Tumgik
#kitaplarda yaşamak
isfens · 1 year
Text
Herkesin hayatında yüksek sesle okumadığı bir bölümü vardır.
99 notes · View notes
pepetheking · 11 days
Text
KİTAP KURTLARI İÇİN BİRBİRLERİNİ TANIMA FIRSATI SAĞLAYACAK SORULAR:
Başucu kitabım diyeceğin 3 kitap
Favori yazarım dediğin 3 yazar
En sevdiğin kitap alıntısı
Dünya Edebiyatından Hangi Yazar Senin Ruh İkizin?
Seni anlatan bir şiir
Hayatın bir kitap olsa türü ne olurdu?
Hayatın bir kitap olsa adı ne olurdu?
Kötü Adamın kazandığı bir kitapta son cümle ne olurdu?
Senin için hiç şiir yazıldı mı?
Hangi roman kahramanı olmak isterdin?
Ne tür romanlar seversin?
Yeni kitaplar mı yoksa eski kitaplar mı?
Sevdiğin bir müzik öner
Bugüne kadar okuduğun en kırıcı cümle neydi?
Okuduğun ilk kiap hangisiydi?
Okuduğun son kitap hangisi?
Sevgilinin kitap okuyan biri olması senin için önemli mi?
İlerde çocuğuna okumak istediğin ilk kitap hangisi?
Evinde bir kütüphanen var mı?
Ne zamanlar kitap okuyorsun?
Kitap okurken bir şeyler yiyip içer misin?
Kitap okuma rutinin var mı?
Bir kitap yazacak olsan adı ne olurdu?
Yüz yüze olsak da bir kahve içsek dediğin yazar kim?
Okurken heyecandan tırnaklarını yediğin / kahkahalar attığın / ağladığın kitaplar var mı?
Keşke bunu ben yazmış olsaydım dediğin kitap hangisi?
Hayranlığın o kadar büyük ki, bunu yazan insansa ben neyim dediğin bir kitap var mı?
En çok nerede kitap okumayı seversin?
Hangi kitap sana kitap okumayı sevdirdi?
Kitaplarda gitmiş olduğun en beğendiğin yer neresi?
Filmi olmayan kitaplardan hangisinin filminin olmasını isterdin?
Kitap bittikten sonra, “Acaba kitaptaki karakterler şimdi ne yapıyor?” diye düşündüğünüz kitap hangisi?
Birine kitap hediye etseydin bu hangi kitap olurdu?
Sonunu değiştirme şansınız olsaydı hangi kitabın sonunu değiştirirdiniz?
Hangi kitap karakterini arkadaşın olarak görmek isterdin?
Hangi kitabın içinde yaşamak isterdin?
Kitaplar mı insanlar mı?
Telefon mu kitaplar mı?
Filmi mi kitabı mı?
En kötü kitap uyarlaması olan film hangisi sence?
28 notes · View notes
sutusevin · 6 months
Text
Benim için bütün oyunlar,romanlar,hikayeler herkesin anladığından başka bir anlam taşıyor.
Bütün hayat,bütün insanlık bu kitaplarda anlatıldı, bitirildi.
Yeni bir şey yaşamak,yeni bir kitap tanımak oluyor benim için.
Kitaplarla ve onların yazarlarıyla birlikte yaşıyorum.
Önsözlerle yaşıyorum.
Hiçbir yazar şaşırtmıyor beni:
Çünkü hayatlarını sonuna kadar biliyorum.
Gerçek dediğiniz dünyada ise kimin ne yapacağı belli değil.
Hergün şaşırtıyorlar beni.
Yazarlarımla yaşamak daha kolay.
Tutunamayanlar/Oğuz Atay
46 notes · View notes
olafkardanadam · 20 days
Note
Olaf ne zaman ay’a baksam hep aynı düşüncelere dalarım. Nice medeniyetlere şahit oldu, nice aşklara, yüz yirmi dört bin peygambere, zulmlere, mucizelere. Kitaplarda okuduğumuz, hayran kaldığımız nice komutanlara, şairlere, sevgililere ve savaşlara. Izdırap dolu gecelerinde kaç insanın gözü değdi, kaç insan onunla konuştu, kaç insan huzur buldu onda. Kaç aşığın bir türlü sabahı olmayan o hüzünlü gecelerine eşlik etti. Kaç ayrılığa şahit oldu. Ve şimdi nerede o acı çekenler? Anın içinde kaybolanlar, göğüs kafesi patlarcasına canı yananlar, sızlayanlar, anlamını yitirenler neredeler? Şimdi bütün acılarıyla toprağa karıştılar ve hiç var olmamış gibi ölüp gittiler. Bizim içinde bu değişmeyecek. Şu an içinde bulunduğun ruh hali, mutsuzluk, elli-yüz sene sonra toprak altında kaybolup gidecek. Her şey geçer. Ve ölüm hak. Öyleyse neden bir kez yaşayacağımız bu hayatı kendimize zindan ediyoruz ? Hayatı yaşarken yaşayın, zira ölüm elbet bir gün gelecek.
•bayazzambaklar𓅪
"Sadece nefes almak değildir Yaşamak. Gülümsemektir. Gezmektir. Hayal kurmak. Mutlu olmaktır Yaşamak. Suların sesini. Kuşların cıvıltısını duymak. Çiçeklerin kokusunu hissetmektir Yaşamak. Yollara. Ağaçlara. Yıldızlara. Denize, Gökyüzüne aşık olmak. İki gözün hakkını verebilmek, bütün ruhunla hayata dokunabilmektir Yaşamak."
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
16 notes · View notes
Text
Unutmaktan Çok
Seni unutmaktan geliyorum, ben. Kalbini uslandırıp sevdanda, cehalet sınavından geçip kültürünü almışsın sevilip- sevilebilmenin. Yanlış yerde durmaz artık sende aşk. Zamanının kırk satırlı telaşına bir kadın sığdırıp sadece ona, ‘yaşamak’ demeyi seçmişsin. Ben, ötekilerde ötelenen…
Seni sevmeye çalışmamaktan geliyor, dizelerim. Dizginlenip hatıralarda, bir kahkahanın umut aşılayan hercaisi oluyorsun kitaplarda. Yazılıp göründükçe kalabalık acabalara, ses etmeyen yerinden acının; acıklı matemi oluyorsun, sensiz olmak bahtımın.
Gitmiyorsun. Çünkü gelmiyorsun. Beklemiyorum, çünkü gelemezsin, biliyorum.
Kaderin maruzatında bir ekmek çalıyor şiirim. Köftesinden yerken sevdanın; yorgun denemem, şiirin gaspına şahit anahtarı saklı sırlarda bölünüyor. Nesin şimdi? Bir şiir mi, bir iç çekiş mi, bir deneme mi; yoksa hiçbir yolu denemeyen mi?
Bölük pörçük senaryolarımın, senarist hasreti kavuruyor alın yazımı. Özlüyorum, senaryo döşediğim özgür ve âşık olduğum film zamanlarımı. Oyuncusu değişiyor, başrolü ise yanındaki kadın!
Çocuklar deviriyorsunuz yaşamda, döllenen keşkelerimin otuz üç kırıkla beni imtihan edip bu imtihandan yazgı akrabalarımı geçirip beni dövüş kulübü severim zannettiği yanlışlık gibi kalıyorum. Kırıklarım, saç kırıkları; dövüşten kalma ağız burun kırıklıkları ve bin defa da sıfır alsa aynı imtihana tabi tutulmayı dileyenin kırıklığı değil ki sevdiğim. Kırıklarım, kalp kırıklıklarım… Her yerden pervane gibi dönüyor kalbim, yanlışlıktan köhne mutluluğa. Eksik kalıyor alfabesi, mutluluğun. Utlu oluyorum, korkular camisinde figan…
Bugün de doğdum. Yalnızlığıma mozaik ateistliğinde, aşkın… Demek artık Müslüman sevmez ikimizi aynı anda sevda, besmeleni o kadına; acıyı ise bana doğrulattın. Elhamdülillah tutunamayışımın izdüşümü; kiliselerden çağırıyor kalbimi yalnızlık…
Dilara AKSOY
17 notes · View notes
mechulmuennes16 · 6 months
Text
Uzunca yazmak istediklerim var bazen kendimden bile sakladığım hisler bazen günahlar kimi zaman karışık duygular. Hisler diyarının soğuk mevsiminde kalmış yüreğim titriyor. Gölgeler peşimde ısınacak gölgeler adı altında ruhum kaçırıyor. Birbir toprağa düşüyor ölenler . nerdeyim bilmiyorum bu sefer hissiz kuyulara düştüm .artık kitaplarda fayda vermiyor . aklıma sabahadin alinin sözü geliyor "zaten yanlizligimin sebebi kitaplardaki kahramanları semptimde bulmayisim degilmi " diyor. Bir avuç toprak dolu yüreğimin soğuk bedeni . Ben yaşamak adı altında kayıp şehirlerin ıssız beldesinde bekliyorum...
3 notes · View notes
Note
Yaşamaya da mı o ülke peki
Hayır sadece mimarisini seviyorum ama Mardin'de yaşamak isterdim aşırı seviyorum okuduğum kitaplarda fln mesela Livaneli çok güzel anlatiyor kitaplarında
4 notes · View notes
thedoret · 2 years
Text
"Aşk" herkesin düşündüğü gibi bir şey değildir. Kitaplarda, dizilerde ya da herhangi bir şeyde insanlar sadece yaşamak istedikleri aşkı yansıtırlar.
Oysa ki aşk birlikte mutlu olmak değildir, üzüntüsünü görüp de hiç bir şey yapamamaktır. Aşk ne sen, ne ben, ne de biz değildir aşk acıdır; ne takıntı, ne de birbirini yaşatmak değildir, aşk ölümdür. Eninde sonunda ya aşk biter ya da siz. Aşk çaresizliktir. Sevdiğini kollarınla sarmalamak değil, kollarında öldürmektir. Aşk olmuş ise bir çift, ikisi de yaşayamadan ölmüşlerdir. Aşk intihardır; ve biz de kapısında köle olmuş kullar. Eğer aşık iseniz, son nefesinizi dizlerinizin üstünde ölüme yalvarırken olur..
16 notes · View notes
denizeyuruyen · 2 years
Text
Tumblr media
"Sizinle birlikte (tren olmasa da olur, zararı yok... ) deniz kıyısına gitseydik... Otobüs tepeden bir dönemeci aşınca hemen karşımıza çıkıveren o çılgın mavilik karşısında sevinç çığlıkları atsaydık... Çıplak ayakla kumlarda, sonra denizin kıyısında yürüseydik... Küçük dalgalar ayaklarımızı bileklerimize kadar ıslatıp sonra geri çekilseydi. Kumda ille de ayak izlerimiz kalsın isterseniz o başka. O zaman denize o kadar sokulmayız. Gene de Makar Aleksiyeviç, dalgalar günün birinde oralara da ulaşır ve ayak izlerimizi siler.
Sizinle Makar Aleksiyeviç, sizinle... Kırk yaşına geldim, ama hayatta o kadar az şey keşfettim ki. Oysa görülecek, bilinecek neler neler var. Kitaplarda bile yazmayan şeyler... Yani sizin bile bilmediğiniz şeyler demek istiyorum. İçimde dinmeyen bir susuzluk var. Keşfetmek, hayatı, dünyayı keşfetmek, bunun için yaşamak. Ne güzel olurdu değil mi?
Bir tren beni hangi uzak istasyona götürür?"
- Selçuk Baran - "Eğrelti Yeşili" isimli öyküsünden
22 notes · View notes
dramatik-buluntular · 9 months
Text
"İNSANLAR, KÖPEKLER VE DUVARLAR"
Babamın zorlu ameliyatından haftalar sonra kafamın içinde yaşam ve ölüm kavramları cirit atmaya başlamıştı. Bu iki kavram dönüp dolaşıp karşıma dikiliyorlar, dikkatle gözümün içine bakıyorlar ve suçlu muamelesi yapıyorlardı bana. Sonra bir sessizlik giriyor araya ve zihnimin içinde mahkemeler kuruluyor, kararlar veriliyor, verilen kararlar kırlardan yeni gelmiş bir papatya demeti tarafından tebliğ ediliyor. Kendimi The Angelopoulos sinemasının içinde buluyorum bir an; sonsuzluğa uzanan, yer yer siyah beyaz, yer yer gri, gizemli ve sisli yolculuklar…
Son zamanlarda tekrar tekrar soruyordum kendime, bu uçsuz bucaksız bozkırı kim koydu buraya diye. Buraya derken içimdeki tenha bir yeri kastediyorum. Okuduğum bütün kitaplarda, dalgın dalgın dolaştığım sokaklarda, başka insanların bana hissettirdiklerinde, kayboluşlarımda, yıllarca bu sorunun yanıtını aradım. Hep başka yerlere baktım, başkalarının yüzlerine… Uzak düşlere… Yakın gerçeklere... En sonunda o karmaşık imgelerle dolu bozkırı oraya koyanın kendim olduğunu anladım. Kendim. "Kendim" tehlikelerin en büyüğü… Son kez kim olduğumu haykırdım saygıdeğer boşluğa, ismim bağırıldı bir duvarın içinden; yaşamak için anlam peşinde koşturup duran çözümsüz bir serüvenciymişim ben.
Öyle dalmıştım ki bu serüvene, bütün bu düşselliğe zil sesinin de eşlik ettiğini son anda fark ettim. Akşam saatleriydi. Akşamın en güzel saatleri… Bileğim ağrıyordu, çok sert vurmuştum sanırım, üstelik defalarca, parmaklarımda yer yer kızarıklar, kanamalar ve deformasyonlar vardı. Polis arabasının hareketli mavi ışığının pencereye vuruşunu görebiliyordum. Dışarıda bir vukuat mı var diye düşündüm bir an için ama çalınan benim kapımdı. Polislerle aram iyi değildir. Onların, yani o mesleğin bu dünya için gereksiz olduğunu –sorunun asıl kaynağının onların varlığı düşüncesinde yattığını- düşünüyorum. Çünkü önce onlar oluşturulmuştur, sonra suç kavramı topluma yerleşmiştir. Kapıyı açmadan önce o küçük mercekten mavi soluk noktaya bakar gibi baktım; ellerinde telsiz, sivil giyimli sabırsız iki bey. Bu toplum polisleri nedense hep iki kişi giderlerdi suçluların kapılarına. O halde, ben de bir suçlu oluyorum burada ya da şüpheli? Kapıyı açtım ve karşımda ikisi de benden uzun ve kalıplı; biri göbekli, uzun ama seyrek saçlı ve saçlarını arkadan bağlamış, arkadaki açıklığı ustaca kapattığı belli, diğeri ise top sakallı, gözlüklü ve kısa gür saçlı ama rüküş giyinmiş, kendini açık eden bir sivil polis.
“Sarp Akın, siz misiniz?” dedi uzun seyrek saçlı olan. “Evet, benim” dedim. “Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor” “Neden?” “Hakkınızda bir şikâyet var, beyefendi”
Şikâyetin içeriğini biliyordum tabi, neden diye sormam lafın gelişiydi. Olayın ardından kısa bir süre geçmişti, önünde sonunda kapıma dayanacaklardı. Bir anlık sessizlikten sonra üstümü değiştirmem gerektiğini söyledim memurlara. Altımda evin içinde giyilen türden bir şort, üstümde ise siyah atlet vardı. İzin verdiler, sağ olsunlar. Ellerime kelepçe takmadılar, bu da olumlu bir davranıştı onlar adına. Ama ne kadar kibar olurlarsa olsunlar hiçbir şekilde hoşlanmayacaktım onlardan. Bu önyargı değil, genel olarak sistemin işleyişindeki piyonların, halkın değil sistemin çıkarları için kullanılabilirliğinin bilgisidir.
Sitenin en alt katındaki meraklı komşusu Necip ile göz göze geldik polis arabasına binerken. “Hayrola komşu, bir durum mu var, yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” dedi, yok anlamında başımı yukarı kaldırdım. Mahallenin çocukları, ölümden kaçabilmiş köpekleri ve kedileri de toplanmıştı. Arabaya binmeden önce hepsine kısa cümlelerle gülümsedim. Daha sonra o gülümseme bütün bedenimde gezinmeye başladı.
Bu tür anların negatifliğinin beynimi kemirmesini düşsel ekrandan silmek için hep bir planım olurdu. Bu mavi ışıklı arabanın arka koltuğunda yaklaşık on dakikalık bir yolculuk yapacağım. Bunun için henüz kullanılmamış bir düşünce paketini heba etmeye gerek yoktu. Giderken sadece dışarıyı izledim; mahallenin, her gün yanından geçtiğim halde dikkat etmediğim noktalarını gördüm. Şu büyük trafonun yanındaki iki ağacın çağla ağacı olduğunu (badem de derler), yan yana sıralanmış akasya ve iğde ağaçlarının senkronik dizilişini... Az ileride dükkânının önüne attığı küçük taburenin üstünde oturan şişko Büfeci Samet’in bıyıklı olduğunu önlerinden geçerken ilk defa fark ettim. Kırmızı yanan trafik ışığında durduk, zihnim de durdu ve hiç beklemiyorken negatifliğin saldırısı başlayıverdi. Ekran karıştı, kontrol altında tutamıyordum artık cümle parçacıklarını.
“Sokakların, caddelerin, kafelerin ve pazar yerlerinin dolu olduğuna bakıp ‘hani ekonomik kriz nerede?’ diyen zavallılar, herkes hayat standartlarını düşürdü, zombi gibi dipte dolaşıyor ve bir şekilde uzatmaları oynuyor. Herkeste birden fazla (en az üç) kredi kartı var ve her biri yakında ayrı ayrı devlet merasimiyle patlayacak. O zaman yürekler de patlayacak, gönüller de, hatta hayaller de… Hiper enflasyona doğru gidiyoruz, belki de o girdabın içindeyiz. Bu durum yasal hırsızların, bankaların umurunda bile değil, onlar bütün krizlerden avantajlı çıkmayı bilir. Yaşanan trajedilerin, toplumsal çürümenin, kokuşmuş siyasetin, ahlaksızlığın, utanmazlığın kuşatmasında boğulmuş bir ülkede yaşamak... İşte bizim gerçekliğimiz bu. Sahtelikle iç içe girmiş müjdeler ve yalanlar, fışkıran petroller, Gabar’lar ve bitmek tükenmek bilmeyen gaz rüyaları… Bütün bu aldanışlar körlük sözleşmesi imzalamış büyük çoğunluğun en sevdiği oyuncağı olmuştur her zaman. Bu çürümeden herkes payını alacak. Özellikle kendini ezene sonsuz sadakati ve itaatiyle ülkeyi uçurumun kenarına getiren sayın ezilmişler sınıfı. Bu iğrençliğin yükselmesinin en büyük nedeni onlar.”
“Ne diyorsunuz beyefendi, ne saçmalıyorsunuz?” dedi başının arka bölümündeki açıklığı uzun saçlarıyla kapatan polis. “Kokunun farkında değil misiniz?” dedim işaret parmağıma bütün bedenimle yüklenerek. “Ne korkusu, beyefendi?” “Korku değil memur bey, koku, lağım kokusu, ama evet aynı zamanda korku da eşlik ediyor o kokuya.” “Konuşacak bir şeyiniz varsa sorgunuzda konuşursunuz, bence siz bu işten nasıl kurtulacağınızı düşünün, böyle boş sözlerle enerjinizi harcamayın.”
Yüksek sesle düşünüyordum ve bu yaşıma kadar biriktirdiğim öfke olur olmaz zamanlarda ortaya saçılıyordu. Böyle durumlarda zaman ve mekânın önemi yoktu. Bir anda ağzımdan dışarı fışkırıverdi bu kusmuklar; arabanın koltukları, yanımdaki polisin yüzü, arabayı kullanan öbür polisin kafasının arka kısmı sözcük kusmukları içinde kaldı. Açıklığı gerçek kapatma böyle olur. Aslında biliyoruz, bu dünyada herkes kusmuk içindedir; insanlar, otomobiller, şehir içi minibüsleri, alışveriş merkezleri, AVM’ler, yollar, iş hanları, kamu binaları, gösterişli müdür odaları, partilerin genel merkezleri, bekleme salonları, hastaneler, vergi daireleri, bankalar, en çok da bankalar… Duygusuz bankalar… Gökyüzünü ve yeryüzünü karartan bunca kusmuğa karşı insanların neden başkaldırmadığını anlamıyorum, asıl güç onlarda olmasına rağmen işçilerin neden greve gitmediklerini anlayamıyorum. Orta tabakada kümelenmiş romantik emekçilerin neden burjuvazi taklidi yaparak yaşadıklarını anlamıyorum. Wilhelm Reich’in şu sözü geldi aklıma: ’’Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.”
Polis karakoluna gelmiştik. Aklımın kıyılarını döven düşünce parçacıklarını usulca, incitmeden bir kenara itip arabadan indim. İfademi almak için bir memur hazır bekliyordu. Göz göze geldik, yüzü oldukça esmer ve ıssızlıktan yapılmıştı. İfademi alan polis memuru hakkımdaki iddiaları hızlı bir şekilde anlattı ve şikâyetçi olan Halil Toynak adlı şahsın dilekçesinden bahsetti. Durup dururken tenha bir yerde onu dövmüşüm. Bu koca bir yalan, çünkü onun hayalini dövdüm, hem de fena halde. Şiddete karşıyım, şiddeti asla bir araç olarak görmem, çünkü ben aydın bir kişiyim. Düzenli bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda, tiyatro ve sinemaya da düzenli olarak vakit ayıran biriyim. Bir de düzenli ve onurlu yenilgilerim var, her şeye karşı olduğum için. Kim birine karşı şiddet kullanıyorsa o sevgisizlik çölünde kaybolmuş zavallının tekidir. Ne olup bittiğini kısaca anlatmamı istedi, otuz beş yaşlarındaki yüzü ıssızlıktan oluşan esmer memur.
***
“Kötülük, ancak tam hızla giderken dengede kalabiliyordu, bisiklette olduğu gibi.” demiş Jan Paul Sartre, Akıl Çağı adlı kitabında. Konumuzla ne alakası var, o öyle demiş bu böyle demiş, bana ne kardeşim, konuya dönelim diyebilirsiniz, ancak dememelisiniz. O üstatlar boş konuşmazlar. Olayın olduğu gün evdeydim ve elimde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabı vardı. Yirmi beş yıl sonra tekrar okumaya karar vermiş, ruhsal yapımın bozulması pahasına on günde bitirmeyi başarmıştım. O tuğla kalınlığındaki kitabı yıllar önce ilk okuyuşumda ne yalan söyleyeyim fazla bir şey anlamamıştım. Bu kez kitabın içine tamamen girmiş ve orada kendime en yakın bulduğum karakter olan Razumihin ile dostluk kurmuştum. Kitabı düzenli olarak okumam ve sonuna kadar hem keyif alıp hem huzursuz bir ruhla ilerlemem onun sayesinde olmuştu. Razumihin’e buradan şükranlarımı sunuyorum.”
"Öğle saatleriydi, bitirdiğim kitabı rafta ait olduğu yere (bitirilmiş kitaplar mezarlığı) özenle yerleştirdim. Sonra markete alışveriş yapmaya çıktım evden. Yürüyüş yapma bahanesiyle yolu uzatarak başka sokaklara, oradan başka ara sokaklara girdim. Neredeyse boş olan büyükçe bir parkın yanından geçiyordum. Kırk beş yaşlarında, şapkalı, orta boylu daha önceden konuşmuş olmasam da siması yabancı gelmeyen bir adam (şu adını söylediğiniz Halil Toynak), pembe plastik bir selenin içinde getirdiği çiğ tavuk etlerini, detone sesiyle mırıldanarak sokak köpeklerine yediriyordu. Bu çok hoşuma gitmişti. İnsanların çoğunun sokak hayvanlarına acımasız davrandığı, bu dünya sanki sadece insanlara ait ve diğer canlıların yaşam hakkı yokmuş gibi, o canım varlıklara sürekli şiddet uyguladığı bir zamanda bu arkadaşın şefkatle onları beslemesi beni duygulandırmıştı. Yanına gittim ve gülümseyerek selam verdim.
“Ne iyi ediyorsunuz, köpekleri seviyorsunuz sanırım, ben de çok severim, bizim o taraflarda da çok var, mahallenin güvenlik görevlileri gibi hiç ayrılmazlar oradan.” “Yaaa, sevmez miyim, ne güzel hayvanlar,” dedi zoraki bir tebessümle ve yüzüme bakmayarak.
Yüzüme bakmamasından ve kısa kesmesinden sohbeti seven biri olmadığını düşündüm. İyi günler dileyip yoluma devam ettim. İnsanlarla iletişimim çok iyi sayılmaz, bunun nedeni çevremde fazla insan olmasını istemiyor olmamdır. Yarım asırlık yaşamımda bende yer etmiş en belirgin düşüncelerden biridir bu. Çünkü insan düşmüştür. Defalarca tanık oldum insan kavramının düşüşüne. Gösterişli apartman altlarını ele geçirmiş şu üç harfli marketlerden birine girdim. Listemde ilk sırada peynir vardı. Yoğurt, ayran, yumurta, domates, biber ve salatalık şeklinde devam ediyordu liste. Hepsinin aynı anda ve kısa aralıklarla bitmesinin nedeni, hepsinden de azar azar alıyor olmamdı. Çünkü ülkenin itaatkâr ezilenleri “en büyük ekonomist bizim ekonomist!” diye tezahürat yapıyorlardı çeyrek yüzyıldır. “Hem eziliriz hem vazgeçmeyiz reisimizden, soğan ekmek yeriz, yine de vazgeçmeyiz!” düşüncesi bütün felsefe kitaplarını altüst etmiştir… En son diş macunu almak için o bölüme doğru yöneldim. Karşı apartmanın orta yaşlı balkon güzeli Pakize ile karşılaştım orada. Selamlaştık. Yüzünde bir tuhaflık vardı. Yüzü gözü ve burnu ufalmıştı, aslında tam olarak öyle değildi, dudakları balon gibi şiş olduğu için yüzünün diğer organları küçük görünüyordu.
“Nasıl olmuş, Sarp bey?” dedi dudaklarına yaptırdığı dolguyu göstererek. Gülümsemek isteyip de gülümseyemeyerek. Belki de gülümsedi içten içe, ben göremiyordum. Ben içten gülümsemeleri göremeyen biriydim. “Bu ne hal kız Pakize, eşek arısı mı soktu dudaklarını, davul gibi olmuş” dedim şaşkınlık içinde. “Ne eşek arısı, ne davulu ayol, sen ne anlarsın güzellikten, görme özürlüsün sen, zaten neyi gördün ki bugüne kadar, karın bile gitti senin bu kabalığın yüzünden,” diyerek kızgınlıkla ayrıldı yanımdan. Ah Pakize, ah seni kronik dul…
***
“Nereden nereye getirdi mevzuyu Pakize. Görüyorsunuz değil mi, memur bey.” “Sarp bey, bütün bunların konumuzla ne alakası var, lütfen asıl konuya dönün, siz bu adamı tehdit edip dövdünüz mü, dövmediniz mi?” diyerek araya girdi ifade alma uzmanı ıssız esmer memur. “Olmaz olur mu, çok alakası var efendim konumuzla. Ayrıca geleceğim o kısma. Az kaldı.” dedim.
Market alışverişimi bitirmiş, elimde iki poşetle eve dönüyordum geldiğim güzergâhtan. Toynak’ın, köpekleri beslediği parka doğru yaklaşıyordum, köpekler oradaydı, karınları doymuş, mutlu ve huzurla yatıyorlardı çimenlerin üzerinde. Biraz daha yaklaşınca köpeklerin hiç hareket etmediklerini fark ettim. Ağızlarının etrafında beyaz köpükler vardı. Dokununca fark ettim, dört köpek, dört can ölmüştü. Az önce ölmüşlerdi. Bir ruhu çirkin tarafından zehirlenerek öldürülmüşlerdi. İnsanın düşüşüne bir kez daha tanık olmuştum. Yanlarına oturup ağladım. Bir yandan da belediyeden bir yetkiliyi arayıp durumu anlattım. Onlar gelene kadar bekledim o sevimli canların başlarında. Bu sokaklar kötülük akan derelere dönüşmüştü gözümde. Düşüncelerime öfke doluşmuştu ve bu öfkeyi kontrol altına alamıyordum. Belediyeden gelen görevliler dört canın cesedini römorka yükleyip götürdüler, uzak ve ıssız bir yerde yakmak için.
Sinirden ve sıcaktan bunaltı gelmişti. Çevreme baktım, evleri tek tek gözden geçirdim, düşündüm ki bir katil kurbanların cesetleri kaldırılırken mutlaka bir yerden izliyordur. İki blok ötede bir apartmanın ikinci kat balkonunda Toynak’ın çirkin ruhunu gördüm. Konuşmayı sevmeyen çirkin ruhunda geveze akrepler dolaşıyordu. Gördüm. Düşüncelerime yapışan düzensiz öfkeyi yıkadım ve yürüyüp yoluma gittim. Gittim ama sonra geri döndüm. Tekrar gidip tekrar döndüm. Pusuya yattım gölgelik bir yerde, çirkin ruhundaki kötülüğün kokusu hâlâ taptazeydi, hissedebiliyordum. Kırk beş dakika bekledim. Toynak dışarı çıktı ve stadyum tarafına doğru yürümeye başladı, gayet sakin ve birkaç saat önce dört canlıyı o öldürmemiş gibi rahattı. Onun gölgesi oldum, beni fark etmesi mümkün değildi. Kör bir bölgede yakaladım onu ve arkadan boyun kısmından tutarak köhne bir duvarın dibine sürükledim. “N’oluyozzzz lan!” diye hırıltılı bir çığlık attı. Kimse duymadı çığlığını, çığlık gökyüzünde kaybolup gitti. Aynı keskinlikte ona “Kes lan sesini, pis katil!” diyerek karşılık verdim. Sırtını duvara yapıştırdım, bir elim gömleğinin yakasında, diğer elim de havada asılı haldeydi.
“’Bir gün hayvanlarla konuşabilsek bize tek bir şey soracaklardır: Neden?’ diye yazmış bir kitabında Anthony D. Williams adında araştırmacı bir yazar,” dedim yüzümü iyice yüzüne yapıştırdığım Toynak’a. Tabii o zaman adının Toynak olduğunu bilmiyordum. Titriyordu ve sesler ağzından çamurumsu ve hırıltı olarak dökülüyordu. “O da kim abi, sen kimsin, ne istiyorsun?” dedi şaşırmış ve korkmuş olarak.
“Açlıklarından yararlanarak zehirlediğin o köpekleri, beslediğini düşündüğüm için yanına gelip selam vermiştim, seni takdir etmiştim, o an yüzüme bakmış olsaydın şimdi kim olduğumu bilirdin alçak herif!”
Evet, şiddet yanlısı değilim, hiç olmadım. Olmayacağım. “Şu duvarı görüyor musun, pislik herif?” dedim, “o duvar senden daha anlamlı.” Yukarıda asılı ve vurmaya hazır olan yumruğumu duvara defalarca vurdum, ona vurduğumu hayal ederek. Defalarca vurdum. Defalarca vurdum gözünün içine bakarak. “Neden lan, neden, neden öldürdün o canları?” diyerek her kelimede yumruğum duvara bir balyoz gibi çarpıp geri dönüyordu. Öyle ki ben duvara vurduğum halde Toynak kendisine vurulmuş gibi acı çekip ağlıyordu.
“Abi o köpekler mahallede herkesi rahatsız ediyorlardı. Çocuklar için tehlike onlar.” dedi ağzından aşağıya kelimelerle birlikte salya ve irin akıtarak. “Asıl tehlike sensin, senin gibi alçaklardır.”
Ellerim ve beyaz tişörtüm kan içinde kalmıştı. Bıraktım adamı, ellerim boşta kaldı, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Düşünsel acılar içinde yığılıverdi yere. Evet, memur bey, çok dövdüm onun hayalini, ruhunu paramparça ettim. Zaaflarım var bu tür konularda, nerede bir alçaklık görsem bir şey beni oraya götürüyor. Beni oraya götüren şey vicdan veya merhamet değil; tek gerçek tanrı olan sevgiye ve büyük insanlığa olan inancımdır.
“Neden yetkilileri aramak yerine, böyle bir yola başvurdunuz, herkes kendi işini kendi görmeye kalkarsa kaos oluşmaz mı?” dedi anlattıklarımı can kulağıyla dinleyen memur. “Sonsuz bir kaosun içinde yaşıyoruz zaten, öyle değil mi? Haksızlığa, adaletsizliğe ve kötülüğe karşı tavır almayan bir insan onurlu ve erdemli bir insan değildir. Dünyaya hasbelkader atılmış olmanın zavallılığı ile ömrünü tamamlar. Nefes alıp gider.” “Neyse, söylediğiniz her şeyi yazdım ifadenize, şu Pakize hanım dâhil. Anlattığınıza ve hastane raporundan da anlaşıldığına göre Halil Toynak’a fiziksel bir müdahaleniz yok ama duvara vurduğunuz her yumruk o yumrukları kendi yemiş gibi psikolojik olarak onu yerle bir etmiş. Gerçekte dayak yemekten beter olmuş. Dosyanın akıbeti hakkındaki gelişmeler size bildirilecektir, sonra tekrar çağrılmak üzere şimdilik gidebilirsiniz.”
***
Suç ve Ceza’nın bitiminde yaşanan bu şeyler oldukça ironik. İnsan her şeye birkaç kelime uzakta… Birkaç kırılış… Birkaç hileli adam... Ve pişkince gülümseyen illüzyonlar çağı hep peşindedir. Bu çağa ve bütün çağlara Sartre’ın bir sözü var: “Hiçbir şey değişmedi, ama yine de her şey başka bir biçimde var olup gidiyor. Anlatamıyorum. Bulantıya benziyor bu ama aynı zamanda onun tam tersi.” Eve döndüğümde hava kararmış ve gece yeni sunumlar için sahnesini hazırlamıştı. Görünmeyen bir Shakespeare figürü şöyle sesleniyordu hafızanın soğuk odasından buz çölüne:
insan kendi kıyametini kendi yazmıştır bütün çağlarda ve inandığını söylediği tanrısına yüklemiştir bütün suçu tarihin en zengin menüsüdür: savaş, salgın, ölüm ve kıtlık sofradan hiç eksik olmamıştır mahşerin bu dört tatlısı
yaşama sevinci de öyle; yenilginin tarihi kadar eskidir avuç içi kadar yer kaplar, kırılgan ve savunmasız ama duygular treninde yolculuklara çıkan hislerin lideridir o ışıkların söndürüldüğü sayfalarda smokiniyle ortaya çıkıp yeniden başlatır hafızanın soğuk odasındaki yankıyı
Metin Akdeniz
(Buz Çölü)
6 notes · View notes
geceyildizlarla · 10 months
Text
Bir daha bu hayata gelme şansım olsaydı ve imkanlar olsaydı. Sanatçı olmak isterdim. Ne olduğu çok farketmez. Canım istediğinde özgürce resim yapabilmek, kendi şarkılarımı yazıp şarkı söylemek, şair veya kitap yazarı olmak, heykeltıraş veya mimari bir şeyler tasarlamak, oyuncu olmak tiyatrolarda sinemadaki filmlerde yer almak isterdim.
Ya da dans etmek özgürce hemde. Düşünseniz ya buz pateni dansçısı olduğunuzu. Özgürce buzun üstünde kaydığınızı.
Ya da bir sporcu. Koskoca dünyada ülkenizi temsil ettiğinizi ve bir sayı uğruna yıllarca çabaladığınızı ve sonunda başardığınızı emin güzel bir histir.
Ya da arkeolog. Tarihi kazıyorsunuz. Binlerce yıl önce kalan şeyleri keşfediyorsunuz. Ne kadar da heyecan verici ama. Sizin elinizin altında koskocaman bir tarih yatıyor. Ve onu siz keşfediyorsunuz.
Ya da bir piyanist. Elleriniz siyah ve beyaz piyona tuşlarının üstünde koskocaman bir sahnede bir sürü kişi oturmuş sizi izliyor. Ne çalarsanız çalın sadece oraya sizin çaldıklarınızı dinlemek için geliyorlar.
Ya da gezgin bir fotoğraf sanatçısı olduğunuzu hayal edin. Özgürce dünyayı dolaşıp bir sürü hayatın anından kareler yakalıyorsunuz. Ve herkes bu fotoğraflara hayran kalıyor. Dergilerde, kitaplarda, belgesellerde sizin görselleriniz var.
Ama benim tek bir hayatım var. Ve ben bunların hepsini yaşamak isterdim. Ve daha bir sürü hayat sayabilirim. Sizce de haksızlık değil mi? Bu kadar güzel bir dünyada yaşayıp tadını çıkaramamak. Bu kadar seçenek varken sadece birini seçmek. Ya yanlışı seçersem o zaman ne olacak? Küçücük hayatımı boşuna mı yaşamış olacağım.
5 notes · View notes
isfens · 1 year
Text
Hayatta ustalaşabileceğiniz en iyi derslerden biri, nasıl sakin kalacağınızı öğrenmektir.
30 notes · View notes
Text
Kitaplarda ki evrenlerde bir bir yaşamak istiyorum...
2 notes · View notes
gunestozuperisi · 2 years
Note
Yazdığın kitaplarda ölümü ve ölümün hissettirdiklerini çok iyi anlatıyorsun bana kalırsa ölümü yaşamamış biri bu kadar iyi anlatamaz tasvir edemez sende mi ölüm gördün? Mesela ben Ateşi ilk babam hayattayken okudum ama bu kadar çok icselleştirememiştim ama babamı kaybettikten sonra daha anlamlı geldi söyleyemediklerimi biri duyup anlatmış gibi geldi
Her insan gibi uzak ya da yakın kaybettiğim insanlar oldu. Ama kaybına hüngür hüngür ağladığım tek kişi teyzemdi sanıyorum ki. Fakat ölümü iyi anlatabiliyorsam bunun sebebi yaşamak olmaktan çok yaşayanları iyi gözlemlemek bence. Aşık olmadan aşk, ikili ilişki yaşamadan birbirinden farklı ikili ilişkiler anlatıyorum. Erkek bakış açısından yazdığımdan da oluyor ya da psikopat karakterler. Yaşamak yansıtmak için iyi bir referans ama sınırlayıcı. Gerçek bir gözlem ve araştırma yaşanılmışlığı geride bırakabilir ve sınırsızlığı çok elverişli. Başın sağ olsun bu arada. Işıklar içinde yatsın baban, senin de için ışısın hüznün esir almasın kalbimi hiçbir zaman♥️
26 notes · View notes
begonvilinsoncikmazi · 8 months
Text
Seni sevmek çok güzeldi çok özeldi hepsi on yedimde kaldı keşke on yedi yaşıma geri dönsem seni ilk gördüğüm o akşama dönsem. Bunca yaşanmışlığın bunda kırgınlığın üzerine bile seni severdim biliyor musun. O geceleri tekrar yaşamak isterdim yatak sohbetlerimiz paha biçilmezdi ben kimsede seninle ettiğim sohbetlerin keyfini alamadım. Tek pişmanlığım geçen sene seni affetmiş olmak keşke affetmeseydim keşke bittiği yerde kalsaydı. Hayatımdaki üçüncü keşkem bu bak 21’im ama sanki 50 yaşındayım bu keşke beni öyle bir hale getirdi. Bizim şarkımızı son kez çalıyorum çünkü artık sana değmez güzel gözlüm, her şeyimizi sildim çıkarttığım fotoğraflarımız duruyor sadece. Onları saklayacağım çünkü bana hayatımın en güzel yıllarını en güzel günlerini yaşattın ben senin gibi nankör değilim. Benim bu hayattaki en büyük düşmanım sensin. Mutlu olduğum anlarda mutsuzluğu yaşa, mutlu olduğunda aklına düşeyim yaptığın haksızlıkları hatırla. Gerçekten beni “senden kurtulmuş ama sana mağlup hatırla”. Sen beni anlamadın kalktım senin için üç kitap yazdım sen okusan da anlamazsın özne hep sendin ama sen kendini bile tanımazsın o kitaplarda. Beni anlamıyorsun demiyorum beni hiç anlamamışsın gibi davranıyorsun diyorum. Artık seni düşündüğümde gözlerim bile dolmuyor ben senden kurtuldum ve biliyor musun dünya çok güzel bir yermiş. Biz birdik biz gözlerimizle konuşurduk birbirimizi anlardık. Susardık sustuklarımızı duyardık ama hayat işte ne hale getirdi bak bizi. İyi ki de getirdi ama iki insan nasıl bir anda düşmandan beter olabilir ben hayatın bu yüzüne çok kırgınım. İyi ki gittin iyi ki bitti senden nefret bile etmiyorum sana öfkelenmiyorum. Senden kurtuldum ve o gün kendimi bitik hissetsem de bugün iyileştim. İyi ki senden kurtuldum
1 note · View note
sadecekendimle · 1 year
Text
Bazen aşık olmak istersin, yıksın geçsin seni istersin. Aşk varmış dedirtsin istersin. Dedikleri gibi midende kelebeklerin uçtuğunu hissetmek istersin. Kimyan bozulsun istersin. Aşk yok dersin inanmazsın ama bu kadar kitaplarda, filmlerde görünce olmayan bir şeyi hissettiremezler, yaşayamazlar diye düşünürsün ve sende inanmak için yaşamak istersin. Aşk seni de bulsun istersin. Güzel bir şey olmalı...
1 note · View note