Tumgik
#kar yazar
world-of-kar · 2 years
Text
Tüm kahpeliklere ve nankörlüklere rağmen ben harikayım
82 notes · View notes
egesizizmir · 3 months
Text
O gün vurmak için uzattığın elini, bir kez beni gömdüğün yerden kaldırmak için uzatmadın ya baba, işte en çok buna kırgınım.
51 notes · View notes
okuryazarlar · 1 year
Text
Tumblr media
50 notes · View notes
okurguncesi · 2 years
Text
kitap book
Selam. Kitap önerisi için geldim.
1-Sokak Nöbetçileri
2-Yere Yakın Yıldızlara Uzak
3-Ölüler Konuşamaz
4-Operatöre Bağlanıyorsunuz
5-Kar Küresi
Hello. I'm here for a book recommendation.
32 notes · View notes
evrendensesgetir · 1 year
Text
Saat verin bana dakika verin
Hızlı geçermiş sayılı günlerim,
Her günü sayayım bundan böyle,
Geçsin artık hastayım.
Geçsin artık, nefes alayım...
11 notes · View notes
halledebiliriz · 2 years
Text
acıdan yutkunamıyorsun. başını kaldırıyorsun yutkunmak için. sonra onlar seni dimdik sanıyor.
6 notes · View notes
icindekicirkefses · 2 years
Text
Tumblr media
Korkularını ancak ona dönüşerek yenersin.
3 notes · View notes
ncdtgrsy · 3 months
Text
1 note · View note
zelis-pw · 10 months
Text
Koskoca kar küresinde kar tanesi olmak da bu kadar acıtmamıştı işte.
" 03.28 "
0 notes
ssude23 · 2 years
Text
Cinnet, yazar Jack Torrance’ın, kış sezonunda kapalı olan Overlook Oteli’nin bakımını üstlenerek, ailesiyle birlikte otele taşınması sonrasında gelişen metafiziksel olayları konu alır. Jack’in doğaüstü sezgilere sahip olan küçük oğlu, zamanla otelin içerisinde yalnız olmadıklarını, geçmiş ve gelecekten gelen hayaletlerle birlikte yaşadıklarını görür ve ailesini buna inandırmaya çalışır. Aile bir kar fırtınası sebebiyle dağda konuşlanan bu otelde mahsur kaldığındaysa Jack doğaüstü varlıklar tarafından ele geçirilir ve yavaş yavaş aklını kaybetmeye başlar.
0 notes
world-of-kar · 2 years
Text
Gözümden düşene çok acıyorum, bu kadar sert düşülmez.
22 notes · View notes
dumanlikafalar · 9 months
Note
Ff vermeni istesem?
@birkucukkirlangicmisali @umutbittigezegeniyakin @siyahiisst @heryermorbe @bir-kucuk-kar-tanesi @251122-8 @wakandaninkrali @birkartanesisevinci @vasnea @0blackpearl0 @sonerabanoz @izmaritlerim @piyanoask @nrsnyldrm (yazar ama artık kullanmıyor) @ruhsuzbiadam @dianaa70 ff listem bu kadar unuttuğum yok.
26 notes · View notes
pohotocolors · 1 day
Text
EY ÖZGÜRLÜK / PAUL ELUARD
Fransız şair Paul Eluard bir kadına aşık olur. Kararlıdır, onun için bir şiir yazacaktır. Paris kafelerinde otururken cebinden çıkardığı kağıtlara hep o şiiri yazar. Uzun bir şiir olacaktır bu. Dörtlüklerden oluşacak ve şiirin son dizesinde o çok sevdiği kadının adı olacaktır.
Bu sırada Naziler Paris’i işgal eder. İkinci Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Şiiri yazmaya devam eder ama bakar ki her yerde baskı, zulüm, işkence, tutuklamalar, sokaklarda şiddet gören, öldürülen insanlar.. Çok sevdiği ülkesi ve kenti işgal altındadır. Şiir biter ama son dizeye sevdiği kadının ismini yazmaya gitmez bir türlü eli. Çok ister ama yazamaz.. Onun yerine o sırada aşk’tan daha da tutkuyla istediği şeyi yazar: Özgürlük.
Bu şiirin M.C. Anday ve O. V. Kanık tarafından yapılmış çevirisi aşağıda.
Çok uzun yıllar sonra Zülfü Livaneli bu şiirden çok güzel bir şarkı yapar. “Ey Özgürlük” diye. Konserlerinde çok istenen, herkesin coşkuyla dinlediği bir şarkı.
LIBERTE / ÖZGÜRLÜK
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını
Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya kül
Yazarım adını
Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını
Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını
En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını
Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını
Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını
Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını
Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını
Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını
Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını
İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını
Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını
Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını
Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını
Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını
Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını
Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını
Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya
Özgürlük…
TÜRKÇESİ: Melih Cevdet Anday – Orhan Veli
Tumblr media
4 notes · View notes
aynodndr · 3 months
Text
Tumblr media
#mihriban
1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesi bu…
Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlar. Genç Abdurrahim köyünde genç bir kız görür, gördüğü kız ailesiyle komşunun düğününe gelen misafir kızdır. Tanışmak nasip olur… Mihriban’ın kelime anlamı: Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu manasına gelmektedir. İşte bu kız da aynı şeyleri kendi sıfatı yapmıştır. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler.
Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası artık değişir, hayat manasızlaşmıştır, aşk acısı yüreğini yakar… Bu halini gören ailesi, kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce “kız küçük” derler, bahane bulurlar. Bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır, gerçeği söylerler: “Kız nişanlıdır…”
Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim, kızın nişanlı olduğunu duyunca da: “Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der.
7 yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılacaktır:
Sarı saçlarına deli gönlümü,
Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü,
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.
Yar, deyince kalem elden düşüyor,
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor,
Lambada titreyen alev üşüyor,
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban.
Önce naz sonra söz ve sonra hile,
Sevilen seveni düşürür dile.
Seneler asırlar değişse bile,
Eski töre bozulmuyor Mihriban.
Tabiplerde ilaç yoktur yarama,
Aşk değince ötesini arama.
Her nesnenin bir bitimi var ama,
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.
Boşa bağlanmış bülbül gülüne,
Kar koysan köz olur aşkın külüne,
Şaştım kara bahtım tahammülüne,
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.
Tarife sığmıyor aşkın anlamı,
Ancak çeken bilir bu derdi gamı.
Bir kördüğüm baştan sona tamamı,
Çözemedim çözülmüyor Mihriban.
Bu şiir türküye dönüşünce de duymayan kalmaz. Tabi Mihriban da… Bir mektup yazar Abdurrahim’e “Unutmak kolay değil” der. Abdurrahim ikinci bir şiir yazar:
“Unutmak kolay mı? ” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun
Unutursun M
5 notes · View notes
evrendensesgetir · 1 year
Text
Peki ya bu gölgeler? hep mi benim üstüme çökecek..?
ışıksız nefes alamayan çiçekten ibaret...
hiç ışık vurmayacak mı benim de yüreğime ?
gündüzleri kör, geceleri kör.
tozlanmış bu kalp hasretini çeke çeke...
8 notes · View notes
Text
Henüz yayınlanmamış "Düşük İhtimalli Şeyler" adlı romanımdan bir bölüm.
     Üç ay sonra, Ocak ayında bir işimi halletmek için tekrar gelmiştim Büyükşehre. Gündüzden halletmiştim her şeyi ve Büyükşehrin en işlek caddesinde yürüyorum. Yürüyüşlere inanan biriyim. Yollar araba, kaldırımlar insan kaynıyor. Betonun içinden adeta insan fışkırıyor. Boğuluyorum. Hiçbirinin hikâyesi yok. Hepsinin hikâyesi var. Hikâyelerinin içinde masumiyet olmadığı için bomboş görünüyor. Masumiyet kolay bulunabilen bir şey değil artık. Fabrikada üretilen ve satın alınabilen bir mal değil. Bu korkunç kalabalıkta insanın kendisi olabilmesi mümkün mü acaba?
     Havanın neredeyse sıfıra yakın olmasına rağmen üşümüyorum. Bunun nedeni sıkı giyinmiş olmam değil, birbirine değip geçen insanlar yüzünden. Her dokunuş bir çürüme bırakıyor değdiği yere. Çürüme ateş hissi veriyor insanın ruhuna. Çürümeyi hissetmek ve açıklanamayan kayıtsızlık duygu uygarlığının bittiğini gösteriyordu. Duygu önceliği yitirilmiş kız kardeş gibidir. Onca yazar, felsefeci, onca yürek insanı ve onca bilim insanı deliler gibi, parçalanırcasına haykırıyor olmasına rağmen, yitirilen sevgi derinliğinin önümüze koyduğu bu renksiz görüntünün içinde çırpınıp duruyoruz. Kendimize benzeyen bir yürek insanını arıyoruz. Bulduğumuzda da onun peşine takılıp çıkmaz sokaklar eşliğinde düşlere dalıyoruz. Düşler tutkunun, sevginin ve aşkın yegâne galerisidir artık. Karaya vurmuş düşünceler için güvenilir bir sığınaktır.
     Cadde boyunca park edilmiş, içinde öykü ve sevgi barındırmayan arabaların arasından geçiyorum. Bir delikanlı ince ve uzun bir kâğıt tutuşturuyor elime. Önce ne olduğunu anlamıyorum ama o incecik kâğıdın üzerindeki minyatür yazıyı okuyunca anlıyorum, üzerinde “lütfen koklayınız” yazıyor. Koklayınız; bir çağı koklamak, bir çağın çırpınışını içine çekmek… Oldukça etkileyici bir koku... Artık parfüm reklamları böyle de yapılabiliyor. Parfüm reklamları yalnızlığa itilmiş insana yeni bir gösteri olanağı sunar. Gülümseyerek geçiyorum kokulu kâğıtlar uzatan delikanlının yanından. Gülümsemeyi unutmamışım hâlâ. Gülümsemek; kar ve tipi yağarken hemen ileride kulübe şeklinde bir hayal bulup içine sığınmak gibi bir şey.
     Hava yavaş yavaş ışığını kaybetmeye başlıyor. Eski tanıdıklarımla –para babalarıyla- yüz yüze geliyorum: Bankamatikler… Paranın sahnesinde yan yana sıralanmış patronların elleridir onlar. Yaşamın asla düşmeyen patronları… Her yerdeler: İşyerlerimizde, yürüdüğümüz yollarda, düşlerimizde. Bir bankamatiğin önünden geçerken mutlaka yolunuzdan çevirir sizi dostane bakışı. Öyle sempatik davranır ki karşı koyamazsınız. Durdum, bu geleceği biçme makinesinden “birkaç banknot gelecek çekme isteğimi” frenledim. Ona sırtımı döndüm kararlılıkla. Bunun provasını yapmıştım daha önce. Bu koskoca zaaf imparatorluğunda zaaflarıma yenik düşmemeyi öğrendim acı tecrübelerle. Tam karşımda, nemli kaldırımın üzerinde oturmuş birkaç liseli genç gitar çalıp eğleniyorlar. Hem eğlenip hem para kazanıyorlar. Giyimleri kuşamları da fena sayılmazdı. Gitarın tellerinde çürümenin notaları geziniyor. Çürüme her yerde. Tamamlanamayan, kısa kesilen şarkılar, gülüşmeler ve anlam arayışını bırakmış sözcükler yüzlerine yapışıyor liseli gençlerin. Ters döndürülmüş bir şapka var önlerinde. Mendil yerine şapka konmuş. “Biz dilenmiyoruz, müzik yapıyoruz, bize o yüzden para vermiş olacaksınız” ın mesajıdır bu oradan gelip geçenlere. Gerçekten öyle mi? Yoksa bu bir duygu buharlaşması mı? Şapkanın içinde fena sayılmayacak derecede ufak banknot ve bozukluklar var. Harçlıklarını böyle çıkarıyorlar. Ne de olsa gitar çalabilmek yetenek işidir. Bu yetenekleri sayesinde para kazanıyorlar. Belki ileride iyi birer müzisyen olurlar. Belki de çürümenin çağına karşı direnip duygunun buharlaşmasına izin vermeyen çağrılar gönderirler evrene.
     Gitarcı çocukların beş altı metre ilerisinde iki siyah çukurla karşılaşıyorum. İki çözümsüz soru: Ben kimim? Siz kimsiniz?  Yüzünde iki esmer deniz taşıyan ve yaklaşık on üç-on dört (belki de on beş) yaşında olan bu kız çocuğunun yüzündeki o bulanık ülkenin içinde kayboluyorum. Donuyorum ıssızlıktan. Onun olduğu yere doğru ilerliyorum. Ona yaklaştıkça kendimden uzaklaşıyorum. Üzerinde kapüşonlu eski bir switshirt, altında ince kirli bir kot, başında da yünden yapılmış gri bir şapka vardı adı olmayan bu kızın. Sağında solunda kolilerden kesilmiş kartonlar ve kartonların üzerinde düzgünce, iri iri yazılmış yazılar ve rakamlar var.
Sarılmak: 1 YTL
Beraber resim çekilmek: 1 YTL
Dert dinlemek: 2 YTL
Dedikodu yapmak: 2 YTL
Karşılıklı bakışmak: 5 YTL
Oturup el ele tutuşmak: 10 YTL
     Bunun gibi daha birçok tanımlanmış eylemin ve fiyatlarının yazıldığı kartonların arasında bırakılmış, bu ruhu paramparça edilmiş kızın karşısında, utanç bir anıt gibi dikilmişti büyükşehrin küçük kalbinde. Kimsenin üzerine alınmadığı bir utanç… Büyükşehrin kalbi mızrak deposuydu. Kızın önünde ne mendil ne de ters çevrilmiş şapka vardı. Onun yerine yüreğini ters çevirip koymuştu ortaya. Düşünüyorum, düşünüyorum ellerim yanıyor. Ellerim susuyor. Belleğim susuyor. Varlığım sessizleşiyor. Sessizlik; haykırışın o büyük okulu. Yutkunarak düşünüyorum, başkaldırı ihtiyacı duyuyorum ve soruyorum, bütün bunlar ne, bütün bunlar ne? Bütün bunlar, halk ihlali.
     Koşmaya başlıyorum yaşlı bir ülkenin karnında, en hızlı koşumu yapıyorum. Burnumdan buharlar çıkıyor. İçimden resimler düşüyor. Geçmişin ve geleceğin resimleri… Unutulmuş resimler… Önceliği yitirilmişlerin resimleri… Arayı açmış olan merhamet konvoyuna yetişmeye çalışıyorum. Nefes nefese koşuyorum. Ön yargı ordusunun yarattığı bu cehennemde çarparak düşürdüğüm insanlar öfkeyle arkamdan bakıp küfrediyorlar. Ağza alınmayacak küfürler ediyorlar bana. Ben de aynı öfkeyle dönüp onlara küfrediyorum: Hepiniz orospu çocuğusunuz!
     İşsizlik, hissizlik, yoksulluk, adaletsizlik, kalitesizlik ve sömürü düzeninin lanetini getirip bu ülkenin alnına kalın puntolarla yapıştırmışlardı. Görüp de bir şey yapamamak, elinden bir şey gelememek hançer gibi batıyor göğsüme. Sadece lanet okumayla hiçbir şeyin düzelmeyeceğinin farkındaydım. Sömürücüler kamarasını kökünden yok etmek istiyorum ama elimde onları yok edecek hiçbir silaha sahip değilim, bir gün hayal gücünün iktidara el koyacağına olan inancımdan başka. Yerinde duramayan başkaldırı ihtiyacımı ve varoluş sancısı çeken ruhumu küçük bir odaya kapatıp; öfkemi ve yalnızlığımı ellerim yoruluncaya kadar yazıyordum. Boşluğa anlatıyordum içimdeki çıkışsızlığı. Küçük bir an bile olsa huzurla karşılaşıyordum. Çünkü havada uçuşan sözcükler bu küçük odanın hazinesiydi.
6 notes · View notes