Tumgik
#edebiyati
nimhandeee · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Yarıda kalmış aşklarının hesapları içinde
Denizlere açıldı içimizden biri
Niçin gittiğini söylemeden.
Doyulmamış arzularla doluydu yelkenleri.
Yıpranmış kelimelerin verdiği güvenden.
Bulacak sanıyordu yenilikleri.
Her an bir yeni su vardı,Her yeni suda bir yeni an.
30 notes · View notes
bosversene-hayat · 1 year
Text
Tumblr media
Birdahamı tövbe aşık olamam
Birdahamı tövbe hayal kuramam...
9 notes · View notes
harepare · 1 year
Text
cevremden beni anlatan laflar duymak hosuma gidiyor cunku gercekten tam olarak insanlarin beni anlatmasini istedigim sekilde biri olabilmisim
3 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 5 months
Text
Octavio Paz / Bir şiire nasıl başlanacağını, nasıl bitirileceğini hiç bilmiyorum
Tumblr media
Meksikalı yazar, diplomat Octavio Paz, Nobel Edebiyat Ödülü almadan üç yıl önce İngiliz şair ve ressam Melinda Camber Porter'la uzun bir söyleşi yapmıştı. Siyasi yaklaşımını da açıkladığı bu konuşmada edebiyattan bahsederken “Bence, yeryüzü duyumsallığına sahip olmaksızın iyi şiir yazılamaz” diyordu.
Yüksek düzeyde bir beyinsel bilinci korumayı başaran şairlerden birisiniz. Öyle yürünüyor ki bir yandan şiir yazarken bir yandan da eleştiri yazmaktan sakınmıyorsunuz. Bilirsiniz, Wordsworth gibi biri dünyevi idrakimizle teşrih yapmak için cinayet işlediğimizi söyler. Özellikle bugünlerde birçok şair ve sanatçı, bu beyinsel bilincin belirli bir biçimine karşı son derece güvensiz bir tavır takınma eğilimindeler. Peki siz bir eleştirmen olmaktan neden korkmuyor ya da sakınmıyorsunuz?
- Bilinç dışının kişisel bölümü diye bildiğimiz, zihnimizin o belirsiz kısmı beni daha fazla korkutuyor. Saf akıldan da korkmuyorum. Bence zamanımızın ve uygarlığımızın büyük sorunu akıl ile bilinç dışındaki kimliğin birbirinden ayrılmış olması. Aslında Wordsworth’ün kimliğin birbirinden ayrılmış olması. Aslında Wordsworth’ün bazı fikirleri, hem de bayağı beyinsel fikirleri vardı ama o bunları tartışmaya yanaşmadı. Coleridge yavandı; yani şiirleri öyleydi. (Tam olarak bilmiyoruz ama) belki de onun durumunda zihin, şairi yok etmişti; ama yok, bu söylediğime de gerçekten inanmıyorum. Bence çok iyi şiir bazı hallerde iyi düşünüşle birleştirilebilir. Her şey bir yana, büyük ahlakçı Dante, aynı zamanda hem büyük bir düşünür, hem de büyük bir şairdi. Çağımızda bunu daha mütevazı bir biçimde de olsa Eliot başardı; Verlaine gibi başka birkaç şair de. Ama ben, aklın sınırları olduğu düşüncesindeyim. Biz şairler bu sınırı görebilmeliyiz.
Akılcılığın ve katolik ahlakın
zaferi cinsel baskıyı doğurdu
Nasıl?
- Benim durumumda, aklın sınırlarını görmeme sanırım, şiirimle ilgilenen bir kız arkadaş yardımcı oldu. Aslında çok garip bir durumdu bu, çünkü ömrümün büyükçe bölümünü saf aklın sınırlılığını kanıtlamaya çalışmakla geçirmiştim. Ama kız arkadaşım, şiirimde akla fazla yer verdiğimi fark etmeme yardımcı oldu.
Conjunctions and Disjunctions [Bitişimler ve Ayrılmalar] adlı kitabınızda (ki ben bu kitabı erotizmin eşzamanlı ve artzamanlı bir incelemesi olarak görüyordum aşağı yukarı) cinselliği ve bilinçdışı itileri son zamanlarda aşırı dogmatik bir anlayışla kodlaştırdığımızı söyler gibiydiniz. Sanki zihnimiz, işlerliği olan bir aşk kavramını yok etmiş gibi.
- Evet doğru, Bence Batı uygarlığında cinsellik ve erotizm büyük baskı altında tutulmuştur; özellikle de 19.yy’dan bu yana. Bu baskı belki hız bile kazanamamıştır. Şurası açık ki, akılcılığın ve katolik ahlakın zaferiyle birlikte cinsel baskıya tanık olduk, öte yandan, 19. yy’da şiirde püriten zihniyetten bir kurtuluş, cinsellik konusuna karşı da bir ilgi görüldü. Ben bunu olumlu bir adım olarak görüyorum. Yalnız bence bu erotizm alanında üç ayrı düzey var. Bunlardan biri hayvanı, yani biyolojik. Cinselliği bitkilerde ve her yerde görürsünüz. Bu, hayatın kaynağı ve onu korumaya, sürdürmeye yarıyor. Ardından, erotizm alanı geliyor. Erotizmi ilkel kabilelerde görebilirsiniz. Erotizm, özellikle insanidir. Değişik bir özelliktir, çünkü öncelikle cinselliğin dönüşmüş halidir. İnsanlar sevişirler ama zengin bir hayal gücüyle, törenlerle ve değişik üsluplarla yaparlar bunu. Sonra, bir başka düzey daha vardır. Oldukça garip bir icattır bu: -Seni seviyorum- düşüncesi. Bu -aşk- kavramı Eski Yunan’da eşcinsel aşkla, Platonik aşkla başlamıştır belki de. Eski Yunanlılar genç erkek çocuklarına duyduktan -aşk-tan söz ederlerdi. Ama bu aşk, onlar için mutlak güzelliği tasarlamaya, düşünmeye yarayan bir yoldu. Yani modern anlamda, gerçek anlamda bir aşk değildi. Aşk, bir insan üzerinde yoğunlaştığınızda ve bu insan da size cevap verdiğinde mümkündür ancak. Gizemi de buradadır zaten. Yalnızca aşk nesnesini tasarlayıp düşünmezsiniz. Çünkü bu nesne size cevap verebilen, sizi sevebilen, mahvedebilen, size kötülük yapabilen, vb. bir kişidir. Onunla içli-dışlısınızdır. Ve bu da şairlerin bir keşfidir, felsefecilerin dep. Bunu önce şairler keşfetti, ondan sonra da romancılar. Bu, engin bir aşktır. Ve aşk nesnesinin özgürlüğünü görebilmek önemlidir çünkü bir nesne değildir ki o. Ve endişelenip dururuz, çünkü onun bize istediğimiz gibi karşılık verip vermeyeceğini kestiremeyiz bir türlü. Bu aşk düşüncesi benzersiz, tek bir kişiyle; benzersiz, tek bir bedenle mümkündür. Erotizmde ise nesnenin yerine bir başkasını koyabilir, hatta kendiniz de değiştirebilirsiniz. Aynı anda değişik pozisyonlarda sevişen bin tane insan olabilir. İşte bu, erotizmdir. Ama aşk da bir çeşit garabet değil midir? Bir tek o insanla mümkün olabilir. Bence uygarlığımızın en iyi taraflarım, en büyük romanları, en büyük şiirleri, en büyük mitosları işte bu tutkuya borçluyuz. Aşk, bazı açılardan bir tür hastalık gibi görülmüştür ama öyle bir hastalıktır ki bu, onsuz gerçek ve iyi bir yaşam mümkün değildir.
Evet ama siz bunun temelde şiirin bir buluşu olduğunu söylüyorsunuz.
- Evet, öyle.
Ve her ulusun kendi buluşu olan bir buluş, öyle mi?
- Evet.
Whitman'ın Latin Amerika şairleri üzerinde berbat etkisi oldu
Bana öyle geliyor ki ABD özellikle herhangi bir erotizm geleneğinden yoksun. Erotizm Fransa’da mevcut ama İngiltere’nin durumundan emin değilim. Gene de, cinselliğin çok garip bir şekilde arıtıldığı Amerika'dan daha fazladır herhalde.
- Amerikalılar kafayı iyice doğa fikrine takmış.
Doğa mı?
- Doğal olmak isterler. Amerikalılar aşkın doğal olması gerektiği fikrine takmışlar kafayı.
Sizce neden böyle bu?
- Amerikan geleneğinde erotizm günah sayılır. Amerikalılar püritendir. Günaha karşı başkaldırılırken de yapılacak en iyi şey, doğaya dönmektir tabii. Bütün bu sevgi gösterileri çok komik. Cinsel azınlıklar tutkularla siyasal hakları, siyasal haklarla doğal hakları, herşeyi birbirine karıştırır. Bence erotizm doğal bir şey değil. Doğal’ın tersidir hatta. Amerikan uygarlığının mitoslarından biridir bu: Doğa. Doğal olmak. Saf olmak.
Nereden kaynaklanıyor bu? Thoreau'dan mı?
- Evet, Thoreau’dan. Ama Thoreau da Rousseau’dan kaynaklanmaz mı?
Evet.
- Elbette bütün uygarlıklar doğaya bir nostalji duyar.
Dünya ile yekvücut olduğumuz hayali bir geçmişe duyulan bir özlem midir bu?
-Evet. Ve bu Whitman ile Thoreau'da iyice belirgindir. Aslında Thoreau'yu da Whitman'ı da çok severim. hitman büyükt bir şairdir ama onun bile eksikleri vardır. Latin Amerika şairleri üzerinde berbat bir etkisi olmuştur. Bu şairlerin birçoğu onun yüce üslubunu taklide yeltendi.
Uzun şiir kurma geleneği Fransızlar'dan kaynaklanmaz
Sizin eserinizde Fransız edebiyatının etkisi hayli güçlü.
-Evet. Ama çok genç yaşlarımda Meksika'da İngiliz şiirini inceledim. Romantik şairlere: Shelley'e, Keats'e bayılırdım. Sonra birden modern şairleri keşfettim ve 1940'larda Eliot okumaya başladım. Sonra da birçok başka şairi. Whitman'ı tanıdım. Eliot'tan sonra geriye John Donne'a ve 17.yy şairlerine döndüm. Esas olarak Fransızların şiir konusundaki düşünceleri hayli önemliydi, özellikle de gerçeküstücülerin fikirleri. Ama binim şiirim Amerikan şiirine daha yakındı. Örneğin uzun şuur kurma düşüncesi Fransızlardan kaynaklanmaz, Amerikan fikridir.
Öte yandan, Kartal Güneş'te, Baudelaire'in düzyazı şiirleri ile benzerlikler buldum.
- Evet, Kartal Güneş doğrudan doğruya Fransız gerçeküstücülüğünden gelir. Zihinsel şeylere büyük ilgi duyduğumu bilmeme rağmen, şiir yazarken kadere ya da şansa bel bağlıyorum galiba. Bir şiire nasıl başlanacağını, onun nasıl bitirileceğini hiç bilmiyorum.
Kendinize tanıdığınız bu özgürlük, yarattığınız yeni biçimleri açıklayıcı nitelikte. örneğin. Maymun Gramerci'deki biçimi. O tarzda bir başka kitabı ne gördüm ne de okudum.
- Beni utandırıyorsunuz. Yeni bir biçim yaratma düşüncesine bayılıyorum!
Bence o kitap tanımlanamaz nitelikle. Ve acaba siz de önce biçimi mi düşünüyorsunuz diye merak ettim, örneğin Gerard Manley Hopkins gibi. O da hangi tür vezin ve biçimleri kullanacağını önceden çok kesin olarak belirlerdi.
- Çok zor, çok karmaşık bir mesele. Her iki düzeni de kullandım, örneğin, Yüce Ruh başlıklı bir aşk şiiri yazdım, ilk 10 dizeyi kağıda döktüğümde ne yapacağımı bilmiyordum daha. Sevmek üzerine yazdığımı biliyordum aşağı yukarı ama hangi yönde ilerleyeceğimi bilmiyordum. Derken, daha fazla yazamaz hale gelince, ara vermek zorunda kaldım. Sonra bu 10 dizenin ruhunu sürdürmeye bilinçli olarak o duyguları yeniden yaratmaya çalıştım. Sonra gene kestim yazmayı. Bir yolculuğa çıkmam gerekiyordu. İki hafta sonra Meksika’ya döndüğümde, bir 50 dize daha yazmıştım. Daha sonra vergiler, çalıştığım yer ve yazmaya çalıştığım her yerle ilgili bir sürü şey başımı ağrıttı. Böylelikle şiir de varolan bir şeyle sonradan kurularım garip bir bileşimi oldu. Azar azar, bu ikisinin bir tür işbirliği sonucu bitebildi. Çok tuhaf bir olaydı. Bir veznin kullanımı sanırım yardımcı oldu bana. İspanyolca’da vezinsiz, çok klasik bir ölçü kullanıyorum. Uyaksız şiir... Wordsworth’ün ya da Milton’unkiler gibi.
Ya da Eliot’ınkiler gibi.
-Zaman zaman, çok uzun bir şiirde her şeyi hesapladığım oluyor. Veya, biçimi biliyorum da, içeriği bilmiyorum.
Büyük sessizliği yorumlamak
tüm şairler açısından korkutucudur
Yani sanki şiirin bir kısmı size "verilmiş” ve sizin işiniz bütünlüğü kurmak gibi.
- Ama kısa şiirler yazıyorsanız işiniz zor. Şiirde herşeyi dışarı çıkarıp yalnızca esas olanı bırakırsınız. Bağ dokularını dışan çıkarırsınız. Düzyazı daha bilinçli bir çaba gerektirir.
Sözcüklerle olan ilişkinizden çokça bahsediyorsunuz, çoğu çağdaş şairin yaptığı gibi. Acaba bazen kendinizi dille bir tür bir olma içinde hissettiğiniz oldu mu? Ya da, şöyle söyleyelim isterseniz: İnsanın âşık olduğu zamanlarda da hissettiği o ummanımsı duygu. Sözcüklerle ilişkinizin herhangi bir noktasında onların büyük bir deniz oluşturduğunu, içine dalınacak, hatta dibine batılacak bir deniz gibi olduğunu hisseder misiniz?
- Evet. Kimi zaman da, dili kullanmaktan da öte, onun üstündeymiş gibi hissedersiniz kendinizi, bir dalganın üstündeymiş gibi, öyle değil mi?
Evet... Evet. Hatta bazen sözcükler daha önemli oluyor. Çoğu zaman sokakta yürürken yalnızca sözcüklerden ibaret olduğumu düşünürüm çünkü hangi yönde hareket ettiğimin ya da temelde ne hissettiğimin pek farkında değilimdir. Kafamda dolaşıp duran sözcükler vardır.
- Evet. Dilin kendine özgü bir hayatı var.
Peki sözcüklerin gücü hiç korkutur mu sizi?
- Hayır. Korku, daha çok, büyük sessizliği yorumlama süreci ile ilişkili. Bir şairin büyük değeri de buradadır işte. Sanırım hemen hemen tüm şairler bu sessizlik korkusunu yaşamışlardır.
Yazmak istemediğiniz ve bunun acısını çektiğiniz dönemler oldu mu?
- Evet, bir çok kez... Bu, bir çeşit kısırlık. Yoğunlaşamıyorsunuz ya da yoğunlaşabiliyorsunuz ama yazmak isteyip yazamıyorsunuz. Aslında bu hastalığı altedebilmek için birçok kez yazdım. Sanırım bu, en etraflı olarak yazmış olduğum konulardan biri: yani dildeki bu tıkanma. Konuşamama. Ya da dil denizinin bir çöle dönüşmesi.
Günah çıkartmaya yönelik şiirin hayatta geçerliliği yoktur
Böyle bir tıkanıklığın nereden kaynaklanabileceğini hiç düşüldünüz mi? Yani bazı ürünlerin aralıklı olarak alınabilmesi gibi doğal bir olay mı bu sizce?
- Belki de doğal bir olaydır. Ama asla doğal gelmemiştir bana. Bir hastalık, bir lânet gibidir. Bunun üzerine bir şeyler yapmaya başlarsınız ya da içersiniz. En iyisi yazmaktır.
Peki mektup yazmayı ya da günlüğe bir not düşmeyi düşünmez misiniz? Sırf yazıyor olmak için.
- Sanırım Pound söylemişti: Bir şairin bu kısırlık döneminde bol bol çeviri yapması gerektiği yolunda bir söz. Pound son derece velud bir şairdi.
Onu sever misiniz?
- Valla, evet. Henüz pek tanınmamış bir şairken ben onun hayranlarındandım.
Çağdaşınız yazarlarla olan ilişkinizin size faydası oluyor mu?
- Bu çok zor bir soru.
Şairlerle yazışır mısınız? Onlarla yemeğe çıkar mısınız? Yoksa başka şairleri okumayı mı yeğlersiniz?
- Meksika’da mı? Sorunuzu yanıtlamak istemiyorum, çünkü çok karmaşık.
Geriye dönelim o zaman. Çok mektup yazar mısınız?
- Evet yazarım ama çok ilginç mektuplar değildir bunlar. Daha gençken çok daha fazla mektup yazardım.
Onları bir edebî tür olarak görür müydünüz?
- Evet, eskiden. Ama şimdi, öyle görmüyorum. Günlüklere gelince, aynı şekilde birçok günlük tuttum. Ama hepsini yok ettim. İstemiyorum onları. Gene söylüyorum, hayatla edebiyat ayrı ayrı şeylerdir. Yok, günlüklerimi saklamıyorum. Bence edebiyat ve şiir hayattan oluşur ama aynı zamanda hayatı dönüştürür. Edebiyat ve şiir hayatın hammaddesi değildir. Günah çıkartmaya yönelik şiirin geçerliği yoktur.
Şiir bir günah çıkartma değildir, insanın aklına hemen şu geliyor: günah çıkartma bölmesinde insan kendi zaaflarını itiraf eder. Burada bir tür yargılama duygusu işin içine girer. Acaba bu iç dökme ya da günah çıkartma tarzındaki yazı nereden kaynaklanıyor? Acaba insanın burada sevdiği bir insanla değil de kendi ahlâk gözüne hitap etmesinden mi?
- Burada İngilizce konuşuyoruz ve İngilizce benim anadilim değil. Hayli garip bir durum bu; çünkü başka bir dilde, yabancı bir dilde konuştuğunuzda, aynı insan olmuyorsunuz. Bu insanın kişiliğini değiştiriyor.
İngilizce kişiliğiniz nasıl bir farklılık gösteriyor size?
- Sanırım İngilizce’de daha iyiyim. Daha ılımlıyım. Ana dilim İspanyolca’da kendime aşırı güveniyorum belki de. İngilizce’de dinliyorum. Bu ayrıca bana duraksama olanağı veriyor. Dilin içinde yüzdüğümü görebiliyorum.
Demek ki, sizinle İspanyolca konuşsaydım daha kesin ve daha ateşli ifadelerle konuşacaktınız.
-Pek bilemiyorum. Farklı olurdu. Çünkü diller farklı. Çok aşina olmadığınız bir sistemde çalışıyorsunuz ama orada karar kılmışsınız ve yürüyorsunuz, sonra köşeyi dönünce görüyorsunuz ki, karşınıza çıkacağını beklediğiniz binanın yerinde başka bir sözcük duruyor.
Şiirlerinizin çevirilerini görünce ne hissediyorsunuz?
- Bazen hoşnut kalıyorum. Bazen de şaşırıyorum, çünkü şiirimi daha farklı ve belki de daha iyi bir şekilde ifade etmiş oluyorlar. Onun için, bir şiiri gene bir şairin çevirmesi daha iyi.
Peki yazmaya başlamanıza yardımcı olan sihirli bir araç var mı? Örneğin Ingmar Bergman birbirinden farklı renkte çoraplar giymeden film setine ayak basmaz.
- Evet. Benim için şiir, yalınlıkla ilintili. Şiiri herhangi bir saatte yazabilirsiniz. Gece olsun, gündüz olsun. Kimi zaman, yazamazsınız ama sözcüklere tutunursunuz ve özgür olduğunuz ilk sabah elinize bir parça kâğıt geçirip not almaya başlarsınız. Şiir bir bakıma süreklidir. Çünkü her zaman bir şiir yazmayı düşünüyorsunuzdur. Bazen hayatınızın o bölümünün, içinde bulunduğunuz ruh hali ile hiç ilgisi yoktur. Hüzün içinde olup, aynı zamanda bir taşlama ya da neşeyle dolup taşan bir şiir yazabilirsiniz ya da çok mutlu olduğunuz bir anda son derece karamsar bir şey yazabilirsiniz. Çok gariptir. Dilin kendine özgü bir hayatı vardır: Oturup bir sözcük yazarsınız ve bu sözcük ötekilerle iletişim kurar, siz de bu süreci izler ve katılırsınız ama bu çok bilinçli bir etkinlik düzeyinde olmaz.
Bir de şunu merak ediyordum: Hindistan’da, Meksika’da ve Paris’te yaşamış olduğunuza göre belirli yerler size esin veriyor mu?
Bir zamanlar İngitere’de Cambridge’de de yaşamış ve oraya da bayılmıştan. İngiltere benim için önemli bir keşifti. İngilizlere ve onların siyasal kuramlarına hayran kaldım. İngiltere'nin, siyasal hayatın en mükemmel biçimine kavuşmuş olduğu düşüncesindeydim. İnanıyorum ki, Latin ülkeleri de İngiliz tarzı siyasal kurumlar, yaşamı ve şiiri kullanabilirler. İngiltere Batı dünyasının en zengin şiirine sahip. İngiliz şairlerini okumaya bayılırım. Milton’a bayılırım. Eliot yüzünden çok kötü bir şöhreti olmuştur ama çok büyük bir şairdir. Çağdaş dünyaya son derece uygun düşen muazzam bir hayal gücü vardır onun. Betimlediği şu cehennem var ya, gerçekte son derece çağdaş, son derece kusursuz.
Edebiyatım açısından yeryüzü çok önemli
Evet, bence Blake de...
- Ah evet, Blake’den bahsetmedik. Benim ilk büyük aşkımdır Blake. Cambridge’de Wordsworth’ü keşfettim, önceleri onu çok tekdüze buluyordum ama İngiliz kırlarının manzarasını görünce çok büyük bir şair olduğunu anladım. Edebiyatımda yeryüzü çok önemlidir. Mallarme için yeryüzü yeryüzü değildir. Yeryüzü düşüncesidir yalnızca. Onun için gerçek olan şey, sokaklar, binalar ve insanlardı. Benim içinse farklı. Bence, yeryüzü duyumsallığına sahip olmaksızın iyi şiir yazılamaz.
Bence, Mallarme gibi biri için yeryüzü kendisinden, boş bir sayfadan ve bir odadan ibaretti.
- Evet, o sınırlı görüş açısı benim için olanaksız. Büyük bir şairdi elbette ama onun durumuna imrenmiyorum. Benim hayat görüşüm onunkinin tam karşıtı. Benimki, daha çok yeryüzünü şekillendirebilen şairlerinkiyle aynı: Blake örneğin ya da Prelüde'da çocukluğunu anlatan Wordsworth. Korularda buz pateni yapmaktan, gülen ağlayan çocuklardan söz ediyor. Ne güzel.
Eliot, metafizikçi şairlerin ardından bir duyarlık çözülmesi olduğunu, metafizikçi şairlerin nesneleri, yeni buluşları, şeyleri emip yuttuklarını söylüyor. Size bu doğal bir şekilde mi geliyor? Yani bu çağdaş dünyanın emilip yutulması.
- Bence bu da benim bir parçam. Eliot kendi duyarlığının çözülmesinden söz ediyordu herhalde.
Çok coşkulu ve tutkulu bir adam sayılmazdı zaten.
- Sayılmazdı. Aşkı yaşamdan ayırıyordu anlaşılan.
Korkunç. Evet. Sanırım kadınlara karşı da son derece acımasızdı ve onlardan korkuyordu.
- Evet, özel yaşamında nasıl biri olduğunu hep merak etmişimdir.
Bir arkadaşım onun karısıyla ilişkisini konu edinen bir oyun yazıyor şu sıralarda. Eliot'la ilgili en korkunç gerçekleri topladı. Bu konuya daha fazla girmeyeceğim, çünkü fazlasıyla iç karartıcı. Eliot'ın kadınlara gerçek anlamda dehşetle baktığını ortaya koyuyor bu gerçekler.
- Ben de son zamanlarda onun hakkında epey düşündüm. Onun şiirinde kadınlar artık icadın değiller.
Evet, hepsi kupkuru; b��tün insanlar da kuruyup gitmişler zaten.
- Bu şiirde cinsellik de oldukça pis.
Kadınlardan korktuğu için onları deli konumunda gösterirdi. Zihnindeki tüm korkuları onlara yansıtırdı. Karılarından birini kilit altında tutmaya bile çalışmıştı. Sanırım ona deli olduğunu söyleyerek bunu başardı da.
-Evet...
Köle-zorba bağını Batı uygarlığı yaratmadı
Yanılmıyorsam, bir keresinde Kuzey Amerika kadınlarının kadınlıklarına toplumda hiç yer verilmediği için kendilerini son derece rahatsız ettiklerini söylemiştiniz.
- Evet. Kesinlikle. Protestan ülkelerde tanrıçaların ve ermişlerin bulunmadığı bir din söz konusu. Bizde ise Meryem Ana var. Ne var ki New York, Birleşik Devletler'den ayrı bir yer ve orada erkeğe özgü değer yargılan önemli değil. Ama feministler de erkeksi değerleri benimsemiş durumda. Bence Feminist akımın çok büyük bir hatası bu. Yani farklılıkları korumayıp erkeklerle özleşmeye özenmek. Onlarda kadınla erkeğin sadece toplum tarafından farklı kılındığı fikri var. Oysa, fizik bakımdan farklıyız.
Ben duyarlık açısından da belirgin bir fark olduğunu düşünüyorum aslında. Bu, biraz da, toplumlar ve kültürler arasındaki ayrılıklara benziyor. Ben, bunların da korunmasından yanayım.
- Ben de hep farklılıktan yanayım. Kültür farklılıkları, cinsiyet farklılıkları.
Ama farklılıkların ve benzerliklerin aynı anda var olabileceklerini kabul etmek, birçok kişi için sorun oluyor.
- Evet, eşitlikle özdeşliği karıştırıyoruz. Eşitseniz özdeş de olmanız gerektiği düşünülüyor. Bu doğru değil. Eşitiz ve farklıyız. Size saygı duymalıyım. Hele cinsellikten, sevgiden ve kültürlerden söz ederken bu çok önemli.
Evet, Öyle. Ve bence, toplumun her düzeyinde gördüğümüz en dehşet verici sorunlarından biri de, benim köle-efendi ilişkisi diye tanımlayabileceğim şeye duyulan ihtiyaç. Ta baştan beri toplumun içinde yer etmiş bir ihtiyaç bu. Anlaşılan, dünya kendini bu kalıptan bir türlü kurtaramıyor.
- Evet ama, bu köle-zorba bağını Batı uygarlığı yaratmadı ki. Batı, antropoloji buldu. Yunanlılar, Romalılar, Çinliler, diğer uygarlıklara burun kıvırırlardı. Oysa Batılılar, öteki kültürlerde üstün nitelikler aramayı tercih ettiler. Batı uygarlığından bu kadar utanmamıza gerek yok aslında. Ne dersiniz? Ben epeydir onu savunmaya çalışıyorum.
Son zamanlarda Batı da, Uzakdoğu ve Hindistan'ın büyüsüne kapıldı. Kendi kültürümüze de sırt çeviriyor gibiyiz.
- Hakçası, Batı tereddüt içinde. Çünkü son yüzyılda korkunç şeyler yaptık.
Yine de Amerika, iki savaşın dehşetinden sorumlu olma duygusundan kaçınmayı bildi.
- Amerikalıların çok hoş bir anlayışı var, büyük bir antropolojik anlayış bu. Ama bir de uygarlaşma sorunlan var, tıpkı barbarlardaki gibi. Uygar olmak, eski olmak, geçmişle özdeşleşen bir toprak parçasına sahip olmak demektir. Oysa onlar, yeni bir ülkenin yeni sakinleri. Almanlar II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'ya geldiklerinde, tarihlerini de beraberlerinde getirdiler. Püritenler ise, Amerika’ya geldiklerinde tarihten kaçıyorlardı ve talihsizliğe, tarih öncesine, tarihsiz bir ülkeye geldiler. Avrupa tarihinden kaçtılar ve tarihsiz bir ülkeye ayak attılar. Onlardan önce burada yaşayanlar, Kızılderili kabileleri, göçebeydi. Ve tarihten kaçma isteği Birleşik Devletler'in ana sorunu oldu. ABD'nin beni gerçekten büyülemesinin nedeni de bu zaten. Tarihe karşı, tarih dışında kurulmuş bir toplumdu (ki, hala öyledir). Püritenler ise Birleşik Devletleri dini bir biçimde kurdular. Sonra kurucu atalar. Batı toplumunun kaderinden, monarşiden, hoşgörüsüzlükten kaçacak ahlaki bir toplum kurmaya çalıştılar. Tarihin dışında yaşayamazsınız.
Meksika'daki entellektüellerin çoğu Marksizm yanlısı mı?
- Doğrusu, gerçekten de şaşırtıcı bir durum. Bana kalırsa tarihten çok, ahlaki ve kişisel psikolojiden kaynaklanıyor.
Peki bu, kelimelerin gücünden kaynaklanıyor olabilir mi sizce?
- Ayrıca, umutsuzluktan da, başka birçok şeyden de. 20. yy entelektüellerinin büyük sorunları var. Bazıları, totaliter ideolojilerin büyüsüne karşı çıkmayı bildi, elbette, örneğin Sovyetler Birliği'ndeki bazı şairler, Mandelştam gibi. Nazi Almanyası’nda da böyle bazı kişiler vardı. Ama Batılı entellektüeller baskının epeyce dışında kaldı. Onun için de diktatörlere biraz hoppaca bir sevgi duydular, öyle değil mi?
Ezra Pound gibi kişilerin oluşturduğu bazı tatsız örnekler de var...
- Ezra Pound, az çok faşist sayılabilecek büyük bir şairdi, öte yandan, Neruda da Stalinciydi. Tıpkı Bertolt Brecht ve başka birçokları gibi. Stalinci olmayan zeki kişiler de benzer eğilimler gösterdiler: Jean-Paul Sartre, garip bir tür komünizm denedi. Kendi uygarlığına karşı nefret dolu olduğu ve Üçüncü Dünya’ya büyük bir sevgi beslediği için. Yani, ütopyacı düşünüş, kendinden nefret etme biçimini aldı. Bu önemlidir ama Amerikalıların siyasi çıkarlar dışında da kaygıları var. Benim anladığım kadarıyla, Nikaragua'nın fiili bir devrim üssü haline gelmesine bu yüzden göz yumamıyorlar. Eskiden Marksist olan bir dostum, Yunanlı bir dostum, Rusların savaş değil, zafer istediğini söylerdi. Bana kalırsa, Orta Amerikalıların kendi sorunlarını çözmesi, ancak Rusya, Küba ve Amerika’nın müdahale etmemesiyle mümkün olur. Bu sorunun, birleşik ve demokratik bir Orta Amerika ülkeleri konfederasyonu yoluyla çözüldüğünü görmek isterdim: Leninizm'i, Marksizm'i ya da bu türden bir şeyi Meksika ve Güney Amerika'ya sokmaksızın yani. Mümkün olup olmayacağını bilemem ama hedef bu olmalı. Görmezlikten gelemeyeceğimiz bir konu daha var: Bu yalnızca coğrafi bir kavga değil, benim gibi bir yazar için büyük önem taşıyan bir kavga. Batılı entellektüellerin, Stalin'in yazarları öldürttüğünü bilmeksizin, yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda Stalin'in yardakçısı olmalarının utanç verici olduğunu düşünüyorum. Bence, Batılı entellektüellerin Sovyetler Birliği ile bu işbirliği, çağımızın en önemli sorunlarından birini oluşturuyor.
Bu bakış açınız Orta Amerika'da popüler olmayan bir görüş mü?
- Özellikle Meksika'da hiç popüler değil. Ama ben hiçbir zaman popüler biri olmadım, asla popülerlik peşinde de koşmadım.
(Melinda Camber Porter / Partisan Review / Gergedan / Temmuz 1987 / Çeviri: Cem Mutlu, Ömer Madra, S.O / Arşiv çalışması, dizgi: Serhan Yedig)
0 notes
gozlerdenkalbe · 5 months
Text
Tumblr media
İnsanın söz geçiremediği duygular vardır, engelleyemediği düşünceler. Nezaket başkadır, insanın içinden geçenler başka.
0 notes
diyariedebiyat · 10 months
Text
2023-2024 9. Sınıf Yıllık Planı
2023-2024 9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Yıllık Planı indirmek için çıkan bağlantıya tıklayınız.
2023-2024 9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Yıllık Planı indirmek için tıklayınız. Türk Dili ve Edebiyatı Yıllık Planlar Bizi Takip Edin Diyariedebiyat.com ailesi olarak sunduğumuz paylaşım ve içerikleri yakından takip etmek için sosyal medyada bizi takip edin. 📌Facebook grubumuza katılmak için tıklayınız. 📌Telegram grubumuza katılmak için tıklayınız. 📌İnstagram hesabımızı takip etmek…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yadaeren · 2 months
Text
burda deac olma edebiyati yapanlar hesabi kapatmaniz kimsenin sikinde degil kapatiyosan kapat sg
12 notes · View notes
doriangray1789 · 3 months
Text
MAĞDUR EDEBİYATI -
ONLARIN MADUROSU VARSA BİZİMDE MAĞDUR OMUZ VAR
Sürekli acitasyon ve manipülasyon…. insan kendisini bu ruh haline bırakırsa mağdur değil özsaygısız birine dönüşür….
mağdur edebiyatı, basiretsizliğini savunma dürtüsüyle baskılayanların en sevdiği şeydir.
manipülatif bireylerin, manipülatif oportunistlere sunduğu hazine gibidir bu.
her türlü güç unsurunun, diyalektiğinde mutlaklaşan dramatik sanrılardır; mağduriyet çıkmazı.
kurgusal aymazlık….
başkalarını mağdur etmekte sakınca görmeyenlerin daha çok yaptıkları bu edebiyat, sadece ülke yönetiminde de işlemiyor haaa.. hayatın her alanında var, insanların yüzde 90 ı mağdur ve iyi niyetinden kaybetmiş. hep haklılar, hep mağdurlar, sadece onların sorunları var , hep onlar çok çalışıyor, sadece onlar yoruluyor, kaderin sillesini sadece onlar yemiş…
Galih Rıfkı Atay - Zeytindağı eserinde bakın ne demiş:”gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için yahudilerin kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır."…
zira bunlar duvara ağlarlar.. bizim memlekette de duvara ağlamıyorlar mı?
mağdur edebiyatı yapmak, insanların öfkelerini yanlış yönetmelerinin yollarından biridir.gerçeklerle yüzleşmekten, duyguları kabul etmektense olayları ve kişileri sürekli olarak yargılamak ve mağdur hissetmek.
sürekli kaderine,şansına lanetler yağdırırlar. mağdur edebiyatının bir işlevi de sorumluluk almaktan kaçmaktır.gerçeği tamamen reddediş,vicdanını maskeleyiş ve hakettiğine inanarak saldırganlığını karşısındakine karşı haklı kılma.
mutlaka bir amaç doğrultusunda yapılan roldür mağdur edebiyatı.amaç paraysa daha çoğu istenir.. duygusal istismar ise “kurban olur” farkına bile varmadan kendinizi suçlamaya başlarsınız. karşısındakini hiçbir şekilde dinlemek istemezler.dinlediklerinde ise ,haklılığına etmiş olduğu imana zeval gelmesin diye kendilerine zarar vermeye bile kalkabilirler.
gerçeğin ne olduğu değil, insanları neye inandırdıkları önemlidir.
ne kadar mağdur rolü yapıp,amaçlarına odaklanıp yalan söyleyerek duygu istismarına sebep olsalar da gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi müthiş bir özelliği vardır.
mağdur edebiyatının işlevi de, sorumluluk almaktan kaçmaktır. Sorumluluk yüklenmez..
bir kere sorumluluktan kaçmayı başardıysanız, her türlü yanlışınız/kabahatiniz de haliyle aklanmış olur.
bunu sistematik olarak bir iktidarı elinde tutanların yaptığını düşünün, elde edeceğiniz tek şey hem iktidar sahibi olup hem de iktidar olmanın doğasından gelen sorumluluğu sahiplenmeyen kişiler olur.
her şeyin sanatsallaştırılmaya çalışıldığı yerde sanat kalmaz. her şeyin güzelleştirilmeye (bedensel baabda) çalışıldığı yerde güzellik de kalmaz. her şeyin siyasetleştirilmeye çalışıldığı yerde de siyaset kalmaz.
o yüzden her şeyi sanat nesnesi haline getirmeye çalışmaktan kitsch (Kitsch, tüketicilerinde estetik etki yaratan ancak herhangi bir sanat akımı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan ürünleri ifade eden bir sanat terimidir. Genellikle var olan bir tarzın "aşağı bir kopyası" olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılmıştır.) çıktı, her şeyi güzelleştirmeye çalışmaktan bakın şimdi zıtlıklar ve uyumsuzluklardan kendine yol edinmiş bir moda var, her şey de (herhangi bir ölüm, bir kutlama, bir söylem) siyasetleştirilince, siyaset yapılacak normal bir düzlem kalmadı. hepsi en uç noktaya geldiğinde, en sanatsal, en güzel, en siyasi olduğunda "kendilerini aşıp" kendi zıtlıkları üzerinden var olmaya başladılar, en başta cephe aldıkları şey üzerinden var olmaya devam ettiler.
sürekli mağdur olan, sürekli tehdit edilen, sürekli hep en kötüsü onun başına gelen baudrillard'ın deyimi ile kendine bir simülasyon yaratmaktadır. dediği gibi, kendilerinden söz etmek için hep bir "öteki" ye ihtiyaç duymaktadırlar. bu simüle edilmiş dünyada "kendi" ile "öteki" arasında daimi bir mağduriyet söz konusudur. bir siyasi oluşum olarak varlığını kendi üzerine değil de, sürekli "öteki" üzerinden bir olumsuzluk, buhran ve paranoya noktasına kurmuştur bu simülasyon dünyasında.
şöyle diyor baudrillard, bize her şeyi açıklasın.
"saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir. tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. bir ölüm simülasyonuna başvurarak, gerçek ölümün elinden kaçabileceklerini sanmaktadırlar. kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa bir yaşama ve yasal bir kurum olabilme hakkına sahip olabileceğini düşünmektedir.
eskiden krallar ölmek zorundaydılar (tanrılar da). zaten onları güçlü kılan şey de buydu. günümüzün “krallarıysa” aşağılık bir ölme numarasına yatmaktadırlar. bunu yapmalarının nedeni iktidarın “avantajlarını” elden kaçırmama isteğidir. çünkü iktidar onların elinden zaten çoktan kayıp gitmiştir. kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek. varlığını bunalım, olumsuzluk ve iktidar-karşıtı bir aynayla sürdürebileceğine inanmak. bunlar bildik (deja-vu) ve ölüp gitmiş (deja-mort) her türlü iktidarla kısırdöngüleşmiş bir sorumsuzluk ve asal bir biçime dönüşmüş yokluklarına bir son vermek isteyen her türlü kurumun başvurabileceği türden çözüm bahaneleridir. "
Mağduriyet, ülkem insanının "ötekileşme" kavramını keşfetmesiyle doruğa ulaşmıştır. Ve ne yazık ki bu mağduriyet ötekileşenlerin kendilerine öteki yaratmasıyla var olur ancak. böylece tek mağdur olduklarını sanmaya başlayıp geri kalanları hiç yerine koymazlar. hassasiyet de acı da kendilerine özgü hale gelir, haksızlık da yalnızca kendilerine yapılan şey oluverir. bu yüzden de kimse kazanamaz herkes kaybeder. bir başka deyişler herkes bir başkasının cehennemini yaratıp bir cennet bekler.
Tumblr media
12 notes · View notes
senisevdiginden · 11 months
Text
bi haftada nasil edebiyati bitiriyorum oynat bakalim
21 notes · View notes
sefil-patates-cuvali · 8 months
Text
ANASINI SATICAM AMA ŞİMDİ MADEM ZEHRA ÇOK KOMİK ÇOK EĞLENCELİ ÇOK SEVİMLİ MUHTEŞEM Bİ İNSAN O ZAMAN BEN NİYE YALNIZIM ŞEREFSİZ ÇOCUKLAR GELMİŞ BANA HARİKASIN EDEBİYATI KESİYO NİYE YALNIZIM LAN BEN O ZAMAN KONUŞ LAN ANLAT ATEİSTLER BUNU DA AÇIKLADIN LAN YETTİ BEEĞĞEHH
11 notes · View notes
nimhandeee · 2 years
Text
Tumblr media
"Biz bilmediğimiz için vaktin geciktiğini zannediyoruz. halbuki her şey tam vaktinde oluyor"
27 notes · View notes
yuregindenyarali · 27 days
Text
divan edebiyati bitmedi ama ben bittim
2 notes · View notes
birguzelllincirkini · 9 months
Text
Olm bu Akdeniz iklimi ne menem şey anasını eve geldim dedim duş alayım vucudum peynir gibi,sütten hallice ama gel gelelim kafaya boyundan yukari bildiğin bangledeşli ile Kamerunlu arası bişey bi gülesim geldi kendime..Yepis yeni evrim sürecinin içindeymişikte haberimiz yok.İklim değişikliği varmış arkadaş inandim tamam.
İstanbul'un insan tenini okşayan ılık havasında oturup boğaza karşı "iklim değişir akdeniz olur" edebiyati yapmak kolay gel yazın yaşada görem.
Güneş kremi şart oldu.Metrosexuelik loadin.
9 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 8 months
Text
JAMAL MAHJOUB / Yazardan mesaj iletmesi beklenilmemeli, bu işi postanelere bırakmak lazım
Tumblr media
Sudan kökenli İngiliz yazar Jamal Mahjoub 1989'da İngiltere'de yayımlanan Navigation of a Rainmaker adlı romanıyla dikkat çekmişti.Türkiye’de 2003'te yayımlanan Raşid’in Dürbünü ve iki yıl sonra piyasaya çıkan Cinlerle Yolculuk ile tanındı. Sonrasında Alametler Saati ve Kayıp Enlemler tercüme edildi. 2012'de Parker Bilal mahlasıyla polisiye romanlara yönelen Mahjoub ilk kitaplarının Türkçe yayımlandığı günlerde yapılan röportajda “İngiltere’de önce beni kategorize ediyorlar sonra bunu eserlerimi yok sayma bahanesine dönüştürüyorlar” diyor.
Sudan’da çocuk olmak nasıl bir şeydi? Özellikle İtalyan Katolik Okulu kısmını merak ediyorum...
- Çocukluğum, Sudan’da görece sakin bir döneme rastladığı için şanslıyım. Hartum’u, hiçbir şeyin aceleye getirilmediği, güvenli rahat bir yer olarak hatırlıyorum. Geçmişe bakınca, elbette bazı sorunlar vardı ve birkaç gün okul tatili yapacağımız anlamına gelen hükümet darbeleri oluyordu.
Okul, bütün ülkeyi katır sırtında gezmiş ve oldukça cesur bir adam olan Piskopos Camboni tarafından 19. yüzyılda kurulmuş eğitim kurumlarından biriydi. Okulların standardı yüksekti ve öğrencileri de mezuniyetin ardından çoğunlukla başarılı kariyer ediniyordu. Hıristiyan öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir orta sınıf okuluydu. Öğrencilerin ebeveynleri tüccar, öğretmen, zanaatkar ve yöneticiydi. Eğitim genellikle İngilizce yapılırdı ki bu durum oldukça tuhaftı. Beyaz cübbeli içinde rahipler... Belki de bu yüzden Latin Amerikalı yazarların dünyasıyla aramda bir bağ hissettim.
Hakkınızda çıkan bir paragraflık yazılarda bile “Sudanlı bir babayla İngiliz bir anneden doğma” olduğunuz yazıyor. Ne hissediyorsunuz bu konuda? Bu, üzerinde bu kadar durulması gereken bir şey mi gerçekten?
-Başlangıçta buna değiniyordum, çünkü belirli bir edebi kategori ya da alt türe şartlanmaktan kaçınmanın önemli olduğunu hissediyordum. İnsanların basit, eksiksiz varlıklar değil, bir araya getirilmiş parçalar oldukları gerçeğini vurgulamak istiyordum. Ben sömürgeci dönemin bir ürünüydüm. Britanya 1898’de Sudan’a girmiş olmasaydı, annemle babam hiç tanışamayacaklardı mesela ve benim konum olduğunu hissettiğim şeyin dinamiklerini yaratan da bu bağlantıydı. Durum değişti ve bugünlerde bir insanın karma bir geçmişinin olması çok da sıra dışı bir şey değil. Aynı zamanda, yazarları kategorize etme eğilimi yine de hâlâ çok güçlü. Başka türlü ifade etmek gerekirse, yaşamda çok daha fâzla çeşitlilik ve farklılık var; oysa edebiyatta bir nedenle kategoriler yerlerini her zamankinden, daha sebatla koruyorlar. Birçok insan için, böyle ayrımlara neden ihtiyaç duyduğumuzu sorgulamaktansa insanları dışlamak daha kolay.
Haksızlıklarla dolu dünyada göçmen kategorisine konulmak sadece küçük bir haksızlık
‘Öteki olma’ acısını hissettiğiniz anlarda, insanları yazmaktansa taşları incelemek yeğdir diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Kaleminiz evrenselken, sizi ‘azınlık’ kategorisine koymaları haksızlık değil mi?
- Evrensel olduğum iddiasında bulunmak zor; çünkü bu genelde, öncelikle belirli bir ulusal edebiyatı temsil eden bir yazar olarak tanınmaktan geçiyor. Benim öyle bir seçeneğim yok. Eserlerim Arapçaya çevrilmiyor, Sudan’da da yaygın oldukları söylenemez. Kitaplarım hakkında bir şeyler kaleme almış Sudanlılar, genelde Batıdaki üniversitelerde çalışan akademisyenler. İngiltere’de etnik azınlık, bir yabana, bir erkek, bir Arap, bir Müslüman olarak görülüyorum. Bu kategorizasyonlar çoğu zaman evrenselliğe işaret eden nitelikler olarak değil, eserlerimi yok saymak için bahane edilen özürler olarak kullanılıyor. Benim için, evrensellikte, eser şu an varolan ulusal kaygıların üzerindedir ve sadece “diğerleri”ne benzer olmakla kalmaz. Evrensellikten bahsederken, çoğu zaman Batı tarafından kabul görme ve tanınmayı kastederiz. Üstelik, ticarileştirme eylemi, aynı şeyler olmadıkları halde, sık sık evrensellikle karıştırılır. Gazetecilerin, akademisyenlerin, editörlerin kendi politik görüşlerine uyan yazarlar arama ya da eserin kalitesi hakkında hüküm vermek yerine popüler akımları takip etme eğilimleri sinir bozucu. Sonuç olarak, bugünün dünyasında birçok haksızlık yapıldığı ve “azınlık” kategorisine konmanın sadece küçük bir haksızlık olduğu söylenebilir.
Raşid bu kadar bahtsız olmasaydı, Raşid’in Dürbünü’nün derdinden bir şeyler eksilir miydi? Yazık değil mi Raşid’e?
- Raşid oldukça şanssız bir adam olarak düşünülüyor. Doğumundan itibaren hayatında her şey ters gidiyor. Hikâyeye daha çok mizah katmayı ummuştum; ama bence sonunda savaşı karanlık olan taraf kazandı. Raşid elbette ki çok büyük bir şansla kutsanmış bir adam. Hapishane ve deniz kazası da dahil olmak üzere, başına gelen bütün felaketlerden kurtuluyor; yine de kendini bazı açılardan şanssız buluyor. Hikâyeyi sürdürmek gibi bir fikrim vardı, zaten kitabın sonu da bu yüzden açıktır, ancak bu bir zaman bulma/ayırma meselesi.
Raşid'in Dürbünü'ndeki Raşid’le Hasan’a bakınca, aralarındaki 300 yıllık zaman farkına rağmen, hiçbir şeyin değişmediğini bir kez daha görüyor insan. Sizce edebiyat bir şeyleri değiştirebilecek güçte mi? Sizin bir yazar olarak kendinizden böyle bir beklentiniz ya da genel olarak edebiyattan böyle umudunuz var mı?
- Edebiyatın bir şeyleri doğrudan değiştirme gücü olduğuna inanırdım. İlk romanım petrolün bulunuşu ve Hartum’daki zengin sınıflar arasındaki farklılıklar yüzünden iç savaşa Ve kargaşaya sürüklenen Sudan'a yönelik karamsar bir bakış içeriyordu. Akademisyenler bana çok karamsar olduğumu ve bu romanda Batılı bakış açısına hizmet ettiğimi söyledi. Şimdi, 15 yıl sonra, bana romanın yaşanacakların doğru tahmini olduğunu söylüyorlar. İnsanlanın görüşlerini etkilemeyi ummuştum ancak işler böyle yürümüyor ve bence bu, bir romancının işi değil. Sadece varolarak da, biz olmasak varolmayacak bir bakış açısını sunarak da dolaylı olarak etki edebiliriz ama insanlar yazarlardan mesaj iletmelerini beklememeli, bu işi postanelere bırakmak lazım.
Raşid'in Dürbünü'nden yola çıkarak sormak istiyorum: Bilgiye ulaşmak için sizce Tanrı’dan uzaklaşmak gerekiyor mu?
- Bilimin bize dünya hakkında söyledikleriyle, dini geleneklerin inanmamızı istedikleri arasında çok büyük bir takım çelişkiler var. Evrim Teorisi ya da Darwinizm gibi konular, şu anda ABD'de tartışmaya yol açan meseleler. İnançla mantık arasındaki çelişkinin İslam dünyasında güçlü bir tarihi vardır, özellikle de İbn-i Rüşd gibi bilginlerle. İbn-i Rüşd iki tür akıl tanımlamıştır: Dinsel ve bilimsel. İbn-i Rüşd'ün Rönesans’a ve Avrupa'daki reformasyona etkisi çok önemlidir. Raşid'in Dürbünü özelinde bakarsak bütün temel varsayımlarına meydan okunduğunu gören bir karakter çizmek istedim ben o romanda. Büyürken tüm bu meydan okumalarla sürekli karşı karşıya kaldığımıza inanıyorum. Olduğunu farzettiğimiz şeyleri sorgulamadığımızda da maneviyata dönüyoruz.
Doğu'yla ilgili şablonlar varlıklarını sürdüyor çünkü kullanışlı ve elverişliler
Sizce neden bilgi Batı'nın, gizem Doğu'nun etiketi olmuş durumda?
-Popüler kültüre giriş şekilleri yüzünden yaygın kabul görmüş şablonlarla ilgili bir şey bu. Şablonlar rahat, çünkü statükoya meydan okumuyor.Onları değiştirmek kolay değil. Avrupa düşüncesinin merkezinde, örneğin benim Raşid'in Dürbünü'nde gönderme yaptığım John Dee ya da Cinlerle Yolculuk'ta gönderme yaptığım Hildegard von Bingen gibi insanları içeren, derinlemesine yerleşmiş mistik bir bakış açısı var. Edward Said, Doğu'nun algılanışının nasıl kadınsı, zayıf ve Batılı egemenlik hırslarını edinmeye hazır olduğuna geniş ölçüde değindi yazılarında. Ve haberler bize gerçeğin çok farklı olduğunu söylese de, popüler kültürde, sinema ve edebiyatta egemenliğini sürdüren imaj bu. Batı'da, Doğu'yla ilgili olup da başarı kazanan kitaplar çoklukla Doğu'nun tensel yanını, Doğu'nun güzel kokularını, tatlarını ve cinsel elde edilebilirliğini yansıtan kitaplar olmuştur. Şablonlar hala varlıklarını sürdürüyor, çünkü kullanışlı ve elverişliler.
Raşid'in Dürbünü en çok hangi tarafa seslenmesi için yazıldı: Doğuya mı Batıya mı?
-Batı'ya seslenmesi için yazıldığını sanıyorum. İngilizce yazıldı ve Londra’da yayımlandı ve Avrupa’da karşılaştığım önyargılar, dışlanma ve görmezden gelinmeye bir karşılık vermesi amacıyla tasarlanmıştı. Yine de, Doğu'ya da söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanıyorum. Sudan asıllı yanınızı Avrupa'yla ilgili en çok çarpan şey ne oldu? - Bence işler eskisi kadar zor değil. Avrupa 20 yıl önce olduğundan çok daha çeşitlilikle dolu bir yer haline geldi, bu da Avrupa'yı daha kolay yaşanır bir coğrafya yapıyor. Bu, göçün etkileri ve ayrıca insanların artık daha çok seyahat etmeleri sayesinde oldu. Bu çeşitliliğin edebiyatta kendine yer bulmasının bu kadar ağır gerçekleşmesini tuhaf buluyorum. (Londra’da) Yayınevlerinde çalışanlar daha çok dışarı çıkmalı. Popüler müzik ve filmler, olup bitenlerle uyumlu olmaktan çok uzak. Kitap dünyası çok eski moda bir yola takılıp kalmış durumda ve o yoldan çıkmazsa, hepimiz mahvolduk demektir. Sudanlılar çok sosyal insanlar ve ben, o rahat ilişkileri özlüyorum; bu sıcaklığı bazı Afrikalı dostlarımla yakalasam da aynı şey olmuyor.
‘Öteki’ olmanın edebiyatınıza en büyük yansıması nedir?
-Sizin dile getirdiğiniz şekilde “öteki” olma ya da alışkanlıkları, görünüşü ve tarihi sizinkinden farklı bir toplumda azınlık olma deneyimi, zor bir deneyim. Farklı giysilere ya da yeme alışkanlıklarına uyum göstermek kolay, ancak içinizde kendini oralı hissetmeyen ve bunu birçok şekilde dışavuran bir yan var. Sanırım benim temam bu. Yazdığım her şeyde şu ya da bu şekilde var. Ama bu yabancılaşma hepimizin etrafında var ve ben yazarlığımda bunu kendi özelimden çıkarıp, insan olarak yaşamlarımızı nasıl anlamlı kılıyoruz gibi varoluşsal bir soru sorma noktasına taşımaya ve böylelikle genişletmeye çalışıyorum.
Yazarın kitapları farklı ülkelerde yayımlanabilir, asıl zor olan ciddiye alınmasıdır
Peki sizce Müslüman toplumların modernleşmesi Doğu-Batı arasındaki kutuplaşmayı çözer ya da bir dereceye kadar azaltır mı?
-İslamiyet, yaşadığımız çağa damgasını vuran Doğu-Batı çatışmasında kilit bir rol oynuyor ve bunun nedeni de kısmen insanların dilek ve ihtiyaçlarını etkili şekilde sunma yöntemlerinden yoksun olmaları. Ortadoğu’da etkili ve doğru bir hükümet olursa, İslâmiyet ruhsal dünyamıza hükmetme noktasına gelecektir, bugünkü gibi, ulusların politikalarına etki etmeyecektir. Esas sorun İslâmiyet değil, politik anlamda özgürlükten yoksun olmamız. İslâmiyet’in modernleşmesi için, aynı inancı paylaşmayan birçok insanın varolduğu bir dünyada yaşadığımızı kabullenmesi ve sınırlarını bilmesi gerekir. Aynı pragmatizm, dini inançlarım dünyanın geri kalanına empoze etmeye çalışan diğer gruplar için de geçerli. Bunun alternatifi, bütün gezegeni imha etmektir. Bugün milyonlarca insanın yaslanabileceği tek şey inançları. Hükümetler sorumluluklarıyla yüzleşene kadar, İslâmiyet o insanların tek umudu olmaya devam edecek.
Bir yazarın kucaklanması için bir yere ait olması şart mı? Ya da kitaplarınızın farklı Avrupa dillerinde yayımlanmış olması yazar olarak kucaklandığının gösterir mi?
-Raşid’in Dürbünü gibi bir romanla, yazar olarak Doğu-Batı kutuplaşması, ırkçılık, inanç gibi soruları irdelerken, Batı'nın mistik Doğu edebiyatı arayışı size ne hissettiriyor? Şu reçete hakkında ne düşünüyorsunuz; yazdıklarına biraz mistik ve egzotik, biraz da etnik sos dökersen Avrupa'ya açılırsın...
Doğulu bir yazarın dünyaya açılması için mistik şeyler yazması şart mı?
-Ben bunu bir reçete bulmak seklinde düşünmüyorum. Yazar okuyucusuyla iletişim kurmak için bir yöntem bulmak zorunda; okuyucunuz yoksa hiçbir şeyiniz yok demektir. Ve bence birçok yazarın İslâmiyetin mistik yanına yönelmesi, bunun Batılı okuyucu için daha cazip olmasından. Romantik yan anlamları var, ayrıca intihar bombacılan ya da yüksek binalara uçaklarla çarpan insanlar yaratan İslâmiyet türünden apayrı bir şey olarak görülüyor. Bunun sadece Batılı tüketimine açık bir şey olduğunda da şüpheliyim üstelik. İslâm dünyasında geçmişi, tarihi ve gelenekleri romantikleştirme, Arap dilinin güzelliğini, şiirselliğini vurgulama yönünde güçlü bir eğilim var örneğin. Benim durumumda, Türkçeye çevrilmiş iki romanımdan yola çıkarak bir hüküm vermek zor, (ikisi bu yıl yayımlanacak) yedi romanım var, hepsi de birbirinden farklı.
İdeal yazarımı bulsam yazmak yerine okumakla yetinebilirdim
Sizin duymak istediklerinizi söylediğini düşündüğünüz kim var edebiyat dünyasında?
-Bu türde belirli bir yazar yok, zaten aksi takdirde yazmak yerine sadece oturur, onları okuyarak mutlu ederdim kendimi. Çoğu romanda, hatta sevdiklerimde bile, hemfikir olmadığım şeyleri bulmaya meyilliyim. En sevdiğim yazar sorulur hep. Bilmiyorum, diyorum genellikle. Sorun şu ki beğenim değişiyor. Şu sıralar Arapça eserlere daha çok eğilmeye çalışıyorum. Daha ziyade Fransızca kitaplar okuduğum bir dönem yaşadım ve İspanyolca daha çok kitap okumak isterdim. Sanırım çoklukla okuduklarım İngilizce yazan çağdaş yazarlar.
Şu sıralar ne yazıyorsunuz, biraz çıtlatmanızda sakınca var mı?
- Daha yeni iki roman bitirdim. Biri İngilizce, diğeri Fransızca yayımlanacak. Garip bir fikir ama İngilizcesinin yayımlanması o kadar uzun sürüyor ki onlan bekleyecek olursam, kitap yayımlanana kadar cenazem kaldırılmış olur. Fransızca romanım Nubya hakkında. Babam aslen oralıdır ve Nubya 1960’larda Mısır'da Assuan Barajı inşa edilirken Nil Nehri’nin baskınına uğramıştır. Diğeri iki İngiliz ya da yarı İngiliz kız kardeş ve bu kardeşlerin birbirlerinin varlıklarından nasıl haberdar olduklan hakkında. İngiltere ve Sudan’da geçen bir roman bu.
Salman Rüştü gibi bir yazara bakıp da, Avrupa’da ‘azınlık’ mensubu bir yazar olmayı bile şans addettiğiniz oldu mu hiç?
-Salman Rüştü’nün durumu birçok yönden tek ve gerçekten ona paralel başka bir olay yok. Şeytan Ayetleri sadece Doğu'yla Batı arasındaki ilişkiler açısından değil, edebiyatın ilgileri açısından da bir set çekti. Salman Rüştü’nün romanı sadece Doğu'da değil, Batı'da da İngiliz hükümetinin ırkçı politikalarını hedef alışıyla tepki topladı. Rüştü’nün romanı birçok açıdan yaşadığımız çağı simgeliyor: Onu okumayanlar tarafından yasaklanan ve yakılan bir roman. Romanın İngiliz gazeteciler tarafından da hararetle eleştirildiğini unutmayın. Rüştü bu sorunları yaşamadan önce, romanı İngiliz gazeteciler tarafından okunmaz damgasını yemişti zaten. O günden beri İslami bir mirasa sahip oldukları iddia eden lezbiyenlerimiz ve New York'ta kadın bir peygamberimiz oldu. Bu iki olay da İslami tarih bilgisi ve içerdiği göndermeleri kavramak için Batı'nın popüler kültürünü anlamayı gerektiren bir edebi romandan daha ilginç, ancak iki olay da Rüştü'ye gösterilen türden bir öfke ve histeri uyandırmadı. Bugünlerde yayımcılar o tarz bir kitabı yayımlama riskini göze almaz, Büyük bir yaygara koparacağından değil (yayımcılar reklamı sever) büyük ihtimalle kitap satmayacağından almazlar bu riski. Başka bir kitap ya da yazarın bir daha aynı şekilde dikkat çekeceğini sanmıyorum. Dünyanın birçok yerinde, yazdıkları yüzünden sansüre ya da mahkumiyete katlanan birçok cesur yazar var. Bu tür şeyler sürekli yaşanıyor ve biz bunların çoğundan haberdar olmuyoruz.
Egzotizm peşindeki zavallı Batılı okur için yeterli eser mevcut
Cinlerle Yolculuk'tan yola çıkarak, zamanla ilgili yorumlarınızda Proust etkileri olduğunu söylemek doğru olur mu?
-Proust’a karşı özel bir hayranlığım yok. Çok güzel cümleler yazmış, ancak ben bu cümlelerin sonuna gelmeden uykum geliyor. Bütün hayatım yüce bir mükemmellikte bir eser yaratmaya adayan sanatçı fikri, bütün o çabada gerçekten kıymetli bir şeyler olduğuna ikna olmamızı isteyen yayıncılar tarafından yaratılmış bir mit bence. Ben, gül bahçelerinde şiirler yazarak dolaşan zengin aristokrat sınıfından gelmiyorum; okuyucunun ilgisini çekmeyi başaracak iyi öyküler yazdığı sürece varolan yazarlar sınıfındanım.
Cinlerle Yolculuk'un sırf başlığına bakarsak... Bu başlıkta. Batılı okuyucunun imgeleminde haremler, sultanlar, uçan halılar beklentisi uyandırma gibi bir ironi ya da espri olduğunu söyleyebilir misiniz?
- Asla özellikle ironik olma ya da bir romanın iskeletine sembolik şablonlar yerleştirme niyetiyle yola çıkmadım. Başlıkla, romanın modern dünyada kurulmuş bir hikâye anlatması arasında bir çelişki var elbette ve evet, bu bilinçli bir tercih. Makinelerle mistik inançlar arasındaki apaçık çelişki türünden çatışma ya da paradokslar merakımı çekiyor ve beni büyülüyor. Egzotik fanteziler isteyen zavallı Batı okuyuculara gelince, edebiyat anlamında hâlâ onların beslenebileceği türden yeterli sayıda çalışma mevcut.
Peki son olarak, insan cinleriyle nereye kadar gidebilir?
- Buna cinler karar verir, insan değil.
(Aslı Tohumcu / Kitaplık / Mayıs 2005 / Yücel Kamçez arşivi)
0 notes
wsevvalmi · 3 months
Text
Bu raki edebiyati ne zaman son bulacak votka daha fazla hak ediyor yukselmeyi. (konunun rakiyla ilgisi yok.)
3 notes · View notes
diyariedebiyat · 2 years
Text
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI SENE SONU ZÜMRE TOPLANTI TUTANAĞI
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI SENE SONU ZÜMRE TOPLANTI TUTANAĞI 2021-2022 Eğitim Öğretim Yılı Türk Dili ve Edebiyatı Dersi Sene Sonu Zümre Toplantı Tutanağıdır. Dosyayı aşağıdaki bağlantıdan indirdikten sonra kendinize göre düzenleyebilirsiniz.👇 ❗️Diğer Öğretmen Dosyası konularını incelemek için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz.👇 Öğretmen Dosyası 📌Paylaştığımız içeriklerden hemen haberdar…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes