Tumgik
#felsefenin sefaleti
yorgunherakles · 2 years
Quote
sevgi...  bütün tanrılar gibi, insana tümüyle sahip ol­mak isteyen ve insan ona yalnızca ruhunu değil ama fizik ben'ini de kurban etmedikçe dur durak bilmeyen kıyıcı bir tanrıdır.
karl marks - yabancılaşma
24 notes · View notes
hetesiya · 10 months
Text
Etik yozlaşma veya burjuva siyasetinin sefaleti!
Tumblr media
Fikret Başkaya
Etik, ‘sorumluluk, dayanışma, sınır demektir’. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır. Etikten farklı olarak ‘ahlak’, iyiyle kötünün ayrımını yapar… … Kapitalizm etik değerlere yabancılaşmış bir sistemdir. Her şeyi metalaştırıyor, nesneleştiriyor, şeyleştiriyor, soysuzlaştırıyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Bu yüzden boşuna kapitalizme kadavra medeniyeti demiyorum… Oysa, etik değerlere yabancılaşmış bir toplumsal yaşam, sürdürülebilir değildir
Marx, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde şöyle yazmıştı: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış -veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.” Bu satırların yazıldığı 1847 yılından bu yana 176 yıl geride kalmışken, metalaşma, şeyleşme, yozlaşma, soysuzlaşma da artık insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor… Siyaset de etik değerlere külliyen yabancılaştı…
AKP iktidarında sömürü, yağma ve talan artık hiçbir sınır tanımıyor… Bu kör gidiş vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Esasen Türkiye’de siyaset oldum-olası bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkesin olanın) yağma ve talanıyla yol alıyor ama 21 yıllık AKP iktidarı bütün rekorları kırdı… Elbette önceki dönemde de doğa yağması yapılıyordu ama belirli sınırları pek geçmiyordu…
AKP döneminde doğa yağması, ekolojik yıkım neden derinleşti? Sorunun cevabı kapitalizmin içinde bulunduğu konjonktürle doğrudan ilgili… Artık neoliberal küreselleşme çağında kapitalizm yeteri kadar artı-değer, fazla değer, yeni değer yaratmakta zorlanıyor… Sermaye ‘yeteri kadar’ değerlenemiyor, ekolojik yıkımı azdırma pahasına çözümü doğa yağma ve talanında buluyor…
Türkiye’de siyaset münhasıran bir sömürü, yağma ve talan aracı… Profesyonel politikacılar için de bir zenginleşme aracı… Tevatür edildiği gibi, kamu yararı amacıyla yapılmıyor… Mülk sahibi sınıflar için de bir zenginleşme aracı… Etik kaygılara külliyen yabancılaşmış durumda…
Cunta anayasasının 81’inci and içme maddesi şöyle: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.” Aslında. 1924 ve 1961 anayasalarında da az-çok aynı yemin yer alıyordu…
Yeminde kayıtsız şartsız millet egemenliğinden, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden, laiklikten, insan haklarından söz ediliyor…Gerçek yaşamda bunların reel bir karşılığı var mı? Hiç oldu mu? Bir kere ‘halk egemenliği’ sayısız kayda ve şarta bağlanmış durumda… Laiklik söyleminin içi boş…İnsan hakları yerlerde sürünüyor, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü de ayaklar altına alınmış durumda…
Aslında AKP iktidarıyla Meclis (parlamento) diye bir şey kalmadı… Milletin vekili denilenler ettikleri yeminin gereğini yapabilirler mi? Daha doğrusu çoğunluğun öyle bir niyeti ve kaygısı var mı? Uzağa gitmeye gerek yok…. Hatay milletvekili seçilen Can Atalay mazbatasını aldığı halde neden hala hapishanede? Kendi üyesine bile sahip çıkmayan bir parlamento ne demektir? Demokrasi adına sefil bir oyun oynanıyor… Ve o sefil oyunun da maalesef ‘sayın seyircileri’ az değil…
Seçimler, seyirciyi oyalama, aldatma aracı, ‘seçilmişlerin’ de bir kıymet-i harbiyesi yok! Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Arada bir temsiliyet ilişkisi yok! Daha önce yazdığım gibi, seçimler, parti başkanının atadığını halka onaylatmaktan ibaret…
Genel durum öyle olsa da AKP kendinden önceki dönemin siyasi partilerinden farklı… Asıl amacı ve varlık nedeni Türkiye’deki rejimi bir İslam Emirliği’ne, İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürmek ki, bu alanda hayli yol aldığı da bir gerçek… Siz ekonomik büyüme mavalına inanmayın… Ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında ekseri doğru yönde bir ilişki yoktur… Ekonomik büyümeye işsizlik, yoksulluk, sefalet artışı eşlik edebilir ve ediyor… Neyin, nasıl, ne pahasına büyüdüğü de önemsiz değildir…
Para her el değiştirdiğinde GSYH (milli gelir) denilen büyümüş sayılır… Türkiye o kadar zamandır büyüyor ve işler sarpa sarmaya devam ediyor… İşsizlik, yoksulluk, sefalet artıyor, doğal çevre tahribatı, ekolojik yıkım derinleşiyor, ülke giderek yaşanamaz bir yer haline geliyor… Burjuva iktisatçıları ve burjuva siyasetçileri de bu durumu bir başarı olarak sunuyor…
AKP’nin açlık, işsizlik, yoksulluk diye bir derdi yok… Onun biricik kaygısı ülke kaynaklarını yağmalamak, yağmalatmak…Doğrusu o işi de gayet iyi yapıyor… Zaten Politik (siyasal) İslam’ın, bir toplum projesi yoktur. Bir Fransız gazeteci Taliban Afganistanı’na gidiyor, gözlemler yapıyor, bir de bir Molla’yla (Emir-ül Müminin) görüşmek istiyor… Zar zor bir randevu almayı başarıyor… Emir-ul Mümünin’e “Ülkeniz tam bir yıkıntı manzarası arz ediyor, açlıkla, işsizlikle, yoksullukla, eğitimsizlikle… nasıl başa çıkmayı düşünüyorsunuz, planınız-programınız nedir? diyor… Molla: “Biz insanları öteki dünyaya hazırlıyoruz” diyor…
Aslında Türkiye’de bu sefil tırmanışı durduracak potansiyel dün vardı, bugün de var… Bütün mesele potansiyeli harekete geçirip-geçirememekle ilgili… Muhalefetin silkinip-kendine gelmesi, sefil demokrasi oyununu teşhir ederek işe koyulması gerekiyor… Artık çözümü tümüyle işlevsizleşmiş burjuva parlamentosundan bekleme aymazlığından kurtulma zamanı gelmiş olmalıdır…
O halde iki şey: Birincisi muhalefetin kapitalizmden çıkma perspektifine sahip olması gerekiyor, zira kapitalizm dahilinde bir gelecek yok ve ikincisi: Mevcut, bürokratik yozlaşmayla malûl örgütlerle ‘yeni bir şey yapmak, çöküş tablosundan çıkmak’ mümkün değil… Yeni bir perspektife, demokrasiyi içselleştirmiş örgütlere ihtiyaç var… Velhasıl paradigmayı değiştirmeden şeylerin seyrini değiştirmek mümkün olmayacak…
0 notes
radyobalfm · 4 years
Text
Yordam Kitap'tan 2020 programı
Yordam Kitap’tan 2020 programı
Tumblr media
Dünyada ve Türkiye’de toplulukçu kanıya ekte bulunan klasik yapıtlarla birlikte özgün çalışmaları da okurlarla buluşturan Yordam Kitap, 2020 yayın programında duyurduğu kitapları yayınlamaya devam ediyor.
YENİ KİTAPLAR
Konut Sorunu, Felsefenin Sefaleti, Komünizmin Evlat Marazı: “Solculuk” üzere Marx, Engels ve Lenin klasikleri; Luxemburg, Buharin, Lukács üzere bir sonraki kuşaktan Marksistlerin…
View On WordPress
0 notes
serhatnigiz · 6 years
Text
Emekoloji’nin Oluşum Sürecinde Ön-Emekoloji’nin (Marksizm’in ve Leninizm’in) Oynadığı Rol Üzerine
Tumblr media
Marx; Felsefenin Sefaleti isimli kitabında şöyle diyordu: “Yeni emek (üretim) güçleri sağlamak için insanlar, kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirirler; kendi emek (üretim) biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de, bütün toplumsal emek (üretim) ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalisti toplumu.” (Orjinal metindeki üretici ve üretim kavramlarını parantez içine alarak, emek kavramını ekledim.)
Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi, Marx burada tarım emeğine ve sanayi emeğine özgü emek tekniklerinden bahsetmektedir ki, Marx el değirmeni örneği vererek gerçekte mekanik tarım emeğinin döngüsel hareketine dikkat çekmiş olup, aynı şekilde buharlı değirmen örneği vererek de sanayi emeğinin sıçramalı döngüsel hareketine dikkat çekmiştir. El değirmeni biçimindeki tarım emek araçları bize feodal toplumu verirken, buharlı değirmenler biçimindeki sanayi emek araçları ise bize kapitalist toplumu vermektedir ki, buharlı makinalar üzerinde yükselen (D3) sanayi kapitalizminin temelleri de yine bu dönemde atılmış, Marx ve Engels kendi bilimsel çalışmalarını yine bu emek araçlarının (ve dolayısıyla bu araçlar ile üretilen ürünlerin-metaların) incelenmesi üzerine kurmuştur.
İstisnasız her emek türü (bu toplayıcı, av, tarım, sanayi, teknik, bilim emek türleri olabilir) kendi içerisinde belirli türden bir emek tekniği türüne tekabül etmek zorundadır. Belirli türden emek tekniği içermeyen bir emek türü yoktur. Emekoloji biliminin ön hazırlık evresinin ustaları olan Marx ve Engels (bu listeye Lenin’in de dahil edilmesi gerekir) bu emek tekniği türlerinden hemen hemen bütün eserlerinde müpen (belli belirsiz) bir biçimde bahsetmiş olup, emek türlerinin birleşik-çatışkı diyalektiği üzerinde yükselen emekolojik yöntemin oluşum sürecinde ön-emekoloji’ye yapmış oldukları katkılar da asla gözardı edilemez.
Keza; buharlı sanayi makinaların icatçısı konumunda olan nicel-D3 sanayiburglar ile içten yanmalı sanayi motorlarının icatçısı konumunda olan nitel-D4 sanayiburgları arasında da iki farklı kapitalist toplum biçiminin ayrımları bulunmaktadır ki, nitekim Lenin emperyalizm broşüründe bu durumu; serbest rekabetçi dönem (D3) ve tekelci kapitalist rekabet dönemi (D4) olarak birbirinden ayırmıştır. Zira; Lenin’in serbest rekabetçi kapitalizm adını verdiği dönem, emekolojik yöntem açısından ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının oluşum sürecine denk düşerken (ki bu dönemde hala global-feodalizm hakimdi), tekelci kapitalist dönem ile birlikte; tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının egemenliğine dayalı yeni bir emperyalizm aşamasına girilmiştir. Başka bir deyişle, bu dönem tek tek ulus-devletler tarafından desteklenen sanayi-tekellerinin ulusal ve uluslararası hareketine dayalı bir emperyalizm biçimini, yani Lenin’in ifadesi ile “Kapitalizmin en yüksek aşaması: Emperyalizm”i gündeme getirmiştir. Dahası; D3’den D4’e geçiş sürecini iş bölümü ilişkileri açısından ele almak gerekirse: D3 dönemi tarım ve sanayi iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin alt evresine tekabül ederken, D4 dönemi ise sanayi ve teknik iş bölümü ilişkilerine dayalı kapitalizmin üst evresine tekabül etmektedir. Aradaki temel fark: alt evrede tarımın baskın (nitel) sanayinin çekinik (nicel) konumda olmasına karşın, üst evrede sanayinin baskın (nitel) tekniğin çekinik (nicel) konuma geçmesidir. Başka bir deyişle, Lenin’in “emperyalizm”den asıl olarak kastettiği şey; sanayi ve tarım iş bölümü ilişkilerine dayalı D4-kapitalizmi ve onun üretmiş olduğu emperyalist ve sömürgeci hegemonya ilişkilerinin bütünüdür.
Lenin pek çok eserinde (örneğin, Rusya’da kapitalizmin Gelişimi ve Emperyalizm üzerine yazılarında) motorlu emek araçlarının (sanayi makinalarının) kapitalist emek (üretim) biçimini muazzam derecede ilerlettiğinden de bahsetmiştir. Ancak ardılcılık hastalığından olsa gerek, Lenin’in bu yönleri ile değil de, genellikle onun biçimsel siyasi önderlik yönü öne çıkartıldığı içindir ki, Lenin’le ilgili asıl tartışılması gereken konular daima gölgede kalmıştır. [1]. Kuşkusuz bunun asıl nedeni; tıpkı Marx ve Engels’e de yapıldığı gibi, Lenin’in “otoritesi” üzerinden güç devşirmeye çalışan proletaryan-kast yapılarıdır ki, bu yapılar kendilerine her fırsatta “Leninci” süsü vermeye çalışsalar da, onların asıl gayesi Lenin’in gölgesine saklanarak bu gölgeden kendilerine politik-varoluş alanı sağlamak olmuştur. Kuşkusuz böylesi bir nihilist “varlık ve yokluk” mücadelesinin bilimsel komünizm mücadelesi ile yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur.
Dolayısıyla; D3 buharlı sanayi emek araçlarına dayalı ön-minimal ulusal sanayi pazarlarının serbest rekabetçi kapitalizmi-emperyalizmi ile D4 elektrikli sanayi emek araçlarına dayalı tekelci-minimal ulusal sanayi pazarlarının tekelci-kapitalizmi-emperyalizmi arasında ayrım yaparak Lenin, sanayiburgların iki farklı türünden ve iki farklı emperyalizm türünden de bahsetmiştir. Lenin’in kendi dönemine içkin olan emek türlerine ve emek araçlarına göre şekillen teorik çerçevesi (ki bu ön-emekolojik bir çerçevedir) kuşkusuz emekoloji’nin ilham kaynakları arasında yer almaktadır. Kısacası; emekoloji yönteminin temellerini oluşturan Marx-Engels’i (D3 dönemini) ve Lenin’i (D4 dönemini) anlamadan emekoloji’yi anlamak da mümkün değildir. Keza; nasıl ki Lenin dönemindeki Leninizm’i anlamanın yolu Marx ve Engels’i anlamaktan geçti ise, Marx ve Engels’i anlamanın yolu da (Lenin’in de sık sık belirttiği gibi) Hegel’i anlamaktan geçmektedir ki, Lenin’in “Hegel anlaşılmadan Marksizm anlaşılamaz” sözüne kulak vermek gerekir. Yine aynı Lenin’in bir “Hegel Enstitüsü” kurulması gerektiği düşüncesini savunması hiç de raslantı değildir.
Bugün emekoloji’yi anlayabilmenin yolu başta Hegel olmak üzere, sırasıyla Marx-Engels’in ve Lenin’in doğru bir şekilde anlaşılması ile mümkündür. Keza; anlamak aşmaktır! Emekoloji yöntemi bütün bu uğrakların toplanmasının, yeniden ayrıştırılmasının ve kapsanarak aşılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan yeni bir bilimsel disiplindir. Lakin; gözlerini ve kulaklarını ısrarla emeğin tarihsel serüvenine kapamış olanların, yani her türden teocu, neocu, postçu vs. ütopistlerin, dahası ardılistlerin ve onların yaratmış olduğu sahte ekollerin devrimci bir teorik muhtevazı olmadı gibi, bu akımların içine düşmüş oldukları bataklık gereğince de emekoloji’yi anlamaları mümkün değildir.
D3 döneminde Marx ve Engels’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste, dahası 1. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, D4 döneminde Lenin’in her türden ütopiste, ekonomiste, anarşiste, nihiliste ve haliyle 3. Enternasyonal gericiliğine karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ne ise, bugünde emekoloji’nin her türden sağ ve sol ütopist, ekonomist, liberal, proletaryanist, tekkeci-zaviyeci ardılizme karşı verdiği öncü-ideolojik-savaş’ta o’dur. Değişen tek şey ise; bilimsel komünist hareketin, yeresel ilkeleri, özerk ilkeleri, geçici ilkeleri, geçici özerk yeresel ilkeleri, geçici konjektürel ilkeleri ile tarihsel komünizmin bilimsel bir disiplin halini almış olan genel emekolojik ilkeleridir. Bu sebepledir ki, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyaya giden komünist yol, toplumsal emek araçları üzerindeki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının iç içe geçerek bilim emek toplumunda sönümlenmesi yoludur ki, bu yolda emekoloji’nin yoludur!
Dolayısıyla; bireysel-icatçılık (X) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde, toplumsal-icatçılık (X1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde sönümlenirken, tersinden bireysel-kullanıcılık (Y1) toplumsal-kullanıcılık (Y) içerisinde, toplumsal-kullanıcılık (Y) toplumsal-icatçılık (X1) içerisinde sönümlenirken, bu çift yönlü-sarmal hareket gerçekleşmeksizin, sınıfları ortaya çıkaran toplumsal emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının da yok olmayacağı ve birbirinde sönümlenmeyeceği de açık bir gerçektir. Bu da şu demektir ki; proletaryanın ya da protekyanın sınıf-ihtiharından komünizm çıkamayacağı gibi, gerçek komünizm ancak toplumsal (öznel, nesnelleşmiş-öznel, nesnel, öznelleşmiş-nesnel) emek araçlarındaki icatçı-kullanıcı kompozisyonlarının karşılıklı olarak sönümlenmesi ile gerçekleşebilir. Böylesi bir sönümlenme, yani sınıfsızlaşma ya da “tek sınıflılaşma” hali, ne sanayi emeğine dayalı proletaryalizm ile, ne de teknik emeğe dayalı protekyalizm ile gerçekleştirilebilir ki, bilim emek türüne bağlı araç ve sınıf(sızlık) biçimleri ortaya çıkmaksızın, toplumsal-icatçılığın ve toplumsal-kullanıcılığın birbirinde soğurmasına dayalı komünist bir dünyanın ortaya çıkması da şimdilik mümkün gözükmemektedir.
Bu söylediklerimiz komümizme irade gücüyle ulaşabileceğini sanan kimi ütopistlerin ve romantik-devrimcilerin hoşuna gitmeyecek olsa da, nesnel emek (objemek) ve öznel emek (subjemek) korelasyonunun doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyetin/mukavemet oranları ölçeğinde ele aldığımız zaman, komümizme geçiş için gerekli olan bilim emek türünün, bilim emek araçlarının ve bilim emek sınıfının daha tarih tahnesine çıkmamış olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Kuşkusuz komünizmin öncü kurucu sınıfının şu aşamada ortaya çıkmamış olması, onun gelecekte de ortaya çıkmayacağı ve özellikle de bilimsel komünistlerin bu uğurda ki ideolojik-politik ve örgütsel mücadelelerini güçlendirerek devam ettirmeyecekleri anlamına da gelmemektedir.
Günümüze, yani bugünün tarihsel emek kesitine dönersek; E2-elektronik kontrol panelleri tarafından denetlenen D5-elektriksel sanayi emek türünün ve araçlarının yönetici sınıfı konumunda olan burjuvazinin (ki bu burjuvazi de kendi içinde sanayiburglar ve teknoburglar olarak tabaklaşmakta ve kendi içinde de rekabete tutuşmuş bir durumdadır) glokal-kapitalist-emperyalist dönemi bugün hüküm sürmeye devam etmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği; minimal ulusal sanayi pazarlarının yerine glokal-bölgesel ulus-üstü/ötesi pazarların egemenliğine geçiş dönemidir ki, kapitalizmin üst evresinde; yani sanayi emeğinin ve teknik emeğin iş bölümü ilişkilerine dayalı olarak gelişen bu evre, minimal-emperyalizm-sömürgecilik ile glokal-emperyalizm-sömürgecilik arasındaki en temel ayrışım noktasıdır.
Öte yandan, emek türü ve emek aracı tanımlamalarını salt nesnel emek araçları üzerinden (örneğin, D3/C6 - D4/C7 - D5/C8 iş bölümü ilişkileri dolayımıyla) anlamaya çalışanlar, sanayi emek ve teknik emek iş bölümü ilişkilerine bağlı olarak emek türünde ve emek araçlarında gözlemlenen farklılaşmayı, burjuva liberal görüşlerinde etkisi ile salt “teknolojik alandaki bir değişim” ya da “makinalaşma ya da robotikleşme” olarak algılmaktan da kurtulamamaktadır. Halbuki salt nesnel emek açısından değil, öznel emek açısından da; dil, kültür, sanat vs. alanlarındaki farklılaşmalar emek türündeki ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak gündeme gelen yeni öznellik/özerklik biçimlerinin de dışa vurumudur ki, bu noktada tarihsel emeğin yapısındaki dönüşümler de asıl olarak öznel emek ve nesnel emek arasındaki (eski tabirle; “yapı” ve “üst-yapı” arasındaki) diyalektik ilişkilerin bir sonucu/bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. [2].
Örnekler üzerinde ilerlemek gerekirse; D3 somut-nesnel sanayi emek araçları olan buharlı makinalar ile, o araçları kullanan D3 proleterlerinin arasında, birer soyut-öznel emek aracı olarak tanımlanabilecek olan D3-dil, D3-kültür ve D3-sanat edimleri arasında da belirli bir uyum olmak zorundadır. Emekolojik terminoloji açısından; emek türlerinden ve emek araç türlerinden konu açıldığı zaman hem bir yanıyla nesnel-somut-emekten hem de bir yanıyla öznel-soyut-emekten bahsedildiği gün gibi ortadadır. Lakin; salt emeğin nesnel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması materyalist bir yanılsamanın ürünü olup, salt emeğin öznel yanının/türsel hareketinin yüceltilmesi/kutsanması da idealist bir yanılsamanın ürünü olduğu içindir ki, bu ikisinin birleşik hareketi de hegelyan anlamda tarihsel-düalist bir yanılsamayı meydana getirmektedir ki, bu da öznel emeğin ve nesnel emeğin gerçekle hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak hareket ettiği gerçeğinin bir türlü kavranamaması yanılsamasına neden olmaktadır. Bu açıdan emekolojik yöntem; özü itibariyle hem idealist hem de materyalist kökenli düalist yanılsamaların aşılması anlamına da gelmektedir.
D3 Marx-Engels dönemi, D4 Lenin dönemi ve bugün içinde bulunduğumuz D5 dönemi, bütün bu kapitalist sanayi-kesitlerinin oluş ve oluşum süreçlerini belirleyen asıl şey; nicel ve nitel sanayi emek türüne bağlı sanayi emek araçlarının neden olduğu nesnel emek ve öznel emek hareketidir ki, bu açıdan nesnel emeğin dışta tutulduğu bir öznel hareket olamayacağı gibi, öznel hareketin dışta tutulduğu bir nesnel hareket de var olamayacağı gibi, bunun aksini iddia etmek oksimoron bir düşünceden başka da bir şey değildir. Bütün bu tümel ve tikel belirlenimlilikleri; sınıf-türlerine, icatçı-kullanıcı-türlerine, devlet-türlerine, pazar-türlerine, ürün-türlerine, sömürü-türlerine, yönetim-türlerine vs. doğru ayrıştırdıkça da, emekoloji’nin ne derece çok boyutlu ve derinlikli bir yöntem olduğu da daha iyi anlaşılabilir.
Bilimsel komünizmi; yani emekoloji’yi anlamayan bir ton doğmatik zihniyet, başta emek türü, emek aracı, emek tarzı, subjemek-objemek vs. bunun gibi bir çok emekolojik kavrama muhalefet etmeyi sürdürmektedir. Kuşkusuz bu durum ilk defa emekoloji’nin başına gelmemektedir. Keza; örneğin nasıl ki Marx-Engels döneminde ekonomistler, anarşistler ve köylü devrimcileri vs. D3 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, nasıl ki Lenin döneminde Kautsky, II. Enternasyonal gericiliği, Menşevikler vs. D4 sanayi proletaryan devrimciliğini anlayamadıysa, bugünde her türden ütopist, teomarksolog, ardılist vs. bunlarda D5/C8/E2 protekya devrimciliğini anlayamadıkları içindir ki, tıpkı Cervantes’in Don Kişot’u misali traji-komik bir hezeyan içinde emekoloji’nin gölgesinden korkar bir hale gelmişlerdir. Kuşkusuz bu ahmakça zihniyeti anlatabilmek için tonlarca örnek verilebilir. Lakin; burada asıl önemli olan öncü-ideolojik-savaş’ta ki kararlılıktır. Bu mücadelede geri adım atmak demek bırakalım karşı safları en başta kendi saflarımızdaki disiplinin bozulması anlamına gelecektir ki, bu yüzden öncü-ideolojik-savaş tüm gücüyle sürdürülmelidir. Tıpkı Antonio Gramsci’in de belirtmiş olduğu gibi; “Bir teori iki cephe arasında kesin olarak bir kopma ve ayırım unsuru olduğu ve karşı cephenin ulaşamayacağı yükseklikte bir dorukta bulunduğu ölçüde devrimcidir.”. [3].
Unutulmamalıdır ki; ideolojik mücadele pek çoklarının sandığının aksine, basit bir entellektüel uğraş değil, askine sınıf mücadelesinin aldığı en keskin biçimlerden biridir. Keza; insanlar içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin gerçekleri ideolojiler yoluyla, özellikle de ideolojilerin felsefede, sanatta, hukukta, dinde vs. aldığı biçimler üzerinden var olan dünyanın eleştirisini yapmaya eğilimlidirler ki, bu eleştirel düşünceler sayesinde hem kendi hayatlarının hem kendi dışlarındaki hayatın değiştirilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Bu durum herkes için aynı şekilde (aynı öznellikler ile) gerçekleşmese de, ideolojilerin insan hayatındaki belirleyiciliği olmaksızın nesnel emek ve öznel emek arasındaki bağıntıların hem teorik hem de pratik deneyimler esnasında bilinç (farkındalık) düzeyine çıkartılabilmesi de mümkün değildir. Bu sebepledir ki, ideolojik mücadelenin bilimsel komünist düşüncenin gelişimi açısından önemli bir işlevi ve görevi daima olmuştur; bundan sonrada olmaya devam edecektir.
Bütün bir yazı boyunca, yine yazının kendi sınırları içinde, sanayi emek türünün biri biri üzerine geçen üç kapitalist biçimine, yani nicel-D3 Marx-Engels, nitel-D4 Lenin, nitel-D5 dönemlerine kısaca değindim ve bugün emekoloji’yi kendi içinde soyutladığınız zaman onun içinden de ayrı ayrı Markizm’lerin ve Leninizm’lerin çıkabileceğini de göstermeye çalıştım. Lakin; emekoloji’nin içinde ayrı ayrı Marksizm’ler ve Leninizm’ler çıkabilecek olsa da, emekoloji tüm bu ayrı ayrı Marksizm’leri ve Leninizm’leri kapsadığı gibi, o onların aşılmasının ve en yüksek dereceden kavranmasının bir sonucu olarak da ortaya çıkmış olan bir yöntemdir. Başka bir deyişle, emekoloji farklı bir bağlamda Engels’in de belirtmiş olduğu gibi “..bir öğreti değil, yöntem..” ve “..daha ileri araştırmalar..” için temel dayanak noktasıdır. Keza; bugün emekoloji’yi parçalarsanız içerisinden emekolojik-marksizm ve emekolojik-leninizm çıkabileceği gibi, onun Marksizm’in ve Leninizm’in devamı olmasından dolayı da, ortaya tek bir emekoloji çıkacaktır. Kısacası; Marksizm’i ve Leninizm’i emekoloji’den, emekoloji’yi de Marksizm’den ve Leninizm’den ayırmak mümkün değildir.
Marx ve Engels bile kendi yöntemlerini geliştirme noktasında hep bir arayış içinde olmuştur. Materyalizm kavramı bile onlara yeterli gelmemiştir. Kendi yöntemleri ile ilgili tam bir tanımlama yapmaktan da özellikle kaçınmışlardır. Bu konuda pek çok vurgu yapmış olsalar da, Marx’ın ölümünden sonra Engels tarafından yöntem sorununun çözülemediği açıklanmış olsa da, ardılistler Marksizm’e “Marksizm’den farklı bir anlam” yüklemekten de çekinmemişlerdir. Keza; ardılcılık Marksizm’i okumaya, anlamaya ve aşmaya değil, ezberlemeye kendini adamıştır. Bu yüzden de tıpkı İslam dininde olduğu gibi “Kuran’da var!” (Marx ve Engels’de var!) zihniyeti egemen hale gelmiş; maalesef zamanla Marx ve Engels “Allah!”, Lenin ise “peygamber” yapılmaya çalışılmıştır.
Lakin; emekoloji Marx ve Engels’in gelecek kuşaklara miras olarak bıraktığı yol ve yöntem sorununu çözerek işe başladığında dolayıdır ki, haliyle emekolojik kavram setleri de yol ve yöntem sorunsalları temelinde gelişmiştir. O yüzden ardılcılığın iddialarının aksine ortaya bir “revizyonizm” değil, tam tersine ortaya; Marksizm’i ve Leninizm’i burjuva kavram setlerinin düşünsel geriliklerinden kurtararak ilerleten ve devrimci çıkışı yol ve yöntem sorunundan başlatıp kavram setleri ile geliştiren yeni bir bilimsel terminoloji çıkmıştır. Başka bir deyişle, kimi ardılistler “biz doğmatik değiliz!” diye diye eski kavram setlerinin dar dünyasından kurtulmamak için Marksizm’in kutsal tapınak şövalyeliğine soyunurken ve Marx-Engels’i dahi hayrete düşürecek bir tarzda marksist-din-kavram-ayinleri/kutsamaları yaparken, emekoloji ise; yola en başından itibaren temel yapı taşlarını cesurca sorgulayarak çıktığı içindir ki, her defasında Marksizm’i ve Leninizm’i hem geriye hem de ileriye doğru kapsayarak yeni bir bilim seviyesine çıkartmayı başarmış olan tek disiplin olma özelliğine sahiptir.
Kaldı ki; emekoloji Marx ve Engels’in yolundan giderek, tıpkı onların yapmış olduğu gibi, içinden çıkmış olduğu düşünsel yapının gerilikleri ve yanılsamaları ile uğraşmaktadır. Keza; Marx ve Engels’de hegelyan felsefenin içinden çıkarak bu felsefe ile hesaplaşabilmek için ömürlerini tüketmişlerdir. Dolayısıyla; bir koldan Hegelyan felsefeye ve Alman skolatizmine açıktan savaş açmışlar, diğer koldan ise İngiliz Ekonomi Politiği’ne savaş açmışlardır. İşte emekoloji’de bu savaşı devam ettirerek, bir yandan Hegelcilik, bir yandan Fransız ütopizmi, diğer yandan tarihsel emek miras değeri ile ricardocu-İngiliz iktisadı ile hesaplaşarak ilerleyişini sürdürmektedir. Aynı yolu Lenin’de kendi döneminin kautskyciliğine ve menşevizmine karşı savaş açarak yürütmüştür.
İşte emekoloji, aynı Marx, Engels, Lenin gibi, içerisinden çıktığı Marksizm’in ve Leninizm’in içine sinmiş olan burjuva görüşlere savaş açarak ilerleyişini sürdürmektedir. Ardılistler bundan neden gocunuyor ki? Elbette emekoloji bir çok şeyi değiştirecekti! Anlaşılan o ki ardılistler Marksizm’in ve Leninizm’in devrimci yönünü unutmuş olmalılar ki, emekolojistlere “Marksizm’i değiştirmeyin/dönüştürmeyin!” diye hayıflanmaktadırlar. Proletaryan-ardılizm-dindarlık ister hayıflansın ister hayıflanmasın, emekoloji Marksizm’den ve Leninizm’den bize miras kalan ayrık otlarını, özellikle de burjuva sanayi emeğinden kalma düalist yanılsamaları temizleye temizleye yol almaya devam edecektir. Keza; yanılsama yaratan eski düşüncelerini değiştirmekten korkanlar, dünyayı değiştirme olanağına da haiz olamazlar! [4].
Dipnot
[1] Şayet Lenin tıpkı Kautsky gibi klasik bir proletaryan “ortodoks” olarak kalsa idi; Marksizm’in üzerine Leninizm diye bir şey de gelişemezdi. Bugünde durum aynen böyledir. Ne Marx’ın Marksizm’i ne de Lenin’in Leninizm’i kutsal ve değişmez doğmalara dayalı bir öğreti değildir. Marksizm ve Leninizm ön-emekoloji dönemini tamamlayarak artık emekoloji-bilimi dönemine girmiş bulunmaktadır. Bu açıdan emekoloji’nin yolu Lenin’in ve Leninizm’in asıl yoludur. Lenin’inde haklı olarak belirtmiş olduğu gibi; “Biz, Marx’ın teorisine, hiçbir eksiği bulunmayan, dokunulmaz bir teori gözü ile bakmıyoruz. Tam tersi, şuna inanıyoruz: Marx’ın teorisi, sadece, sosyalistlerin ileri götürmekle yükümlü oldukları bilimin temelini atmıştır.”. (“Programımız”, BE, c.4, s.12)
[2] Örneğin günümüzde, tümel sanayi emek araçları karşısındaki tikel teknik/elektronik emek araçlarının "yabancılaşması", eski tabirle konuşacak olursak "üretim araçları" giderek sanayiburgların denetiminden çıkarak, yeni bir nicel icatçı sınıfın (protekyanın) kontrolüne girmekte ki, daha nitel bir tarihsel sistem (sosyalizm) biçimini almamış olsa da, daha bugünden proteklerin kendi emek araçlarının hem icatçısı hem de kullanıcısı olan bir sınıf olduğu da gözden kaçmamaktadır. Aslında bu durum salt kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde değil; ilkel komünal sistemden köleci sisteme geçişte toplayıcı emek araçları karşısındaki av emek araçlarının, köleci sistemden feodalizme geçişte av emek araçları karşısındaki tarım emek araçlarının, feodalizmden kapitalizme geçişte tarım emek araçları karşısındaki sanayi emek araçlarının "yabancılaşmasının", yani ana emek türü ve ana emek-tekniğinin ortaya çıkardığı tümel emek araçları karşısındaki yeni tikel göreli özerkliğin (yeni bir emek biçiminin ve yeni bir emek sınıfının) ortaya çıkması durumunun da ta kendisidir ki, bu da aslında tarihsel bir emek yasasına tekabül etmektedir.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, s.188
[4] Emek ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı olan toplumsal güç ilişkileri; öznel insan iradesinden göreli olarak bağımsızlaşmış nesnel bir toplumsallaşmış-birey gerçekliğini ortaya çıkartmaktadır ki, bu gerçekliğin emekolojik bilimsel yöntem ile incelenmesi mümkündür. Keza; yeryüzünde şimdiye kadar ortaya çıkmış olan tüm toplumlar emek güçlerinin gelişme seviyesine bağlı olarak kuruldukları gibi, bu toplum biçimlerinin ortaya çıkışında, emek araçlarının doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyete bağlı olarak gelişen emek güçleri, her defasında belirli bir işleve ve konuma da sahip olmuştur. Bu emek ilişkilerinin bütünü o an ki tarihsel emek kesiti ne ise o dur; dahası o kesitin gerçekliği o an ki tarihsel emek miras seviyesinin gerçekliğini yansıtmakta ve belirlemektedir. Bu nedenlerdir ki; örneğin, hiç kimse belirli bir coğrafyada emek araçlarının, çalışanların, işşizlerin ya da o çoğrafyada yaşayanların nüfus sayısını (gerçek rakamları) istese de değiştiremez. Bütün bunlar gözle görülen ve keyfi bir biçimde değiştiremeyecek olan emek olgularıdır. İşte bu sebepden dolayı emekoloji; bu toplumu yalnızca yorumlamak için değil, değiştirmek (aşmak!) için gerekli olan koşulların gerçekte var olup olmadığını anlayabilmek için mevcut emek ilişkilerinin ve bu ilişkilerin neden olduğu toplumsal güç ilişkilerinin genel durumunu da incelemekle yükümlüdür.
27.01.2018
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
ulkunun · 4 years
Text
sapsade bir yazı...
Korona virüs veya şeyleri yerli yerine koyabilmek!
Fikret Başkaya
“Eski dünya ölüyor; yenisi ise henüz ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor.” Antonio Gramsci
Atmosfer ısınıyor, ekosistem bozuluyor, ekolojik yıkıma sosyal kötülükler [işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, iğretilik…] eşlik ediyor. Toplumsal eşitsizlikler skandal boyutlara ulaşmış durumda... Artık metalaşmamış, paralılaşmamış, şeyleşmemiş, özelleştirilmemiş, soysuzlaşmamış bir şey yok! Sağlığın ve eğitimin finansmanı için yeterli kaynak ayrılmıyor. Sayıları artan yaşlılar çaresiz. Gıda sanayileri insanları ‘doyururken’ zehirliyor… Evsizler mütevazı bir konutun kirasını ödeyemez hâlde. Kamu hizmeti kavramı nerdeyse defterden silinmekte... Bireyler, aileler, şirketler, belediyeler, devletler borçlu... ve artık borçlar ödenebilir olmaktan çıkmış bulunuyor… Devletler münhasıran kapitalist sömürünün, yağma ve talanın hizmetinde... Fakat bir şey daha var: Bir bütün olarak ‘insanlık’ da doğaya borçlu... Zira, doğanın bir yılda ürettiği ‘yeni kaynağı’, insanlar altı ayda tüketiyor... Her geçen yıl doğaya borç büyüyor ve her yeni yılda ‘Dünya Limit Aşımı Günü’ öne çekiliyor... İyi de neden böyle oldu, neden her şey sarpa sardı, neden dünya çığırından çıktı? Kapitalizm neden iflas etti?.. Neden genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı? Bu genel iflas tablosunun gerisinde aslında ne var?
Bir sosyal olayı, olguyu [fenomeni], sosyal süreci açıklamak, bilince çıkarmak için, bir dizi neden sıralamak adettendir. Aslında bu gereklidir de. Lâkin o kadarı şeylerin gerçeğine nüfuz etmek, bilince çıkarmak için yeterli değildir. Bir ‘nedensellik hiyerarşisi’ oluşturmak, tüm nedenler içinde asıl belirleyici olan ‘nedeni’ başa yerleştirmek de gereklidir… Ve asıl neden de, kapitalizmle birlikte doğa- toplum-ekonomi ilişkisinin ters-yüz olmasıdır... Normal olarak ekonominin toplumun hizmetinde olması, onda ‘içerilmiş olması’ [mündemiç], ilişkinin yönü toplumdan ekonomiye doğru olması gerekirken, kapitalizmde ekonomiden topluma doğrudur... Toplum ekonomi tarafından sömürgeleştirilmiş [kolonize edilmiş] durumdadır... Kapitalist toplumda ekonomi bir araç değil, amaç hâline gelmiş bulunuyor... Şimdilerle yüz yüze geldiğimiz, sayısız kötülüklerin, saçmalıkların, akılsızlıkların, sefaletin ve çürümüşlüğün gerisinde, sözünü ettiğim bu ‘temel sapma’, bu ‘temel çelişki’ var... Dolayısıyla, nasıl bir zemin üzerinde durduğumuzu, ne ile cebelleştiğimizi bilmek büyük önem taşıyor... Tabii, sözünü ettiğim bu saçmalığın da vakitlice aşılması gerekiyor. Aksi hâlde insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecektir...
Sürdürülebilir bir yaşam, doğa-toplum-ekonomi ilişkisini bulunmaları gereken zemine çekebilmeye, bir ‘düzeltme operasyonu’ yapabilmeye bağlı... Üstelik onu da vakitlice yapmak gerekiyor... Aksi hâlde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir... Başka türlü söylersek, ilişki tersliğini aşmak gerekiyor... Yazının başlığındaki gibi, ‘şeyleri yerli yerine koyabilmek’ gerekiyor... Kapitalizm dahilinde ilişkinin yönü: ekonomi ➔ toplum ➔ doğa şeklindedir. Oysa, doğa ➔ toplum ➔ ekonomi şeklinde olması gerekiyor... Ancak o zaman yaşamakta olduğumuz tüm kötülükleri, akılsızlıkları, saçmalıkları, her türden sefaleti ve kepazeliği bertaraf etmek potansiyel bir olasılık hâline gelebilir...
İşte o zaman, yeniden yaşanabilir bir dünya ve toplum mümkün hâle gelecektir. Eğer insanlar kapitalizmin ne mene bir şey olduğunu bilselerdi, bugünkü netameli sonuçları yaşıyor olmazdık... Fakat kapitalizmin anlaşılmaması için müthiş bir çaba var. Okullar, üniversiteler, siyasetçiler, devlet ricali, medya, ‘konunun uzmanları’, “kanaat önderleri” denilen zevat, insanları, kapitalizmin alternatifi olmayan bir sistem olduğu yalanına inandırmak için büyük çaba harcıyorlar. Oysa kapitalizm insanlık ve uygarlık tarihinde bir sapma ve küçük bir parantezdi... Eni sonu beş yüzyıllık geçmişi var ama o kadarcık zamanda dünyayı yaşanamaz bir yer hâline getirmiş bulunuyor! Kapitalizmde araçlarla amaçlar ters-yüz olmuş, “öküz arabanın arkasına koşulmuş” durumdadır... Üretimin birincil amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak -tatmin etmek- değil, pazarda satmak, kâr etmektir... Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir... Ve kapitalizm sınırsız büyüme, yayılma, genişleme dinamiğine sahip bir sistemdir... Fakat bu dünyanın kaynakları sınırlıdır-sonludur... Tabii, sınırsız büyümeye, sınırsız tüketimin de eşlik etmesi zorunluluğu var... Şimdilerde, işte ilkim krizi, ekolojik yıkım dediğimiz de dahil, sayısız kötülüklerin nedeni bu temel çelişkinin sonucudur... Kapitalizm her şeyi metalaştırıyor, şeyleştiriyor, parayla alınır-satılır nesnelere dönüştürüyor... Hayli zamandır sıra, canlının metalaştırılmasına gelmiş bulunuyor... Velhasıl tam bir kadavra medeniyeti…
Fakat bir şey daha var. Artık kapitalizm yeteri kadar ‘yeni değer’ üretemiyor. Kendi temel hareket yasalarının ve iç çelişkilerinin bir sonucu olarak, yeni değer üretmekte zorlanıyor. Dolayısıyla iç sınırına, ekolojik sorunla ilgili olarak dış sınırına da dayanmış bulunuyor... Velhasıl tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmış bulunuyor. Ekonomik büyümenin belirli bir düzeyin altına indiği durumda, artık borçların ödenmesi de mümkün değildir...
Her şeyin metalaştığı, parayla alınıp-satılan bir kâr aracına dönüştürüldüğü, başkaca hiçbir etik/insânî kaygının söz konusu olmadığı bir sistemde, sayısız felâketler neden şaşırtıcı olsundu? Eğer siz, utanmaz kâr hırsıyla ekosistemi tahrip ederseniz, ekolojik dengeyi bozarsanız, arı kovanına çomak sokarsanız, olacağı bu değil midir? Her şeyin özelleştirildiği, kamucu hiçbir kaygının söz konusu olmadığı bir sistem, bir rejim, kendi peydahladığı kötülüklerle, felaketlerle gerektiği gibi mücadele edebilir, başa çıkabilir mi? Sağlık hizmetleri de dahil her şeyin özelleştirildiği, bir kâr aracına dönüştürüldüğü yerde, korona virüs salgınıyla gerektiği gibi mücadele edilebilir mi? Eğer yegâne amaç her seferinde daha çok kâr ise…
Müştereklerin [herkesin olanın, olması lâzım gelenin] özelleştirildiği bir dünyada, salgınlarla gerektiği gibi mücadele edilebilir mi? Birinin çektiği acıdan bir başkasının [kapitalistin] kâr etmesinin mantığı nedir? Birinin hastalığı eğer başkasının kârı hâline gelmişse, orada bir yanlış yok mudur? Bu durumun sorun edilmemesi de rahatsız edici değil mi? Kapitalizm, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor ve hiçbir şeyi de ıskalamıyor... Aynı Marx’ın bundan 174 yıl önce yazdığı gibi: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır."(Felsefenin Sefaleti).
Bugünlerde korona virüs pandemisi denilenle dünyanın nerdeyse her tarafı küresel hapishaneye dönüştürüldü. Virüs, zaten iflas hâlindeki sistemin krizini görünür kıldı... Ekonomik krizin, finansal çöküşün nedeni korona virüsü değil... Artık sıkıyönetim, olağanüstü hâl de ‘küreselleşti’... Bu bir çöküş hâlidir ve çöküş söz konusu olduğunda artık geri dönüş imkânı yoktur... Aslında bu salgın, kapitalizmin tarihsel ömrünü tamamladığının, potansiyelini tükettiğinin habercisi... Artık dünyayı yıkıma sürükleyenlerden hâlâ çözüm bekleme aymazlığından da kurtulma zamanı gelmiş olmalıdır... Yeni aktörlerin, yeni politik öznelerin şeyleri yerli yerine koymasının zamanı geldi... yaşanabilir yeni bir dünya yaratmak için sahneye çıkmaları gereken zamandayız... Eğer, yeryüzünün efendileri [küresel oligarşi], dünyamızı yaşanamaz bir yer hâline getirmişse, yeryüzünün lânetlileri de, neden aracın yönünü sola çevirmesin...
0 notes
sizekitap · 5 years
Text
Keşke Hiç Olmasaydık
Keşke Hiç Olmasaydık David Benatar Doğu Batı Yayınları
Dünyaya gelme bahtsızlığı büyük bir kötülük ve telafisi mümkün olmayan bir zararı içinde taşır. Bunu felsefenin şimdiye kadar kulaklara hoş gelen, yürekleri teselli eden tatlı ve melankolik sesiyle değil, son derece katı ve mantıki bir dille savunur kitabın yazarı David Benatar. Ve iflah olmaz iyimserlere fena sürprizleri vardır. Çünkü bütün hayatlar göründüğünden çok daha fazla acı bir tecrübeye sahiptir. Sürekli yükseltilmeye çalışılan mutluluk, zevk ve keyif standartları gerçek rakamlara döküldüğünde derin bir içsel sefaleti ve mutsuzluğu gizler. Yeryüzüne adım atmış olmakla insan esasen çekmeyeceği ıstıraplara gebe kalmıştır. Bu yüzden gelecek adına ideal nüfus “sıfır” olmalıdır ve mesken tutulan bu dünya yaşamak, hayal kurmak ve temelinde çocuk yapmak için ideal bir yer değildir.
“Sonunda Eyüp ağzını açtı ve doğduğu güne lanet edip şöyle dedi: Doğduğum gün yok olsun, ‘Bir oğul doğdu’ denen gece yok olsun. Karanlığa bürünsün o gün… zifiri karanlık yutsun o geceyi… Çünkü… anamın rahminin kapılarını üstüme kapamadı. Neden doğarken ölmedim, rahimden çıkarken son soluğumu vermedim?”
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
Bu kitap ve daha fazlası hakkında haber alın!
Name
Email *
Tumblr media
Bu kitabı kitap listenize ekleyin!
devamı burada => https://sizekitap.com/felsefe/keske-hic-olmasaydik/
0 notes
Text
  Yahudi asıllı Alman felsefecisi. 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu ve 1883’te Londra’da öldü. Babası, felsefeye meraklı bir avukat olup, 1824’te Protestanlığı kabul etti. Yüksek tahsilini Bonn ve Berlin Üniversitelerinde yaptı. Tahsili esnasında Hegel’in felsefesinin tesiri altında kaldı. Bu arada Feuerbach ile tanıştı.
Önce öğretmenlik sonra gazetecilik yaptı. Başyazarlığını yaptığı ve Köln’de çıkan Rheinische Zeitung adlı propaganda gazetesinin kapatılması üzerine Paris’e gitti. Burada Fransız sosyalistleriyle tanıştı. Daha önce tanıdığı ve zengin bir fabrikatörün oğlu Friedrich Engels’le dostluk kurdu. Bu beraberlikleri ölene kadar devam etti. Marx, Engels’in tesiriyle sosyalizmi benimsedi. 1847’de Fransız sosyalistlerinden ve anarşizmin öncülerinden Proudhon’un Sefaletin Felsefesi (Philosophie de la Misere) isimli kitabına karşılık olarak Felsefenin Sefaleti (Misere de la Philosophie)ni yazdı. Proudhon’u, mülkiyetin tekamülünü ekonomik açıdan değil, hukuki yönden ele aldığı için tenkit etmektedir. Marx’a göre cemiyette en yabancılaşmış sınıf işçi sınıfı olup, onun “kurtulması” özel mülkiyetin kaldırılmasına bağlıdır. Tarihi tekamül de özel mülkiyetin kaldırılması yönünde olup, Proudhon’u bunu görememekle suçluyordu. Marx, kitabında mülkiyetin gelecekte alacağı şekli de izah etmektedir.
1848’de arkadaşı Engels ile birlikte Komünist Manifestosu’nu (beyanname) yayınladı. Burada komünizmin kurulması için düşündüğü çareleri sıralamaktadır. İhtilalci fikirleri sebebiyle Almanya’dan kovuldu ve Fransa’ya, oradan da Londra’ya kaçtı. Burada ölene kadar Engels’in maddi yardımları sayesinde yaşadı. Onun ölümüyle yarım kalan eseri Das Kapital’i (Sermaye) burada yazdı. Bu eserinde kapitalizmin temellerini ve bu sistemi çöküşe götürecek kendi bünyesindeki tezatlarını izah etmektedir. 1864’te Birinci İşçi Enternasyonalinin liderliğini yapan Marx, Çarlık Rusyasının aleyhinde ve İngiliz emperyalizminin lehinde yazılar yazdı. Çünkü sosyalizmin ilk önce İngiltere’de kurulacağını zannediyordu. Çarlık Rusyasına karşı hürriyet mücadelesi veren Şeyh Şamil’i methetmesi de sadece bu sebeptendir. Nitekim 13.9.1851’de Engels’e yazdığı bir mektubunda şöyle demektedir: “Türkleri komünal hayata sokmak mümkün değildir. Onları vatan sevgisinden, dinlerinden, gelenek ve dillerinden koparmadan ihtilale sürüklemek imkansızdır.”
1853 yılında yazdığı Şark Meselesi (Question d’Orient) isimli eserinde de Yunan Devletini kuran Rumların da, Ruslar gibi slav asıllı olduğunu belirtmekte, Çarlık Rusya’sının Balkanlarda yaşayan Osmanlı azınlıkları arasındaki faaliyetlerini izah etmektedir. “Rus memurları Türkiye’yi dolaşarak Ortodoks Rus Çarının Hıristiyan Rumların hamisi ve reisi olduğu fikrini telkin ettiler. Bilhassa güney slavlarına Rus çarını, bütün slav ırkını bir idare altına alarak, Avrupa’nın en hakim milleti yapacak mutlak kudretin sahibi olarak gösterdiler. Rum patrikhanesine bağlı olan papazlar, bu fikirleri yayacak bir gizli cemiyetin en faal üyeleriydiler. Osmanlı Devletine karşı nerede bir isyan hareketi başlasa Ruslar fiilen ve nakden bu isyana yardım ederlerdi.” demektedir.
Marx’ın fikirlerinin dünyada büyük bir taraftar kazanması, bünyesinde insan tabiatının hırs, kin, şehvet gibi vahşi tarafları ile ekonomik olayları ve siyasi çalkantıları sınırsız bir şekilde istismar etmesinden ileri gelmekteydi. Marksizm ve ondan doğan fikir akımları, dünyanın kurulu düzenindeki bütün otoritelere karşı daima düşmanlık ve anarşinin temelinde yatan psiko-sosyal dinamikleri besleyen fonksiyonlara sahib olmuştur. İnsan tabiatına ters, tatbiki imkansız düşünceler fiiliyatta isyankarlık ve inkar felsefesi olarak kendini göstermektedir. “Yığınlaştırma” çalıştığı cemiyet uğruna ferdin hak ve hürriyetlerine değer vermemektedir. Ona göre insan, hiçbir özelliği olmayan “ekonomik hayvan”dır. Tek değer emektir.
Günlük hayatın ve pratiğin yalanladığı teorileri, kendisinden sonra devamlı gözden geçirilmektedir. Bunu ilk olarak Edward Bernstein yaptı. Günümüzde en çok tartışılan yorumlar Jean Paul Sartre ve Althausser’e aittir. Eurocommunism ise Marksizmi Avrupa şartlarına uydurarak sosyalist tabanı genişletmek maksadına yöneliktir. 1975’lere kadar tartışılmış, ancak pek rağbet görmemiştir. 1990 yılından itibaren Marx teorisi tamamen iflas etmiştir.
Karl Marx Hayat Hikayesi Yahudi asıllı Alman felsefecisi. 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu ve 1883’te Londra’da öldü. Babası, felsefeye meraklı bir avukat olup, 1824’te Protestanlığı kabul etti.
0 notes
cuiplagalis · 6 years
Text
Marx ve Yöntem, Grundrisse'den Kapital'e Patikalar
"Marx, 'Marksizmin Üç Kaynağını' oluşturan Alman felsefesi, İngiliz politik iktisadı ve Fransız sosyalizmi üçlüsünün her birini diğer ikisinden hareketle eleştirir. Örneğin politik iktisadı sadece felsefi açıdan değil aynı zamanda sosyalist perspektiften, işçi sınıfının duruş noktasından sorgular. Fransız sosyalist geleneğini (örneğin Proudhon'u) eleştirirken ise bu kez onun politik iktisattaki ve diyalektik yöntemi kullanmadaki yetersizliklerini ve bunun sonucu olarak burjuva düşüncesinden kurtulamayışını vurgular. Bu eleştiriler salt entelektüel kaygılarla getirilmemiştir; Marx'ın düşüncesi belirgin bir politik karaktere sahiptir. Bir bakıma, Marx'ın şahsında Avrupa işçi sınıfı, dönemin en ileri akımlarını özümsemekte, aynı zamanda da bunlarla hesaplaşmaktadır. Gelgelelim Kapital gibi dev bir yapıtla ortaya koyduğu politik iktisat eleştirisinin yanında, Marx'ın Alman felsefesi ve Fransız sosyalizmi ile hesaplaşmaları açıkça ikinci plandadır. Marx'ın esas yapıtı Felsefenin Sefaleti veya Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi değil Kapital'dir. Dolayısıyla 'üç kaynağın' birinin eleştirisi aşırı gelişmişken diğer ikisi ise cılız kalmıştır. Kuşkusuz bu kendi başına bir eksiklik sayılamaz, bir öncelik meselesidir. Fakat özellikle Hegel diyalektiğinin eleştirisi fazla derinleştirilemediği için, sonraki Marksist kuşaklar arasında ciddi kafa karışıklıkları da doğmuştur. Gerek Alman felsefesine gerekse diğer sosyalist akımlara yönelik Marksist eleştirinin temel ilkeleri büyük ölçüde Engels'in katkılarıyla şekillenmiştir. yine de, Engels'in tüm özverili çabalarına rağmen , bazı önemli noktaların doğal olarak açıkta kaldığını söylemek mümkündür."
özgür öztürk - sav yayınları, 2017, s.32, 33.
0 notes
yorgunherakles · 2 years
Quote
pythagoras'ın ruh göçü kavramını antik yunan dünyasına soktuğu söylenir.
kojin karatani - izonomi ve felsefenin kökenleri
13 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Yaşlılara Ölüm
Fikret Başkaya“ Eğer bir sorununuz varsa ve çözümünü politik sınıftan bekliyorsanız, iki sorununuz var demektir”Albert EinsteinKorona Virüs salgını birçok şeyi açık etti. Ahlâkî değerlerin ne kadar aşındığını, değer ölçüsünün nasıl yok olduğunu, dayanışma- yardımlaşma duygusunun nasıl köreldiğini, ekonominin ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde durduğunu, dinci iktidarın kendisi için krizi nasıl bir fırsata dönüştürdüğünü, Korona Virüsle ‘mücadele’ söyleminin reel bir karşılığı olmadığını, insanlar açlık ve yoksullukla boğuşurken, ”iş bitirici” kapitalistlerin nasıl hızla zenginleştiğini, uluslararası dayanışma diye bir şeyin esâmesinin bile okunmadığını, Saray Rejiminin zaten son derecede sınırlı hakları-özgürlükleri nasıl budadığını, bütçenin, hazinenin ve doğanın yağma ve talanının nasıl hızını artırarak  yol aldığını gösterdi…
Aslında kapitalizm söz konusuyken başka türlü olamazdı. Zira kapitalizmin bir ahlakı yoktur. Her şeyi metalaştırıyor, şeyleştiriyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Kapitalizm her şeyin ‘satılık’ olduğu netameli bir uygarlıktır. Aynı bundan 173 yıl önce Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde söylediği gibi:  “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış- veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”[1] … İşte bu yüzden kapitalizme, kadavra medeniyeti diyorum… Hala metalaştırılmamış, ticaret konusu olmayan bir şey kaldı mı?Saray rejimi baştan itibaren Korona Virüsle mücadele ediyormuş gibi yapıyor. İnsanlara bir maske dağıtmayı bile beceremeyen bir iktidar, sonrasını getirebilir miydi? Korona virüse karşı sözde tedbirler bir tek şeyi gözetiyor: Gözü doymaz, ‘iş bitirici’ kapitalistlerin sömürüsünü, yağma ve talanını güvence altına almak! Bir yılı aşkın bir zamandır 65 yaş üstü insanlara zulmediyor… Onları evlere hapsederken, fabrikalarda işçiler dirsek-dirseğe çalışmaya, inşaatlar kan-ter içinde yükselmeye devam ediyor. Küçük esnaf açlığa mahkûm edilirken, AVM’ler açık…Aslında küçük esnafı tasfiye etmek demek, büyüklerin pazarını büyütmek demektir… Aksi halde AVM’leri de kapatmak gerekmez miydi?İyi de Saray neden 65 yaş üstü insanları sürekli kapatıyor? Üstelik çifte aşı da yapılmışken? Aslında bu sebepsiz değil… Yaşlılar, kapitalizm için muteber değildir… Neoliberal kapitalizm dahilinde eğer bir insan artı-değer üretim aşamasında ‘işe yaramıyorsa’, üretilen malın alıcısı değilse, bankalardan kredi de talep etmiyorsa sistemin ilgi alanı dışındadır. Üretmiyor, az tüketiyor, kredi de kullanmıyorsa, sistem için lüzumsuzdur… Onlara ödenen emekli aylıkları, sağlık harcamaları da kapitalistlerin (büyük hırsızların) elinden kaçan telef edilmiş kaynak sayılıyor… Oysa, çocukların, sakatların, yaşlıların kaderine yabancılaşmış bir toplum, ‘uygar toplum’ iddiasında bulunamaz…Korona günlerinde kimlerin nasıl hızla zenginleştiğini hatırlayın… İnsanlar yiyecek ekmek bulamazken, çaresizliğe mahkûm edilmişken, geçilmeyen yolların, köprülerin, tünellerin, uçulmayan hava alanlarının, yatılmayan hastanelerin, müteahhitlerine yüz milyonlarca dolar ödenmesi, bu iktidarın salgınla mücadele söylemi hakkında bir fikir vermiyor mu? Bu kadarı bile bu rejimin gerçek niyetini açık etmiyor mu?Virüs sınırdan geçtiğinde yapılması gereken, sürecin yönetimini işin ehline bırakmayı gerektiriyordu. Bu iş için ehil kurum da TTB olduğuna göre, sürecin yönetimini, Tıp uzmanlarına bırakılması gerekiyordu. Oysa Saray, TTB’yi terörist ilan ederek işe başladı… Bir de muhalif belediyeleri düşman ilan etti…Bu kadarı ondan sonra neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor olmalıydı… İktidar tarafından oluşturulan ‘Bilim Kurulu’, geride kalan dönemde iktidarın yaptıklarını ‘kabullendirmenin’ aracı olmanın ötesine geçemedi… Bilim namusunun gereğini yapmadılar… Asıl yapılması gerekeni yapmadılar… Varlık nedenlerine ihanet ettiler… Bilim insanı gibi değil, uzmanlıklarını iktidara satan bireyler gibi davrandılar… Hiçbir zaman kamuoyuna durumla ilgili bir açıklama yapmadılar. Açıklamalar, kendisi de bir kapitalist olan Sağlık Bakanı ve Saraydan yapıldı… Eğer siz bir kapitalisti sağlık bakanı yaparsanız, o da bu işi bir kapitalist patron gibi yapar… Gerçek veriler hiçbir zaman açıklanmadı… Yalanla, yok saymayla salgınla mücadele edilebilir miydi?Esasen sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği durumda hiçbir salgınla gerektiği gibi mücadele edilemez. Sağlığın metalaştırılması, bir kâr arıcına dönüştürülmesi, hekimlik [tababet] kavramının defterden silinmesidir… Hekimlerin topluca bu sefil özelleştirmenin karşısına dikilmesi, “bu
bizim varlık nedenimizi ortadan kaldırmak anlamına geliyor…” demeleri ve ettikleri yemine sadık kalmaları gerekmez miydi? Elbette başta TTB olmak üzere bir kısım hekim, özelleştirme rezaletine itiraz etti ama hekim çoğunluğu yangına körükle gitti… Şimdilerde Türkiye’deki hastanelerin yaklaşık %40’ı tıp kapitalistlerinin elinde… Çektiğiniz acıdan, derdinizden milyarlarca dolar kâr ediyorlar… ‘Kamu hastanesi’ denilenlerde de adı konmamış bir özelleştirme almış başını giriyor… Bir de bu kepazelik bir başarı öyküsü olarak sunulabiliyor… Paran kadar sağlık demek utanılacak bir şey değil midir? Yolu hastaneye düşenler bilir: Kapıdan girdiniz mi önce vezneyi gösteriyorlar…Geride kalan bir yılı aşkın zamanda yapılanlara bakılırsa, bu dinci iktidardan kurtulmadan Korona Virüsten kurtulmak mümkün olmayacak…[1] Felsefenin Sefaleti…DünyalılarBu siteyi neden kurduk ve Dünyalı olmaktan ne anlıyoruz sorusuna cevap bulmak isterseniz…Eklediğimiz son yazılara göz gezdirmek isterseniz…
0 notes
yorgunherakles · 2 years
Quote
hatırlayan da geçici, hatırlanan da.
marcus aurelius - meditations
74 notes · View notes
yorgunherakles · 2 years
Photo
Tumblr media
eğer alkibiades'in sessizliğini ve yutkunmalarını hesaba katmazsan, platon'un şölen'ini asla anlayamazsın.
alexandre kojeve - hegel felsefesine giriş
28 notes · View notes
yorgunherakles · 3 years
Photo
Tumblr media
yabancılaşma öteki varlıktır, bilincin ve özbilincin nesnenin ve öznenin karşıtlığıdır.
insan yaşamını nesneye koyar. ama o zaman yaşamı artık kendisinin değil, nesnenindir.
karl marx - yabancılaşma
45 notes · View notes
yorgunherakles · 2 years
Photo
Tumblr media
diogenes, uzun süren amansız bir hastalığın pençesin­deki antisthenes'e şu sözleri söyleyerek bir bıçak verdi:  "belki bir dosta ihtiyacın vardır."
kinik felsefe fragmanları - diogenes
25 notes · View notes
yorgunherakles · 2 years
Quote
hayal kuran sıradan niteliksiz bir kişiden daha bıktırıcı bir yavanlık yoktur dünyada.
karl marks - grundisse, ekonomi politiğin eleştirisi için ön çalışma
26 notes · View notes
yorgunherakles · 2 years
Photo
Tumblr media
tragedya çağının filozofları “bilmenin barbarca etkisi”nden korunmayı biliyorlardı ama sokrates‘ten sonra bilimin dizginleri yavaş yavaş filozofların elinden kaçtı ve bugün tehlikeli bir azat çağında yaşıyoruz.
nietzsche - platon öncesi filozoflar
18 notes · View notes