğrudan bir demokrasi tanımının içinin topyekun boşaltıldığı bir yere, bir sahneye dönüştü bugün şu ülke nam çukur. Vahim olanın peşinde, güçten ve zorbalık hallerinden el alarak belirgin bir yön tayinine girişilen bir sahada “demokrasinin” abecesi yerle yeksan ediliyor, behemehal. Neoliberalizm politikalarının pandemi sürecinde işin de enikonu zıvanadan çıktığı bu surette, var edilen her tahayyül, bir denetim, gözetim ve illa ki o tahakküm etme nesnelliğine dönüştürülendir. Bugünün şartlarında iş bu menzilde tüm o devletin dünü ile şimdisinin mutabık kaldığı yegane konulardan birisi bu baskılama ve hiç aralıksız yıldırı halidir. Üstünkörü değil, abecesiyle, eylemselliği, kanunuyla belirgin bir biçimde yeni ülke bütün bu yıkım şemasına bağlı ve onu takip eden ve sıradanı açıkça sınırlandıran bir yönelimi var eder. Yeni ülkenin demokrasi mefhumunun bunca karanlık bırakılması gayreti bu bahsin devamlılığıdır.
Düzayak devlet, tek adamla birlikte sağlama alınan, sağlaması yapılan, denetim, gözetim ve tahakküm halleriyle bu bahis kalıcı kılınır. “Normalleşme” tezahürünün her nasıl bir yıkıma çıkartıldığı önümüzdeki günlerde bariz ve belirgin olacaktır. Bütün bir sahnenin zorla, bet ve feci ile kuşatılması kesintisiz kılınandır. Bu ülkenin “çukura” evrimi böyle güncel bir meseledir, bu kadar kesintisiz ve doğrudan. Bir sahanın yaşamla bağlarına en kestirmeden müdahalelerin var edildiği yerdeki durumun ta kendisidir çürüme. İstem ve anlamca demokrasinin yıkımı kesintisizdir artık. Devletin şimdiki mutabakatında en önü tutan, baş amir ve baş faşistin birlikteliklerinde ortaya serilen insan hakları düzenlemesi bahsinin bir Avrupa birliği fonundan iç edilecek milyonlarca liranın hesabı adına olduğu ortadayken var edilen çürümenin meselesidir anlatmak istediğimiz. Sivil toplum kuruluşu gibi davranan bir yapının, aslında kural ve kaideleri çok iyi bildiği ve her yerden bangır, bangır, bağır çağır yüzümüze çarpılan demokrasi / insan hakları mesellerinde küme düşe duran halini örtbas etmek için tezgahta işlenen bir laf kalabalığı olduğu bir sahnenin her neresini nasıl düzeltirsiniz.
Bunca afaki bir biçimde sıradan olanın, yurttaş haklarının, devrim, düzenleme, atılım ve reform ve iyileştirme bir dolu adla anılan yeniden ve yeniden hamlelerle / vaatlerle daha da içinden çıkılmaz bir biçimde çıkmaza koşulduğu yerde olmakta olan utançların tam da bu sahada nasıl var edildiğinin şablonudur. Muktedir ve avenesi, tüm ortaklarıyla, tek tip, tek anlam / tek renk bir menzili var eder. Bunca afaki bir biçimde eksik olanı topyekun bir biçimde yok etmenin kıyısına taşırken, onca nutkun hemen sonrasında günbegün var edilmiş şiddetle birlikte bir ülkede demokrasi edimi yerle yeksan edilir. Bu hallerle bu kadar keskin / kesin cürümlerle birlikte bir uzam yaşatmaz / yaşanmaz kılınır. Muktedir ve avenesinin, iletişim başkanlığı memuru, yerli ve milli goebbels ile bir ırkçı olmanın çok ötesine geçmiş, bir doksanlar karanlığının temsilcisi içişleri bakanının ortaklığında ol ekranlardan var ettikleri nefret / ayrım ve ötekileştirmelerin bütününde bu yaşatmaz yerin varlığı sabit olunur.
Düzen kendi ehvenini, en betten, en feci olandan basbayağı rezil bir yıkım döngüsünü bir biçimde sürekli savunarak bulur. Cerahat sarmalı, kendilerine bağlanmış yaygın medyada var edilmiş nutuklardan, söylevlerin arasında sıkıştırılan hedef almalardan, biteviye ama hiç kesintisiz ülke güllük gülistanlık tedbirsizce laf edenler hainlerdir, mihraktır, vatansız, bu toprağa düşmandır ezberleriyle bir çürüme kalıcı kılınır. Fasit döngüye rehin edilmiş her durumda daha da dipsiz bir yıkımın koyaklarında dolaşmaya devam ettirilen yer, saha gerçektir, gerçeğin ta kendisidir. Mütemadiyen var edilenlerin, birbiri ardına hakikat kılınan tahayyüllerin paralelinde bir asırdır yenilip, yerilip, yıkıma rehin edilmiş bir edim, demokrasi mefhumunun ta kendisi vardır, ne eksik ne fazla!
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Kadıköy'de 8 Mart Kadın Platformunun çağrısıyla yapılan mitingin ardından polisin şiddet uygulayarak gözaltına aldığı dokuz kişiyle ilgili tutuklama talep edildi. Mitingin ardından polis, eyleme katılan LGBTİ+'ları taksiden indirip gözaltına aldı. Basının görüntü almasını da engellemeye çalışan polis çok sayıda kişiye şiddet uyguladı.
Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesinin açıklamasında gözaltına alınanların Anadolu Adliyesine götürüldüğü belirtilirken savcılık tarafından ifade alınmaksızın tutuklanma talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildikleri belirtildi.
8 Mart Kadın Platformu Twitter hesabından yapılan açıklamada Kadıköy Kaymakamlığının olaya dair yaptığı açıklamada yalan ifadeler kullanıldığı belirtilerek şöyle denildi: "Kadıköy Kaymakamlığının paylaşmış olduğu açıklama tamamen yalan dolandır! Arkadaşlarımız mukavemet esnasında değil, taksiyle evlerine dönmeye çalışırken önleri kesilip işkenceyle gözaltına alınmıştır. Erkek ergemen sisteme göre 'trans+ korteji'nin var olmasının mukavemet sayılmasını reddediyoruz. #AlışınGitmiyoruz demeye devam edeceğiz. Derhal gözaltıları serbest bırakın!"
Gökkuşağı renklerinden nem kapılıp, ayrımcılığın daniskasına imza atan iletişimci yeri ve milli goebbels’in var ettiği cümlelerin hemen ardından gerçekleştirilir bu gözaltı ve dahi o işkence. Düzen kendi devamlılığını insanların hayat haklarına göz dikerek, anayasal bir hak olan eleştirme, bir yerlerde toplanıp protesto etme haklarını yerle bir ederek ya da hiç mümkün kılmayarak, hepten hep ezberden bir tahakküm etme ile başka kimlikleri düşman bilerek bu fasit döngüyü günceller. Hem demokrasi, eşitlik, adalet ve dahi bunları kapsar görünen o insan haklarının durumundaki fecaat hali de cabasıyken bunları örtbas etmenin en kolay ve köklü yolu şiddet mefhumu bir kez daha 8 Mart öncesinde Kadıköy’de var edilir. Cürüm hemhal dilin, var ettiği her şeyde biraz daha, bir kez daha denediği o linççi akım bu kez Trans aktivistlere yönelik şiddetle çıkagelir. Gözaltıların akıbeti şimdilik belirsizdir, lakin ıslak bırakılmış insanlara kuru / temiz giyecek dahi verdirmeyecek kadar kötülüğü içselleştirmiş bir kolluğun karşısında hiçbir sıradan insan güvende değildir hiç ama hiçbir zaman, kesindir! Sorguları alınmadan, direkt olarak tutuklanmaya sevk olunan o insanların hayatlarına düşülen her şerh, bu topraklardaki yaşam istencinin de köküne her nasıl kibrit suyu dökülmek isteniyor bunu kanıtlamaktadır.
Politik Baykuş hesabının bildirdiğidir: “Dün gerçekleşen Büyük Kadın Buluşması sonrasında gözaltına alınan arkadaşlarımızdan 2'sine bir aylığına ev hapsi, hepsine yurt dışı çıkış yasağı, 2 aylığına Pazar ve Cuma günleri olmak üzere imza atma yükümlülüğü verildi.”
Cerahati içinde debelenen, değil bahar gün yüzü bile göremeyecek bir sahanın imalinin her nasıl biçimlendirildiği artık kesintisiz görünür kılınandır. Bu kadar afaki bir biçimde o yıkıcılık, nefret ve şiddet pratiklerinin bu menzili taşıdığı yer bir uçurumdan gayrısı hiç uzak değildir.
BirGün Gazetesi’ne bağlanalım: “Samsun’un Canik ilçesinde İbrahim Zarap isimli bir erkek, boşandığı kadını şiddete maruz bıraktı.
Canik Emniyet Müdürlüğü Aile İçi Şiddet Bürosu tarafından gözaltına alındı.
AA'nın aktardığına göre, İbrahim Zarap tarafından şiddete maruz bırakılan kadın, hastanedeki tedavisinin ardından taburcu edildi.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, olay hakkında soruşturma başlatıldığını bildirdi.
Twitter hesabından açıklama yapan Gül, "Samsun’da kadına karşı şiddetin en aşağılık örneklerinden birinin sergilendiği olay hakkında soruşturma başlatıldı. Başsavcılık talimatıyla fail yakalanarak gözaltına alındı. Hukuk gereğini yapacak, failin yaptığı yanına kâr kalmayacak" ifadelerini kullandı.
Olayın ardından sosyal medya üzerinden kadının kardeşi bir paylaşım yaparak, defalarca kez İbrahim Zarap isimli erkekten şikayetçi olduklarını ancak bir şey olmadığını ifade etti.
Rümeysa isimli kullanıcı, paylaşımında, "Evet bu kez çok yakınımızda bu videodaki kişi benim ablam. O çığlık atan küçücük çocuk benim yeğenim. Ne olur yardım edin. İlk defa değil yüzlerce kez şikayetçi olduk hiç ceza almadı. Videoda sokak ortasında küçücük bi çocuğun önünde öldüresiye dövülen kişi benim ABLAM” ifadelerini kullandı.
Sosyal medya kullanıcıları "#ibrahimzaraptutuklansın" etiketi ile tepki gösterdi.
Hastane Başhekimi Ahmet Şen de hastanın müşahede altına alındığını belirterek, "Kendisi travmaya maruz kalmış. Kafa travması var. Kafada ödemleri var. Beyinde ve boyunda cerrahilik bir bulgumuz yok. Yüz kemikleriyle ilgili bazı patolojik görüntüler var. Batın içinde herhangi bir organ hasarımız yok. Hastamızda şu an için bir hayati tehlikesi olduğunu söylemeyiz. Bilinci açık. Birkaç gün takip edeceğiz" dedi.
Şen, şiddete tanıklık eden 5 yaşındaki küçük çocuğun aile yakınlarının yanında uyuduğunu ifade ederek, "Onunla ilgili bir şey düşünmüyoruz. Ama ruhsal travma tarafı bundan sonra üzerinde daha çok durulması gereken taraf olacak diye düşünüyorum. Ama travmatik lezyon yok şu anda" diye konuştu.
Olayın ardından yurttaşlar tarafından etkisiz hale getirilen ve polis ekiplerince gözaltına alınan İbrahim Zarap emniyette alınan ifadesinin ardından adliyeye sevk edildi. İbrahim Zarap’ın polise verdiği ifadesinde, “Kızımı teslim ederken bana, ‘Sana bir daha kızı göstermeyeceğim’ gibi şeyler söyledi. Bir anda gözüm döndü ve sinir krizi geçirmişim. O yüzden böyle yaptım. Olaydan sonra çevredekiler beni darp etti. Eğer kimlikleri tespit edilebilirse hepsinden şikayetçi olacağım” dedi.
İbrahim Zarap, sevk edildiği adliyede, çıkarıldığı mahkemece ‘kasten öldürmeye teşebbüs’ suçundan tutuklandı.
Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı, İbrahim Zarap tarafından darbedilen kadın ile çocuğunun koruma altına alındığını açıkladı.”
Gücün zorbalığı, erkek egemen siyasi angajmanların, yerleşik kural diye çıkagelen betin ve feci olanın peşi sıra bir cins kırımının var edildiği menzil bugün hakikattir. Onca lafza, bir dolu tespit ile bugünkü iktidarın biz olmasaydık, haliniz şu olurdu, bu olurdu bahsinin az berisi böylesi bir yıkımın suretini barındırır. Kadına yönelik şiddetin, ekranlardan tüm o muktedir sahnesinden çıkagelen tehdit cümlelerinden, ayrımcılık ve daha fazlasının bu sokaklara denk düşen suretlerinde hayat kırıma uğratılır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformunun geçtiğimiz yıla dair raporuna göre üç yüz kadının cinayete kurban edildiği, binlercesinin yaralandığı, işkenceye tabi tutulduğu, dövülüp taciz edildiği bir menzilde şu yukarıda gördüğümüz, gözümüzün önünde cereyan eden şey bir yok ediş halidir. Bir tür cins kırım halinin mütemadiyen, her yerde alttan alta desteklenmesinin var ettiği karanlıktır. Karşımızda cismanileşen, düzenin var ettiği, yol verdiği, Anadolu’nun o insanlık mefhumu ile bağlarını artık tastamam koparmasının yolunda yürüyen bir cerahat sahasına dönüştüğünün de ilamıdır. Kadınlar 8 Mart’ta seslerini yükselteceklerdir. Bunca açık olan bir tahakküm etme, yok etme düzeneğinin var ettiği karanlığı alaşağı edecek ol mekanizmaların harekete geçirilmesine daha kaç sınav, kaç kırım, kaç dayak, kaç işkence ve kaç cinayet vardır, biliyor muyuz?
Ahmet Kanbal'ın, Mezopotamya Ajansı'ndaki haberidir: “Şırnak’ın İdil ilçesinde 16 Şubat 2016’da ilan edilen sokağa çıkma yasağı sırasında 7 Mart 2016’da Cehennem Deresi’nde 9 kişiyle birlikte katledilen 13 yaşındaki Fatma Elarslan’ın ölümünün üzerinden 5 yıl geçti. Elarslan’ın çıkan bir çatışmada yaşamını yitirdiği iddia edilse de daha sonra bölgede herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı olay yeri tutanağıyla ortaya çıktı.
İnfaz edildiği belirtilen Elarslan’ın, yapılan otopsi işleminde ölümün ateşli silah yaralanması ve mühimmat patlaması sonucu aldığı yaralardan kaynaklandığının anlaşılması üzerine infaz şüphesi güçlendi. Buna rağmen Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma dosyası, 2020 yılında “Kovuşturmaya yer olmadığı” gerekçesiyle kapatıldı.
Dosyanın kapatılmasına ise sokağa çıkma yasağıyla ilgili birçok kişi hakkında beyanlarda bulunan “Hilal” isimli gizli tanığın ifadesi gerekçe gösterildi. Fatma’nın ölümüne neden olan kurşunun tespit edilemeyeceğini öne süren savcı, “gizli tanık” ifadesine dayanarak, Fatma’nın “örgüt üyesi” olduğunu iddia ederek, ölümün “hukuka uygun” olduğunu savundu.  
Aile avukatı Veysel Vesek’in üst mahkemelere yaptığı itirazlar da reddedildi. Verilen karara karşı dosyayı İstinaf Mahkemesi’ne taşıyan avukat Vesek, Anayasa Mahkemesi’ne de bireysel başvuru yaptı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre 13 yaşındaki bir çocuğun “örgüt üyesi” olarak görülemeyeceğine işaret eden avukat Vesek, verilen kararın hukuka aykırı olduğunu söyledi.
Fatma’nın hangi silahla öldürüldüğünün henüz belirlenmediğini dile getiren avukat Vesek, bölgede öldürülen birçok çocuğun dosyasında benzer kararlarla karşılaştıklarına dikkat çekti. Gerekli soruşturmanın usulüne göre yapılması gerektiğinin altını çizen Vesek, Fatma’nın öldürülmesinin meşrulaştırılamayacağını ifade etti. Vesek, “Bu ülkede adaletten söz edeceksek, önce küçük çocukların öldürülmesini hukuka uygun hale getirmekten vazgeçmeliyiz. Kararların hukuka uygun olarak alınması gerekiyor” dedi.”
Çocuklarının canına kıymakta bir beis görmeyen, bunun hesabını terörle mücadele, yok terörist itlafı gibi bir dolu şeyle geçiştirmeye gayret gösterenlerin elinde demokrasinin de, eşitlik ve adalet tahayyüllerinin de koca bir hiç kılındığı Fatma Elarslan’ın katledilmesi sonrası çıkagelen bu adaletsizlik bahsinde belirgin olur. Bakur Kürdistan’ında hayatların bilabedel kılınmasının utancına ek, katledilmiş ve hesabı verilmemiş çocukların deryası olmasında kaçıncı örnektir, meçhuldur muhayyiledir. Bir asrı aşkın bir zaman aralığında hayat hakkının, öteki diye anılan kimliklerin yekununa karşıt, ayrımcı, ötekileştirici olarak var edilmiş sureti can almaya, can çalmaya devam etmektedir. Bugünün ülkesinde olmakta olan çocukların kırımlarının dahi hesap verilmezliğidir. Hukuki kılıfı bulunup, bir de atıldı mı her şeyi unutturacakmış gibi davranılan atıflar, kanıt diye ileriye sürülen o hakir görüşler bir biçimde Kürd ile ülkenin kalanı arasındaki bağların da eksiltilmesine neden / sonuç olur, oldurulur. Kim farkındadır?
Bugünün şartlarında iş bu menzilde tüm o devletin dünü ile şimdisinin mutabık kaldığı konulardan birisi bu baskılama ve hiç aralıksız yıldırı halidir. Bütünüyle bir menzildeki o hayat hakkının tarumar edilmesi kesintisiz kılınmaktadır. Baş Amir’in bir hafta boyunca tüm ekibi, ortaklarıyla var ettiği şablonun bir istikamet değil, bir hak değil, bir hukuk değil bunların hepsinin birden çürütüldüğü, yok addedildiği bir menzil olduğu artık gün yüzü görendir. Biçimsizleştirme, tahakküm etme, suçlamalar, hak gaspları, hedef almalar ve bitimsiz linç tertipleriyle birlikte bir uzamın demokrasi istenci, sıradanın elinden artık gizlenmeden çalınandır. Acımasızlık ile tek adama dair, ait, kendisinden ve avenesinden gayrısının hayatına hiç ama hiçbir biçimde önem verilmeyen bir uzam güncelliği bugün yeni yeni yeni diye pazarlanandır. Ambalajı söküldükten sonrasında simsiyah bir dipsiz katran kalmaktadır, beyefendinin şahsi ülkesinde! Bugün bu raddede, hiçbir sıradanın hiç ama hiçbir hakkının var edilemediği, sözünün, sesinin kısıldığı yerde demokrasi sadece laf kılınandır. Lafta konulmuş olan müştereklerimizin ta kendisidir. Bugünün karanlık çağı içinde hayat istemi tüm bu hallerle birlikte yerle bir edilmektedir. Kayda geçsin.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Yürüyüşünden... DHA – T24
2 notes · View notes