Tumgik
#gökyüzü böyle değildi
kksllmelisa · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Bir uzun yoldan geldim, ardım bomboş.🎵
25 notes · View notes
murat-o41 · 13 days
Text
 KOCAM YÜZÜNDEN NAMUSUM GİTTİ (2)
Gece çok guzeldi. Su, ışıklar, gökyüzü, yıldızlar. Şarap içelim dedi. Sevmem ama itiraz etmedim. Şarabı seçti. Böyle toprak kokulu,üzüm tadı veren guzel bi kırmızı şaraptı.Ben rahatladıkça şakalaryaptım. Her esprime güldü. O sert bakışlı adam samimi bir arkadaşa dönüştü. saat 1 gibi ışıklar kapanınca havuz kısmının kapandığını anladık. O anlarda aklımda ne eşim vardı, ne sevişme vardı, ne seks vardı. Biraz başımda dönüyordu, şarabın etkisiyle. Işıklar kapanınca adam masadan kalktı hiç bir şey söylemedi ben de kalktım. Elimi tuttu. KOcaman elinin içinde kayboldu elim.Bir elektriklenme oldu o an. İkimizde konuşmadan otele girdik tekrar, asansörü çağırdı.
Okuyucular, o an aklımı toparlayamıyordum, bir çeşit sürüklenme, bir çeşit basiret bağlanması, sakin yarın hiç olmayacak gibi bir şey. Asansörü beklerken adam, duvardaki granitlerle ilgli bir şeyler anlattı. Ama kafam uğulduyordu bir şey anlamadım. Yukarı, odaya çıktık. Havasız geldi bana ortam balkona çıktım. Karanlık balkondan uzaklara gökyüzüne bakarken adam arkamdan sarıldı. Sadece sarıldı, hiç bir özel yerimi ellemedi. Kocaman uzun kaslı kolları vucudumu sardı. Çok ufak tefek kaldım onun yanında. Çok farklı bir his. Sahiplenilmek gibiydi. O an dönüp ben öptüm adamı. Dudaklarından. Kibar bir öpüşmeydi. Dilini ağzıma sokmadı. Dudaklarımı öptü, alt dudağımı emdi. Elbisemin askısını indirdi. Öperken arkadan fermuarımı açtı. Saten yeşil elbisem bacaklarımdan aşağı döküldü. Tam fark edemedim bile iç çamaşırlarımla kaldığımı. Hava soğuktu, balkondaydık ama üşümedim. Adam bana “üşüyeceksin içeri girelim” dedi. İçeri girince kendimi yatağa attım, örtüsünü açmadan. iç çamaşırlarımla sırt üstü yatarak kalakaldım. Nedense aklımdan çekip gitmek hiç geçmedi o an. Namusum şerefim hiç aklıma gelmedi. Çok arzuluda değildim sevişmeye ama heyecanlıydım, biraz da uyuşmuştum. Adam karşımda yavaş yavaş soyundu, çırılçıplak kaldı. Vucudunun iriliği,kaslı sportmen hali gerçekten etkileyiciydi. Tam anlatamıyorum belki ama “bu koca adam benim” diye düşündüm. Cinsel organı vucudna uyumluydu. Kıyas yapmak doğru değil belki ama eşimden uzun boylu geniş vucutlu olduğu için sanırım cinsel organı da daha kalın ve iri duruyordu. Erekte değildi. Bana külodumu çıkartıp bacaklarımı kaldırıp v harfi şeklinde genişçe ikiye açmamı söyledi. Dediğini hemen yaptım. Eliyle kendiyle oynadı, penisi kalktı sertleşti. Ölçü söyleyemem ama eşimle ralarında çok fark vardı penis açısından. Ama şunu da söyleyeyim, penisi değildi heyecanlandıran. Gece boyu yaşananalar, buyuk vucudu beni onun kadını yapmaya hazırlamıştı. Penisi erekte olunca geldi bacaklarımın arasına girdi. Öyle ıslanmışımki, yataktaki akıntım kalçalarıma kadar gelmişti. Hiç elini kullanmadan içime yavaşça girdi. Nasıl anlatayım. Bacaklarımı önce açık tuttuğum için veya balkondan soğuktan içeri girdiğim için, içim soğuktu.
Adamın organı sanki çok sıcak demir çubuk içimde hisettim. Çok ıslaktım ama öyle eşimle olduğu gibi boşluk hissi yoktu. Kızgın bir demir çimi dağlıyordu sanki. Penisini iyice içime ittirip öylece durdu. Gözgözeydik, penisi içimde, öylece durup konuştu. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama o penis içimde sohbet ettik 4-5 dakika kadar. Eşimin hiç gidemediği kadar derinlerde, ilk kez içimin derinlerine penis değiyordu. Sonrasında yine aynı acelesi olmayan tavırlarıyla beni becerdi. Heralde 5-10 dakika sürdü, tam kasılımaya başlamıştım ki, içimden çıkartıp göbeğime göğsüme boşaldı. Orgazm olmadım ama çok farklı hisler yaşadım. Sonra adam nbalkona çıktı, sigara yaktı. Ben yatakta öylece kaldım, üstüm başım yabancı bi erkeğin dölleriyle ıslak olarak bacaklarım iki yana açık öylece yattım. o an bir daha telafisi olmayacak şekilde namusumu kaybettiğimi anladım. Ağlamaklı oldum. Pişmanlık vardı içimde, ama kafamı toparlayamama halim devam ediyordu. Gece boyu devam etti adam. Komodin önünde sandalye vardı, sandalye üzerinde dört ayak oldum, kollarımı sandalye sırtına koydum, yüzüm aynaya dönük vajinamdan becerdi tekrar. İnsanın kendisini aynaya bakarak becerilmesini izlemesi çok değişik bi duygu. Kasıklarını kalçalarıma vurdukça içimde hareketlenme oldu. Bu kez çok kasıldım, kendime baktıkça yüzümün aldığı şekiller garipleşti. Penisi içimdeyken titrye titrye boşaldım. Akıntım çok oldu. İçimden dizlerime oradan sandalyeye oradan halıya kadar aktı. Ben boşalınca adam durdu, o boşalmadı ama içimden çıkıp yine balkona çıktı sigara yaktı. Bn de yatağa geçtim. Düşünecek halim kalmamıştı. Eşimin beni yaladığında yada masturbasyon yaptığımdaki boşalmadan çok farklıydı. Ensem yüzüm kıpkırmızı olmuş heryerim titreyerek sarsılmıştı. Sanırım uyuya kalmıştım. Kısa süre sonra adam tekrar geldi. Hiç durmuyordu, aslında hoşuma gtmedi onun o hep devam etme isteği ama karşıda koymadım. Yatakta dört ayak oldum bu kez. Okşadı iyice beni. Kalçamdaki ıslaklığı arkama sürdü eliyle. O an anladım anal seks için hazırlandığını. Eşimde istemişti çok kez ama yapmamıştık hiç. “İstemiyorum” dedm adama. O zaman ellerimi çekti, dört ayak olduğum için elllerimi tutup çekince yüzüm yatağa düştü yanağım yatağa yapıştı. Arkamı zorlaya zorlaya biraz girdi. Önce heyecan duyduysamda acıyı dah açok hisettim. Bu kez adam bir ayağını kaldırıp ileri aldı.
Ayağı yüzümün yanına kadar geldi. O zorladıkça ben belimi ileri aldım kaçmaya çalıştım. O ileri geldikçe ayak parmaklarımı yanağımın üstüne kadar çıktı. Ayağıyla yanağıma bastığında kendimi çok aşağılanmış hisettim.Sanırım penisini arkama tamame soktu. Ama ne acı anlatamam. Hiç bir zevki yok. Ben bağırınca çıktı arkamdan. “tamam” dedi zorlamayalım. içimden çıkartırken de acıdı popom. Ağlamaklı oldum. Öptü beni. saçımı okşadı. Kendi oturdu sandalyeye. Beni tutup kucağına oturttu. Penisini içime vajinama soktu. Ama o pozisyonda alışkın olmadığım irilikte penisi taa mideme kadar girdi. Bu da canımı acıttı. Adamın kucağında olduğum için ayaklarım yere değmiyordu. Sadece parmak uçlarımı yere değdirip yukarı atıyordum kendimi, penisin hepsi içimde kalmasın acıtmasın beni diye. O kadar yorucu ki o koca adamın üstünde zıplaya zıplaya içim yana yana becerilmek. Ter çinde kaldım. Terlerimiz birbirine kaldı. Eşimin hayatı boyunca gdemeyeceği yerlerde yabancı bi adamın penisi vardı. Ve ben kutulmak için dakikalarca zıpladım kucağında. Bu durumumu fark etti ki adam hem güldü hem zevk aldı çaresizliğimden. “Dayanamıyacağım” dedim. O zaman kaldırdı beni, kendi kalkmadan başımı eğip penisine yaklaştırdı. Eşimi yalamıştım çok kez. Adamıda yaladım, en azından kurtuluştu benim için. Yüzümü toplarına bastırdı zaman zaman. Bacak arasının kokusu burnumda, kılları yüzümdeydi. Hiç aldırış etmeden çabucak boşaltmak için elimden geleni yaptım. Adam da inleyerek boşaldı. Saçıma yüzüme geldi spremleri, dölleri. Yabancı bi erkeğin kokusu üstüme sinmişti. Teri, spremi, teninin tadı ağzımdaydı. Koşarak banyoda ağzımı çalkaladım.
Döndüğümde yine balkonda sigara içiyordu. Uyuya kalmışım ama hep uyandırdı, yatakta onun için çok hafiftim. Bir sağa bir sola çevire çevire,bazen yavaş bazen sert vura vura üçüncü ve son kez belki 1 saate yakın becerdi. Öyleki sadece oramı değil ruhumu, aklımı, bedenimi, vicdanımı, namusumu becerdi. Büyük penisi hep içimi dağladı. Ama tekrar boşalmadım. Akıntılarım, sıvılarım yatakta göl gibi oldu am aorgazm olmadım. Büyüklüğüne alışamadığımı anladığı için bazen çok girip canımı yaktı, gözlerimi açtığımda beni izlediğini fark ettim canım yanarken. sabah olduğunda da bitti. belki 1-2 saat uyudum, adam uyudumu bilmiyorum. Ama uyanınca duş almak istedim fakat sıcak su yoktu, alamadım. Kendimi çok pis hisettim. adamın herşeyi, kokusu üstümdeydi. Giyindik. Aynı nezaketle “bırakayım mı seni, yoksa alacaklar mı” dedi. Dedim alacaklar. 400 lira verdi. Kondom kullanmasını istemediğim için 100 lira da bahşiş verdi. Parayı alıp almamayı düşündüm. Ama lmasam ne diyecektim. Bunlar kocamın işi demek istemedim. Parayı aldım. Odadan çıktık, çantamdan telefonu çıkardım. ersin altı kez aramış. Duymamışım. Nasıl duyacaktım ki, evrile çevrile becerilirken. Aradım eşimi, yarım saate geldi, aynı merdivenlerden inip arabamıza bindim. Yine aynı sorular ” ee nasıldı, ne yaptınız, hoşuna gitti mi”. Pazar sabahıydı ve hiç halim yoktu. Evet dedim istediğin oldu. Ama eşime boşaldığımı söylemedim, para aldığımı da söylemedim. Arabada başımı yaslayıp koltuğu arkaya alıp uyudum.
53 notes · View notes
layezalll · 11 months
Text
Issız rihtimlarda el sallamakla geçirmek taraftarıyım günlerimi bu aralar
Daha önce hiç gitmediğim bir yere gidip,
İnce belli bardakta çay içmek tek düşüncem
Seyrine doyamadığım denize uzanmak, koşmak istiyorum.
Yıldızlar kadar uzak hayalinle örülü yalnızlığım
Kafası hafif dumanlı kaldırımlarına yıkılıyorum İstanbulun
Pek yakıştırmazlar ya hemcinslerimin eline kalemi,
Ben elimden bırakmıyorum ne hikmetse
Mevcut tüm bedenlerini deniyorum yazar kişi olmanin.
Beğendiğim olursa çıkarmıyorum.
Gene böyle puslu bir gündü hatırlıyorum.
Gene kasvetliydi gökyüzü, deniz gene somurtkan.
Bükülmüş dudaklarıyla bir şehir duruyor karşımda tüm asaletiyle
Memnuniyetsiz bir adamın ifadesini anımsatan
Bilmem ki neden böyleyim?
Neden ödüm kopuyor yalnız kalmaktan
Ve neden en çok yalnızken mutluyum?
Sesim neden en çok yalnızken bu kadar güzel?
Neden en uzun yalnızken yazabiliyorum?!
Bardağı boşalttığım vakit,
Bu sorularıma da cevap bulmak istiyorum.
Seyirlik alemdeyiz yahu!
Bak hiç tükeniyor mu görünme çabaları …
Eksiliyor mu seyredilenler, seyre dalanlar azizim.
Yalnizlik insani eksiltiyor dedimse, içini canim!
Dışından ne eksiltsin?
Saçların seyrelir, gülüşün bulanır amenna,,
Ama halen iki gözlüsün be cancağızım!
Aksamüstü güzeldir sahil yolları,
Günes güzel batar mesela, güzeldir günü bitiren çigligi.
Horoz ötmedi diye bakmadığını bilir en basitinden güneş …
Yaprak dökümüne denk gelmez ki hep ayrılıklar!
Sırnaşın sarmasiklarin en işveli olduğu çağda gelir kimi zamanlar.
Güz bitimlerine diş bilemem ben,
Bilirim beyhude değildir yüreğimin çalkantısı.
Bu şehirde deniz kenarında yasanir ayrılıklar.
Hatırlıyorum gene öyle bir gündü.
Gene elde bir mendil, gene yalan dolan.
Ağlayıp sizlamisti gene bir kız,
Göz yaşını ziyan etmemişti oğlan …
Ben de oradaydım, ben de gördüm.
Günes tanık olmak istemediğinden  gidiyordu.
Yakamozlar küskün…
Seyreden bir ben.,
Görülmeye deger bir ayrılık değildi vesselam!
İlle de dersen hazanda ayrılır yollar…
Düşmeli yapraklar…
Bir düşün hele..
Hep var olacak mı su ağaçlar?
Hem hatırlamaz mısın, biz ayrılırken yemyeşildi zeytin ağaçları
Hep izlemezler ayrılığı,
Bizde var bu yol kesen bakışlar.
Bir noktam vardı evvelden
El yordamıyla yollar çıkarırdım içinden…
Çıkmaz sokaklara çıkmış ne gam,
Meylimiz en başından beri çıkmazlara sapmak yönünde zaten!
Dört yol ağızları bize göre değildir mesela,
Şug kadın kahkahaları..
Mahremiyet, masumiyetti güya tek dert!
Ünlem parantez içinde mi bilmem..
Biteviye ağlasın deniz kenarında oğlan,
Biteviye umursamasin kadın.
Ne yöne eseceğini şaşırsın rüzgar,
Yanlış yönde dönsün akreple yelkovan..
Mecbualar katlar gibi katladığımız günler halen çıkıyor ceplerimden
Yarım kalmış, insanlığa sığmamıs..
Siluetin kalmış o günlerde.
Avare bir serseri
Alnındaki hüsnühat..
Yaşamıyor zavallı
Olanca canı arada vurur yüzüne,,
Kalmış öyle akşamdan..
Biraz da yağ çekilirmis sanki o zamanlar
Söylediğine göre öncesizmis aşklar, ölümsüzmüş aşıklar..
Hatırlıyorum gene bugünkü gibi bir gündü,
İskelede sarmaş dolaş çifte kumrular..
Sonra ne oldu da ayrıldılar?
Ne vakit ayrıldı noktadan türeyen yollar..?
Çay bitmis meğer, çok olmuş besbelli biteli..
Çok olmuş ki ters ters bakıyor kadının teki..
Ne düşündüm ne yazdım bilmiyorum.
Bir sen kalmışsın
Bir deniz
Güneş
Ve kiz,,
Bir de oğlan …
134 notes · View notes
ceremir · 2 months
Text
Bir anda;
yazdı bana psikolojik manyak. Bakma manyak dediğime, psikopat da olsa evrendeki en güzel kalplerden birine sahip. Aslında kendini hatırlatmak ya da bağırıp çağırmak için değildi gelişi sadece rutinini yaşayıp, biraz içini döküp belki biraz sövüp gidecekti. Bir daha rüyamda görmedim seni. Hatırlıyor musun anlatmıştım sana, seni rüyamda ilk gördüğümde odamda uzanmış bir hâldeyken bir anda kalkıp bana 'PİŞMAN OLACAKSIN' demiştin ve gerçekten de öyle oldu biliyor musun? Gerçekten de öyle oldu biliyor musun? Keşke seni tanımasaydım, sevmeseydim demiyorum ama pişman oldum işte.
Herkese bu konuda her zaman hak verdim. Ben sevilmesi gereken biri değilim ki. Bu süslü bir cümle değil, bu acıtasyon değil, bu manipülasyon değil bu gerçek oğlu gerçek. Ben sevilmeyi sevmiyorum sevmeyi seviyorum. Ve ben biri tarafından seviliyorsam eğer muhakkak gün sonunda beni sevdiği için pişman olacak. Bu hiç sekmedi. Kalpsiz biri asla değilim, sevgimin, ruhumun güzelliğiyle hayatta kaldım ben ama ben sevilmeyi hiçbir zaman sevmedim. Hani Şanışer Beni Bana Yar Etmezler şarkısında 'Sevmeyi bilirim ben, savaşmaktan anlamam' diyor ya, işte tam olarak durum bundan ibaret. Ben sevmeyi biliyorum. Eğer ben sana seni seviyorum demediysem, bana asla seni seviyorum deme. Çünkü beni, bu iki kelimen kaybetmeye yetiyor. Evet anlamıyorsun belki bunu ki bu çok normal ama ben böyle bir insanım. Beni sevmek, en sevdiğimden veriyorum örneği. Gökyüzü belirsizliğini o en koyu griliği ile gösterir ama yağmuru vermez ya, sadece göğün gürlemesiyle o grilik gün boyu kalır da kalır sen de o belirsizlik içinde yağmur yağacak mı yağmayacak mı diye beklersin ve yağmur yağmaz ama minicik de olsa bir umutla beklersin, belki diye. Yani belki o minicik umut kırıntısına bağlanmaya çalışırsın ama işte ondan değil. Ben o umudu vermem! Ben o yağmuru vermem! Ne demek beni sevmek biliyor musun? Gökyüzü o hâldeyken pasifik okyanusunun ennnnnnn azgın dalgaları içerisinde minicik bir teknede keyifli bir yolculuk yapmak gibi. Yani imkansız, yani ölümle dans ve tabiiki sonunda ölüm. Dediğim gibi, ben umut vermem SÖKÜP ATARIM.
Bütün bunların içinde bir de her kötü şeyi tuzla buz eden sevgim gerçeği var. Sevgimin güzelleştirdiği gerçeği var. Üç günlük sevgiliyi de, üçyüz günlük sevgiliyi de sevdim ben. Canfeza'nın Acı şarkısındaki 'seni seviyorum dediğim herkesi sevdim, inan yine olsalardı yine severdim' sözü beni özetler nitelikte. Daha önce seviyorum dediğim herkesi iyi ki sevdim dedim her zaman çünkü ben sevince varım. 'en az' seviyorum dediğim insana beslediğim sevgi bile o kadar büyüktü ki belki de binlerce insanın 'çok fazla' dediği sevgiden çok daha fazlaydı. Sevgimin ruh iyileştirdiği gerçeği var ve ben bunu hep yaşadım. Ama sevince! Ayran gönüllü değilim ben, sevmem bile imkansız aslında bakma. İnan bana beni her zaman ayakta tutan şey sevgimdi ve hâlâ öyle. Çünkü insan sevince var. Pürüzsüz ve saf sevgisiyle. İçine zerre menfaat, cinsellik, para aklınıza gelebilecek tek taraflı her kötü duygudan arındırılmış o harika hissiyatıyla aaaahhhhh çektiren pürüzsüz sevgi. Böyle var insan, böyle var olur insan. Yaklaşık üç gün önce, uzun zaman önce yazdığım bir metin çıktı karşıma sevdiğim birine ithaf ettiğim bir yazıydı ve ben bu yazının ekran görüntülerini alıp arkadaşıma atmışım. Mesajları falan incelerken o fotoğraflar çıktı karşıma ve oturdum okudum duygulandım hatta biraz ağladım. O fotoğrafları andromedaya gönderdim. Hadi sen de oku dedim. Sonra o da bana, Emir ne kadar aşıkmışsın. Cidden var olacağına inanmaya başlayacağım bu duygunun. Hislere heyecana ne çok sevmişsin Ben bile duygulandım. Hiçbir kötü niyet olmadan saf sevemene saf aşkına duygulandım. Ama sen basit bir ruha değil, çabalayan bir ruha değil, özgür veya bağımsız bir ruha değil sen asıl mucize denilen bir ruha sahipsin. Böyle bir ruh için basit kelimeler söylenemez çünkü. Mucize dışında' dedi.
Biliyorum, öyleydi...
Seni seviyorum. 🤍
49 notes · View notes
Text
On martı on bir marta bağlayan gece saat iki buçuk üç suları etrafta hiç bir ses duymuyorum kulağımda canlanan tek ses var o da hoş şeyler söylemiyor bugün başım dönüyor ciddi bir şekilde başım dönüyor bayılacak gibi hissediyorum. Dünyadan soyutlanmış gibiyim sahi züm zaten ne zamandır böyle değil misin? Nesin ki sen artık. Ağlayan iki damla göz yaşından ibaret değil misin? Fazlan var mı bu saatten sonra fazlası olanlar hep eksilmedi mi zamanla. Nesin ki sen? Ait olabilir misin ki artık bir yere? Bir kalbe? Bir isme? Bir eve? Kimdin? Kimi bitirdin? Nesin? Neyi bitirdin? Farkındayım tüm olanların ve bu farkındalıkla başbaşa kaldım yine sevmiyorum bunu beni kendimle başbaşa bırakmayın demiştim. Ben eksiden de Böyleydim ki bu sadece kısa süreli Bi iyileşmeydi biliyordum zaten. İnsan insana ilaç olurdu. Oldu da. Hangi ilaç ömür boyu içilir? Hangi hasta ilaçsız yaşayabilir? Sorular sorular sorular... Bu saatten sorna hep sorular. Kendime sorduğum sorular, gaybına sorduğum sorular. Sarılmadan beklenilen duraklar. Avuç içleri öpülmeyen eller. Beraber oturulmayan banklar. Beraber izlenmeyen göletler. Beraber oturulmayan kaldırımlar, sokak taşları ve merdivenler. Bir daha hiç kavuşmayacek tenler. Silinmeyen göz yaşları. Tutulmayan eller. Sarılmayan bedenler. Bizi özleyecek sokaklar. bizi özleyecek duraklar. Bizi özleyecek kediler. Bizi özleyecek yeryüzü. Bizi özleyecek gökyüzü. Bilinmezlik. Hayatın bundan sonrası sadece bu. Sen varsın. Evet sen. Ama nerede? Kiminle? Nasıl? Artık neleri seversin? Neleri terkettin? Neler geldi başına? Neler gitti senden? Şimdi sana söylediklerim bak hep karşı duvara çarpıp bana sekiyor. Bak bunu ıskalamadım işte. Hayatı hep ıskaladım ama. Benim işte. Kurcalamayın fazla. Ben de kurcalayamam. Altında kalırım. Görmezden gelin. Benim bana yaptığım gibi. Zaten sizde görmezden gelirdiniz beni. Ben hayatı hep ıskalarım. Hayallerim gibi. Çok şey kurmuşum zamanında. Çok acıtıyor işte onlar şimdi bu zamanda. Nerden nereye getirdi bak dünya. Üç yanlış Bi doğruyu da götürdü sonunda. Bir ev hayali kurmuştum. Mint yeşili dolapları vardı. Ahşap mobilyaları. Kocaman bir duvar dolusu kitaplığı. Bol güneş alırdı. Ev hep çiçek kokardı. Senin aldığın ayçiçekleri hep salondaki köşe de olurdu. En sevdiğimiz olan köşe. Biz vardık. İki kişi. Ve kedimiz. Hayat zor değildi. Sen vardın çünkü. Biz vardık. Durağandı bu yüzden. Sen işe giderdin saatler geçerdi gelirdin. Ben seni beklerdim saatler geçerdi yine beklerdim. Ama bu hayal hep kavuşmayla biterdi. Güzeldi. Üç gibi. Güzeldi. Güzeldir. Süregelen Bi güzelliktir. Sen yine gittin ama seneryo farklı. Evin Terası boş kaldı. Benim için gittin. Ben beceremediğim için. Yükü sen aldın. Ağlamışsın da bu sefer. Ben seni yine bekledim. Saatler geçti. Günler geçti. O günler ay oldu. Aylar yıllar oldu. Ben hep bekledim. Hayattır işte. Her şey sarpasarabilir. İhtimaldir. İhtimaller güzel şeylerdir. Ama yalnızca trmavay duraklarında güzeldir. Çünkü Belki sen başkasını sevdin. Belki ben başkasını sevdim. Belki sen bunu hiç bilmedin. Belki ben bunu hiç bilmedim. Belki bir kaç zaman sonra birimiz öldü ve diğerimiz bunu hiç bilemedi. 'Vasiyetimdir. Dalgınlığına gelmek istiyorum. Ve kaybolmak o dalgınlıkta.' sana yazdığım ilk mektup değil son mektup da değil sana da değil en çok kendime. Kendimi anlamdıramadığım kendime.
2 notes · View notes
karincakarakedi · 2 years
Text
Biber Tadında Tatlı Günler~
Tumblr media Tumblr media
Evet.. Başlığı okuyan kişiler arasından bazılarının "O nasıl tatlı?!" diye anlık düşündüğünü hissedebiliyorum. Eh.. Gerçekten hayatta böyle bir tatlı var mıdır hiç bilmiyorum. Ama benim için bugünler biber tadında ama biraz da tatlı geçiyor..
Can sıkıcı pek-çok şey sürekli oluyor ama bir şekilde günün sonunda bir şeyler yoluna girmiş oluyor. Sürekli minik minik koşturmalar ve harcanan emeklerin bunda payı büyük elbette~
Son zamanlarda ders çalışmak için tekrar haftalık/günü gününe program yapmaya başladım. Şu kadar çalışacağım, bu kadar çalışacağım desem de çalışmalarımı günlere bölmeyi unutuyordum. Dans okulum dışındaki çalışmalarım sürekli dağınıktı. Tıpkı odamdaki masam gibi..
Dağınıklığa rağmen bir düzen vardı ama o halı altına süpürme hissi geçmiyordu. Haftanın her gününe bir konu vermek hem dağınıklığı topladı hem de düzenimi artırdı. Hem de tekrar çizime döndüğüm için buna gerçekten ihtiyacım vardı. Dağınıklığın arasından çıkan birkaç saat bana çizmek için vakit ayırıyor..
Geçtiğimiz yıllarda witchtober etkinliği için çizmeyi denemiştim. 4 gün dayanıp bırakmıştım.. Bu yıl tekrar deniyorum..
Her gün çizim yapmak sabır isteyen bir şey. Ekim ayı hasat ayı ayrıca cadılar bayramı ve korku temalı şeylerin yayıldığı bir ay. Doğal olarak dünyadaki pek-çok çizeri etkiliyor. Her güne bu temada bir konu belirliyor ve bu konuya uygun çizer bir çizim yapıyor. Örneğin ilk gün şapka ya da süpürge ya da kabak olabilir artık listeyi hazırlayan çizer/illustrator neye karar verirse, hatta kendi listenizi bile yapabilirsiniz.
Bu da ekim ayının bir çizim challangeıdır. Ben genel olarak paylaşmıyorum çünkü paylaşacak kadar kendime güvenemiyorum -henüz.
Çizimlerimin iyi olup olmamasından bağımsız, kendine güven ayrı bir konu. Hazır hissetmediğimden henüz güvenim zayıf. Bu sebeple acele etmiyorum.
Çizimleri tek başıma denesem de her gün ilginç sonuçlar çıkartabiliyor olmak hoşuma gidiyor.
Mükemmel olmak zorunda değiller, çöp adam bile olabilirler sadece hayallerimi yansıtıp hislerimi ifade etsinler yeter, birileri bile beğenirse -buna ben de dahil- yeterince memnun edici olur~
Mükemmelliyetçi olmamak demişken.. Her geçen dans dersi de bu aralar benim için challange hissi veriyor. Her birinde farklı bir şey alıyor olmak tuhaf bir his. Kötü anlamda değil.
Bir hafta önce dersten sonra tüm stresim ve dersteki beceriksizliğim omuzlarıma çöktü. Okuldan çıkıp biraz yürüdükten sonra bir anda metrobüse gidene kadar "Hüğğğ" diye ağlamaya başladım. Çoğu zaman dans konusunda pozitif olsam da o gün kendimi birinci seviyenin de altında hissetmiştim. Tuhaftır koreografi de zor değildi.
Bazen insanın zihni o kadar yorgun oluyor ki bir takıldığı nokta bile gözünde kocaman oluyor.
O an kendime üzülmek için izin verdim. Tutmak istemedim. Sonuç olarak ertesi gün, sonraki gün 3 gün boyunca sıkı pratik yapan da bendim.
Eskiden bu şekilde aşamaz, takıldığım yerin yasını bazen günlerce tutardım. -Dans konusunda-
Sonuçta pratik dersinde bolca gülüp eğlenip, elimden geleni yaptım.
Bir şeyler ağlatabilir, çok zor gelebilir. Ayağımız takılıp düştüğümüzde canımız yanar sonuçta. Olabilir.
Kalkıp yürüyecek olan yine biziz.
Gittikçe güçlenmek zor bir şey. Ama ilerlemeye devam!
Not: Yine de bu ilerlememin birazını bizi sabırla dinleyen, bize özenle ders veren eğitmenlerimize de borçluyum. Şu an yapamadığım şeyleri hızla aşabiliyorsam bunda onların da emeği var~
Onlar olmasaydı en azından dans konusunda zihinsel olarak hâlâ çok zayıf olurdum. Çünkü gelişimin bazen ne kadar yavaş olabileceğini, ne kadar emek ve zaman istediğini bize içtenlikle kendi tecrübeleriyle gösteren insanlar~
Çevrenizde "Bizden geçti" deyip duran insanlar varsa, bu cümleyi duymaktan bıktıysanız, size ilham verecek olan insanlara dinlemeye çölde vaha arar gibi ihtiyaç duyuyorsunuz :')
Gerçekten hayatımdan bir cümleyi silebilecek olsam bu cümle "Benden geçti" olurdu. Zihnim bu cümleyi sansürlemek istiyor.. Kendim için mümkünse kurmamaya çalışıyorum..
Tatlılık da demişken işte bu gökyüzü gibi tatlılıkları görebilmek de bu aralar beni mutlu ediyor. Çünkü onları göremediğim zamanlar da çoktu~
Tumblr media
Geçtiğimiz gün metrobüsten indiğimde keyifsizce yürürken göğe baktığımda bu manzara ile karşılaştım.
"Muazzam~" tek yorumumdu.
Gökyüzündeki sonsuzluk hissi hoşuma gitti~
Bugün de emeklerinize sağlık~
Şöyle tatlış romantik bir şarkıyı da şuraya iliştireyim:
youtube
6 notes · View notes
yitikyasam · 2 years
Text
Tumblr media
Ilık bir meltem esintisiydi kavuşmak. Tende can olmak! Gözlerinin ışıltısına dayanamazdı yıldızlar.
Aşk vurmuştu gözlerine ikisinin de..
Kadere gidiş yolları aydınlanmıştı.. Ellerini uzattılar. Parmak uçları dokundu birbirine.. Bi esinti sarstı bedenlerini.. Gökyüzü doldu içlerine.. Aralarında bir solukluk mesafe: AŞK! İşte o mesafeydi aralarındaki sır. Kavuşmak için çırpınırken yürekleri.. Bir yıl sonra benimle ne yapacaksın dedi adam! Ben, seni çoktan yüreğimle sardım Nisan! Sımsıcak bir avuç hissetti kadın. Dudakları kurudu, içi yandı.. Bozkırın kızı yine yalın ayaktı.. Bi avuç su diye inledi.. Soluk alış verişi hızlandı. Yumdu gözlerini sımsıkı. Öpsün istedi adam onu. Su diye dudak içmek.. Kana kana.. Ayrılmasın hiç dudaklar! Ciğerlerin öpücük öpücük ferahlaması.. Yanan canlara su! Aşk su! Su aşk! Su gibi aktı gitti adama Nisan! Dokunduğu Eylül’ün canıydı bir solukluk.. Aşk candı! Can aşk!
.
Dokunamadı adam kadına. Öylece baktı adam gece gece kadına.. Elimde bir ömrü tutuyorum diye geçirdi adam içinden! Sevişmek sadece iki organın birleşmesi değildi! Elleri kenetlendi o an.. Gül’üm diye fısıldadı adam kulağına.. Tüm bedeni tir tir titrerken fısıldadı adam, kadına: Gül’üm! Nisan konuşamadı.. Sen konuştukça gül kokan dudakların çiçekleri açtırır be Gelincik dedi adam.. Sustu Nisan.. Sarsın istedi onu Eylül! Tüm hüzünlerini silercesine sarsın.. Hüznünden damlayan gülücükleri toplasın! En kuytularında dolaşan adama sokuldu kadın. Sarıldı! Kimse bana böyle sarılmadı dedi adam. Böyle sımsıkı! Bedenden çıkmıştı iki ruh.. Gecenin gözleri kamaştı aşktan.. Karardı! Daha bir karardı! Sustu gece! Aşka geldi.. Sakladı koynunda ikisini.. Bi Nisan! Bi Eylül!
.
Saat kaç diye sormaktan yorulmuş bir adam. Gidemez diye iç geçiren bir kadın! Zaman, özlemek, ayrılık onların dünyasına ait değildi. Onlar aşıktı.. Sadece aşık! Gözlerini bir an olsun bir birlerinden ayırmadılar. Hiç konuşmadılar. Solukları bi ritm! Adam saatten kaçıyordu aslında. Her kaçanın yaptığı gibi yapıyor, iki de bir ardına bakıyordu. Ardına baktıkça adam, kadın usulca onun yüzüne dokunuyordu.. Gözlerinin içine bakıyordu tüm hüzünleri silercesine.. Bu masum bakış her seferinde bi öpücükle alevleniyordu.. Senden gitmek, kendimden gitmek diye mırıldanıyordu adam.. Nisan, Eylül’ü duymuyordu! Sev beni diye inliyordu! Sadece sev beni.. Gidenleri tutmak isteyen herkes gibi her şeyini vermek değildi niyeti.. Bana gelmen, kendine gelmen dedi Nisan! Senin olmam kendime gel
_ ____ ____
İki Uç Baharın İnsanı: Nisan ve Eylül
8 notes · View notes
recellikrep · 2 years
Text
Ankara’ya üniversite için ilk geldiğimde daha önce burada beş yıl yaşamış biri olarak çok büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Gökyüzü her zamankinden daha gri, şehir her zamankinden daha kalabalık, insanların sırtları daha da bir eğilmişti sanki. Başta yaşım büyüdüğü için gözümün önündeki perdenin açıldığını sandım. Hala, eskiye göre ben mi farklıyım yoksa diğer insanlar mı bilmiyorum.
Üniversitede zamanımın çoğunu metroda geçirdim. Metroyu küçüklüğümden beri seviyordum. İnsanların yüzlerini incelemek, bazen sezdirmeden muhabbetlerini dinlemek, uyuklayışlarına bakmak bana zevk veriyor her zaman. Tabii ilginç şeyler yaşadığım da oldu metroda; taciz, kavga, sarhoş şarkıları gibi. Metroyu sevmesine seviyordum ama en başından beri tek rahatsız olduğum şey insanların bakışıydı. Metroda gülümseyemezsiniz gibiydi. Ve bu herkesin bildiği ve kabul ettiği bir kural gibiydi. İnsanlar dışarda arkadaşlarıyla gülüp eğleniyor; ama metroya gelince susuyorlardı. Dışardaki hayatlarından sıyrılıp bir anda metro suratlarına bürünüyorlardı.
İnsanlar gülmeyi günah kabul etmişti. İşten yorgun argın çıkan insanlar, acelesi olanlar, hepsi gülen birini kınıyordu. Uzun süre izleyip ayıplıyorlardı. Bunu fark etmem uzun sürmedi. Kelimelerin hiçbir anlam ifade etmediği kötü bir gecenin sabahında metroyla Eryaman’ dan Bahçelievler’ e giderken, tüm yol boyunca sırtımı insanlara dönüp, ayakta hüngür hüngür ağladım. Birçoğuyla göz göze geldim ama elli dakika boyunca kimse bana neyin var diye sormadı. Mendil uzatmadı. Burnumu yakama sile sile bu düzene uyan herkesten kopmak, gitmek, kaçmak ister gibi bağıra bağıra ağladım. Kimse bir şey demedi kimse bir şey sormadı çünkü gülmüyordum sonuçta.
İşte orada anladım ki, insanlar gülmem yerine sarhoş olmamı tercih ederdi. İnsanlar gülmem yerine kavga etmemi isterdi. İnsanlar gülmem yerine ağlamamı tercih ederdi.
Toplumun kadınların kahkahasıyla ilgili bir sorunu olduğunu küçüklükten beri biliyordum ama Ankara’da bunu yaşayacağımı tahmin etmiyordum. Küçük ve çok koyu bir boşluk gibi insanları yutan kurallar vardı sanki. Herkes ayıplanmamak ve aynı zamanda ayıplayabilmek için bu boşluğa kendilerini bırakıyorlardı. Başta bu sıkıcı boşluğa ben de düştüm yanlışlıkla. Kara koyu boşluğun içinde gidip gelirken, günler geçerken hiç gülmediğimi hatırlıyorum. Bir yerden bütün neşemi çalan bir şeyler vardı sanki. Yanımdaki arkadaşlarımın ve etraftaki insanların etkisine kapılmak çok kolaydı. Çok inatçı bir negatiflik tüm vücudumu sarmıştı. Kilo vermiştim, kolumu kaldıracak güç bırakmamıştı, iki aydır çizim yapmıyordum. Kendimi unutuvermiştim. Bunu fark eder fark etmez çıkmak istedim bu koyu boşluktan. Çok çırpındım, şimdiki tüm kahkahalarım bu çırpınmalarımı içerir. Bir kez bu boşluğa düşmek bana ders olmuştu. Neşemi çok kalın bir camda saklar gibi sakınmayı öğrenmiştim. Neşemi dışarı vurmaya korkmamayı öğrenmiştim. Kalbimin kahkaha atarken iyileşip, hafiflediğini hissetmiştim. İnsanların aklında böyle kalmak istedim. Onların da kalplerini hafiflettiğim zamanları hatırlasınlar istedim. Beraber gülmeyi, beraber ağlamayı istedim.
Ağlamakla gülmek ikiz kardeştir, doğmak ölmek içindir derler. Ağlarken yanımda olmadıkları için gülerken de katılmamaları sorun değildi.  Koyu kara boşluğa düştüğüm tüm vaktim adına, kendi yakamı bırakmadığım her an adına; zayıf bir ağlamayla tasvip edilmek yerine, güçlü bir kahkahayla tenkit edilmeyi tercih ettim.
1 note · View note
bendenbirseyler · 27 days
Text
Kürsel iklim krizinin asıl öldürücü etkisi küresel donma olacak. Biliyorsun değil mi?
Yazın gelmediği yıl: 1816'da ne oldu, yaz neden hiç gelmedi?
Dünya tarihinde bir yıl var ki, o yıl yaz mevsimi hiç gelmedi. Peki, 1816 yılında ne oldu? Neden yaz bir türlü gelemedi?
Tumblr media
Normalde yaz aylarını yeşil ağaçlar, mavi gökyüzü ve sıcak, uzun günlerle ilişkilendiririz. Ancak 1816'da Kuzey Yarımküre’de yaşayan insanlar için o günler hiç gelmedi. Artık anıldığı isimden de tahmin edilebileceği gibi Yazsız Yılda, küresel ölçekte sıcaklıklar yaklaşık 1 ila 4 °C düştü ve bunun sonucunda dünya çapında hava durumu bozuldu.
ABD’de kış soğuğunun yerini yaz sıcaklarına bırakması gerekirken, dondurucu soğuk havalar devam etti. Mayıs ayı normal koşullar altında ara sıra biraz serin olabilir, ancak 1816’da ABD’nin doğu eyaletlerinin çoğunda don devam etti ve Haziran ayında kar yağdı. Pensilvanya’daki nehirler Temmuz ayında hala donmuş durumdaydı.
Avrupa ise şiddetli yağmurlara maruz kaldı. İrlanda’da arka arkaya sekiz hafta boyunca yağmur durmadı. O dönemde Büyük Britanya’nın büyükelçisi olan ve Londra’da yaşayan eski ABD Başkanı John Quincy Adams, günlüğünde, Temmuz başında evden çıkamamasına neden olan soğuk hava, sağanak yağmur ve gök gürültüsünden yakınıyordu.
Küresel sıcaklık düşüşünün etkileri, olağan muson mevsiminin kesintiye uğradığı ve kuraklıklara yol açan Asya’ya bile sıçradı.
Mevsim dışı hava koşullarının bir sonucu olarak, birçok bölgede mahsul toplanamadı. Don olayları ve yoğun yağmurlar, ekinler ve meyveler için ciddi sorunlar yarattı. Asya’daki mahsuller için sorun, yağmur eksikliği ve geciken muson mevsiminin neden olduğu kuraklıktı. Kötü hasat, Kuzey Yarımküre’de etkilenen bölgelerin çoğunda kıtlığa yol açtı.
1816 Yazsız Yılı: Neden böyle oldu?
Bu olağandışı havanın kökeni, bir yıl öncesine, Endonezya’nın bir adası olan Sumbawa’ya dayanıyor. Bu adada, 5 Nisan 1815’te stratovolkan Tambora Dağışiddetli bir şekilde patlamaya başladı.
Volkanik patlamalar gezegenin iklimini aylarca etkileyebilir. Bu, küçük, hafif kül parçacıklarının stratosferde kalması ve sonunda güneş ışığını engellemesi soğumaya yol açabilir. Aynı zamanda bu sıcaklık düşüşleri, kükürt dioksit yayan patlamaların da sonucu olabilir. Bu, stratosferdeki suyla birleşerek sülfürik asit oluşturur, bu da normalde gezegeni ısıtması gereken gelen güneş ışınımını yansıtır.
Kayıtlı tarihteki en güçlü patlamalardan biri olan Tambora Dağı patlamasının boyutu sebebiyle, 1816’da görülen koşulların bunun sonucu olabileceğinden uzun zaman boyunca şüpheleniliyordu, ancak etkisinin tam boyutu belli değildi.
2019’da yer bilimci Dr. Andrew Schurer ve meslektaşları, yanardağ patlaması olmasaydı havanın nasıl olabileceğini incelemek için iklim modellerini kullandılar. Her ne kadar sonuç 1816’nın Avrupa’da hala alışılmadık derecede yağışlı bir yıl olabileceğini öne sürse de model, sıcaklıkları bu kadar soğuk yapan şeyin patlama olduğunu gösteriyordu.
Schurer, yaptığı açıklamada, “İklim modellerine volkanik zorlamanın dahil edilmesi soğumayı açıklayabilir ve bunun aşırı soğuk sıcaklık olasılığını 100 kata kadar artırdığını tahmin ediyoruz” dedi ve ekledi: “Volkanik zorlama olmadan, bu kadar ıslak olma ihtimali daha düşük, bu kadar soğuk olma ihtimali ise oldukça düşük.”
Kaynak: chip.com.tr
0 notes
mezardakicicekk · 4 months
Text
BAY XIANGU
16/01/2024
Bugün o gündü. Evet, 4 yılın ardından tekrar psikoloğum Bay Xianguylaydım. Çok uzun bir süre ona ne isim versem diye düşündüğüm için yazıyı bir türlü yazamamıştım. Hatta içinizden birkaç kişiyle ne isim koysak diye çok düşündük. En son Xiangu'da karar verdik. Xiangu, lotus çiçeği ile kişinin zihinsel ve fiziksel sağlığını iyileştiren iyileştiren Sekiz Ölümsüzden biri olarak geçiyor Çin mitolojisinde. Tam ona uyan bir isim, değil mi?
Bay Xiangu artık hayatımın tekrar büyük bir kısmında yer alacağı için bir ismi hak etti diye düşünüyorum. Umarım bu isim onun hoşuna gider çünkü tüm bu süreçte yazılarımın hepsini teker teker okuyacak. Çok fazla konudan konuya atladığımız için size sıraya koyarak anlatacağım.
Önceden Bay Xiangu masasında olurdu ve ben masanın uzağındaki tekli koltukta olurdum. Bu sefer karşılıklı tekli koltuklarda oturuyorduk. Normalde biriyle konuşurken çok nadiren yüzüne bakarım ve etrafı incelerim. Ama ne zaman Bay Xianguyla olsak etrafta inceleyecek pek fazla şey bulamadığımdan onu incelerim. Bu yüzden çoğu tanıdığım kişiden daha net betimleyebiliyorum. Uzun boylu, zayıf bir adamdır. Bakışları karşısındakine güven verdiğinden güvenebildiğim bir doktordur kendisi. Masmavi gözlerini tanımlamam gerekirse eğer o bildiğiniz sıradan mavi gözlere sahip değildi. Çok daha canlı bir maviydi. Normal mavi gözlüler için gökyüzü tanımını yaparsak Bay Xiangu onların aksine okyanustu. İlk tanıştığımızda saçları tıpkı sakalları gibi sarıydı fakat yıllar geçtikte saç renginin koyulaştığını fark ettim. Ayrıca saçlarını uzatmıştı, bu yüzden dolmuşta karşılaşınca başta tanıyamamıştım. Evet Bay Xiangu, bugün aynı dolmuşta arkadaşımın hemen yanında oturuyordunuz.
Beni hatırladığını söyledi. Hatırlamasına şaşırmamıştım. Yaklaşık 4 ay süren seanslarımız vardı, birkaç yıl sonra Papatya'yı ona götürmüştüm ki o süreçte çok sık iletişim kurmaya çalışıyordum. Ayrıca 2023'e girerken ofisinin kapısına mektup -ismimi yazmamıştım- bırakmıştım. Böyle genel bakınca hatırlanmama gibi bir imkanın olmadığını düşünüyorum. Her neyse, direkt geliş nedenimden bahsettim. Bundan sonrası çok karışık ilerledi, o yüzden konulara göre bölerek sıraya sokacağım.
Küçük yaşta taciz olayına şahit oluşumla birlikte bazı şüphelerimden bahsettim. Size anlatmış olmam lazım, ailemden uzak büyüdüğüm konusu.. Bu konuda daha çok konuşup midenizi bulandırmak istemediğimden kısaca geçiştirmeye bakıyorum şuan. Yüzyüze tanıdığım sevgililerimin tacizinden bahsettim ve hatta şu sinemada olan olayı canlandırma yaparak anlattım. O günleri zihnimde tekrar tekrar yaşıyor olmam her ne kadar midemi bulandırsada yardım alabilmem için yapmam şarttı.
Bay Xiangu 2 olayı anlamadığı için açık açık söylemek zorunda kaldım. 1- Pan neden lavaboya gitti? 2- Babi neden ellerimizi karşılaştırdı? Bunların cevabını Bay Xiangu'ya verirken yüzünü kısa süreliğine inceledim. Sabit yüz ifadesini çoğu zaman koruduğunu bildiğimden en ufak bir mimik gözümden kaçamazdı. Peki yüzünden herhangi bir mimik oluştu mu? Evet. Tiksindiğine dair ifadeyi görebildim o küçük mimiklerde. Belki kendi bile farkında değildi ama gördüm. Kim olsa tiksinirdi zaten.
Neden çoğunlukla sanaldan ilişki yaptığım konusuna geçtik. Temas beni rahatsız ettiğinden hep sanal ilişki kuran biriydim. Yüzyüze görüştüklerim zaten taciz etmişti. Sanal aşka kaçmış olmam çok anormal durmuyordu bu sebeple. Onsra'dan bahsettim. Ayrıca Onsra'dan çok sık bahsedeceğimi ekledim. Hayatımın çok büyük bir bölümünü kaplıyordu sonuçta. Bir süre Onsrayla olan ilişkim hakkında konuştuk. Onsra'nın hayatım boyunca en çok sevdiğim kişi olduğunu anlattım. Hayatımdaki en güzel ilişkimin onunla olduğunu söyledim. "Peki sanal ilişki olduğu için mi böyle düşünüyorsun?" dedi. Gülümsedim, böyle soracağını tahmin etmiştim ve tahminim doğru çıkmıştı.
"Hayır, dediğim gibi hayatıma çok kişi girip çıktı. Gerçek veya sanal farketmeksizin tüm ilişkilerimle karşılaştırdım. O tam anlamıyla bir ilişkide istediğim her şeyi bana sundu. Kavga etmek yerine konuşarak sorunları çözerdik. Birimiz çok kızgın olursa diğeri alttan alırdı ve sakinleşince konuşurduk. Çocuktuk ama şuanki yaşıtlarımın yapamadığı bu konuşma olayını yapabiliyorduk. Her türlü konuda beni desteklerdi. Bir kere bile yaşadığım bir şey için benim düşüncemin tersini söylediğini hatırlamıyorum. Her zaman empati kurardı. Eğer çok kötü hissedersem işini gücünü bırakıp ben sakinleşene kadar konuşur ve telefonu kapatmazdı." diye anlattıkça anlattım. Arada kopuşlarımızdan bahsettim. "Anladığım kadarıyla hayatına başkası girince ondan uzaklaşıyorsun ve o kişi hayatından çıkınca tekrar Onsra'ya yöneliyorsun." dedi ve Bay Xiangu'yu onayladım. "Hani favori eski sevgili espirisi vardır ya, nikah günü gelse nikahtan kaçarım diye. İşte bunun gerçek örneğiyim. Tam böyle nikah kıyılacağı an gelip seni seviyorum dese gelinliğimin eteklerinden tutup koşarak ona kaçarım." dedim. Hayatımda cidden farklı bir yeri olduğunu bu şekilde anladı. Onsrayla ilgili daha çok şey merak ediyordu ama o kadar vaktimiz olmadığı için bir seansta yalnızca Onsra'yı dinlemek istediğini söyledi.
Cinsel yönelimimden konu açıldı. Bildiğiniz gibi biromantik aseksüelim. Tabi Bay Xiangu bu tanımlamamı duyunca anlık bakakaldı. Aseksüellik kavramını ortaya ilk atan -yönelimimi keşfettiğim zamanlarda- oydu. Tabi romantiklik kavramı işin içine girince anlamakta zorluk çekmesini anlayabiliyorum. Başta yönelimimin travmama bağlı oluştuğunu düşündü çünkü aseksüel bireyler bildiğiniz gibi cinsel çekim hissetmezler. Kafasında oluşan bu ihtimale ise "Travmama bağlı olmuş olsaydı kızları cinsel anlamda arzularken erkekleri arzulamazdım. Ama ben iki cinsiyetide arzulamıyorum, yalnızca romantik duygular besliyorum." diyerek rafa kaldırtmış oldum. Hâlâ biromantik kelimesi kafasını çok karıştırıyordu. Bu tanımı niye kullandığımdan bahsettim. Uzun bir süre bu konuda tartıştık ve en son kafasında her şeyi oturttu. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum, umarım anlamasına yardımcı olabilmişimdir.
Satürn hakkında konuştuk. Çok fazla oralara girmedik ama bunun içinde tıpkı Onsra gibi ayrı bir seans gerektirdiğini düşünüyorum. Yaşanılan tesadüflerden ve bu tesadüflerin bir anlamı olduğundan bahsettim. Örnekler verdim, okuduğum kitaptan bahsettim. Satürn için yaşayacağıma söz vererek hâlâ hayata tutunduğumu söyledim. Zaten biliyorsunuz, bu sözü vermiş olmasam hâlâ ölmeyi bekleyen biri olurdum. Satürn için dansa başlamamdan ve şuan eğitmen olarak devam edişimden bahsettim. "Satürn için başladığını söyledin ama bu işi mesleğe dönüştürdün. Sence de belli bir noktadan sonra kendin için bir şeyler yapmış olmuyor musun? Belki artık kendin için yaşıyorsundur." dedi. Kısa bir süre düşündüm. Kendim için yapmak istediğim şeyleri aslında yapmıyorum. Mesela bu yıl sınava girmeliyim ama sorsanız hiçbir şey bilmiyorum. Çalışmam gerek ama çalışmıyorum ve bu Satürn öldüğünden beri böyle devam ediyor. Her yıl sınava gireceğimi söyleyip çalışmıyorum, içimden gelmiyor. Söz konusu Satürn için bir şeyler yapmak olunca iki elim kanda bile olsa onu yapıyorum. Bu yüzden bu ihtimali reddettim. "Satürn benim dans partnerim olmak isterdi ama bunu gerçekleştiremedik. Dansa onun ruhunu partner olarak seçtiğimde başladım ve hâlâ öyle devam ediyor. Öğrencilerime öğretirken onun kenarda bir yerde benimle birlikte hareket ettiğini hissedebiliyorum. Zaten ders dışı bir dans yaptığımda bir ruhla dans edişim direkt göze çarpıyor. Dans edeceğim şarkıyı ona göre seçiyorum ve dans ederken onu hissediyorum. Bu yüzden bu işi ondan ayrı tutamam, o benim bir parçam." diye cevapladım sorusunu. Gerçekten onu işin içine katmadığım sürece hiçbir şey yapmadığımın farkındaydım. Gerçekten ben onun için yaşıyordum. Biri için ölürüm demek kolaydır ama biri için yaşarım demek zordur. Biri için yaşamak, özellikle artık hayatta olmayan biri için yaşamaya söz vermek hepsinden daha zordur.
Temas problemimi atlatmayı ve ataklarımın sebebini öğrenmeyi hedefliyoruz tedavi sürecinde. Sonuç ne olacak bilmiyorum. Tedavim ne kadar sürer bilmiyorum. Sosyal hayatıma kaldığım yerden ne zaman devam edebileceğimi dahi bilmiyorum. Umarım daha önce olduğu gibi Bay Xiangu bana yardımcı olabilir, bunun için ona izin veriyorum. Daha önce söylediğim gibi eğer psikoloğunuza izin verirseniz ve söylediği şeyleri uygularsanız ruhunuzun iyileştiğini görebilirsiniz.
0 notes
rqifee · 4 months
Text
tüm ihtimallerden güzeldi.En nefret ettiğim anlarda bile varlığını düşünüyor olmam mucizeymiş gibi hissettiriyordu.Bende ki varlığının çok ufak bir yerini görebilmişti,Bu kadar şey yaşamamıza rağmen onunla olmayı isteme cesaretime hayrandım.Karanlığın içinde bir gökyüzü inşa eder gibi tek tek her detayıyla sevmiştim,kendinin hiç farkında değildi,neler yapabileceğinin,ne kadar sevileceğinin,ne kadar özel olduğunu bilmiyordu.Onu sevdiğim için böyle düşünmemiştim en başında bunu zaten anlamıştım.Kelimeler anlatamıyormuş gibi geliyor bazen yazarken ama,keşke onu anlatabilecek farklı bir dil inşa edebilseydim..
1 note · View note
yusufemincelik · 7 months
Text
oturdu bi banka. etrafına baktı önce. kararmıştı gökyüzü ve saat gece olmuştu çoktan. yağmur da değiyordu yavaştan kirpiklerine. ıslanmıştı saçları. sadece böyleyken severdi saçlarını.
düşündü. ne düşündüğünü ona sorsak o bile bilmez belki. öyle düşündü yani siz düşünün. yağmur yağdıkça düşündü. hiç bitmesin isterdi bu yağmur ya da bi yağmur. sonra yürüdü biraz. göz bebeklerini her bir yağmur tanesine dokundurarak yürüdü. dokunmadı sadece, uzun uzun baktı, anlamadı, hissetti, gezdirdi birer birer, huzurluydu, mutluydu, üzgündü. konuştu bazılarıyla. sevdi bazıları onu. nefret etti bazıları ondan. neden benimlesiniz diye sordu. sen neden bizimlesin diye sordu. biz neden birlikteyiz diye sordular. sora sora yürüdüler öyle. cevap almak için değil de soru almak için sordular birbirlerine. sorular arttıkça cevaplar anlam kazanırdı. evet bu böyle olurdu her zaman. cevap tek başına yeterli olmazdı ki. soruya cevap vermek kolay.
gözü kaydı bi anda bi arabanın bi camına. yorgundu, hâlsizdi. damlıyordu biraz biraz.yanaştılar ona. tanıştıklarına sevinmişlerdi.diğerleri gibi değildi o. uzun uzun konuşmadılar, uzun uzun susmadılar. konuşurken sustular. sevdiler kendilerini. herkes gibi değilken. karıştılar ona. mutluydular o ân. ân. hep o ânda kalmak istediler. o ân değil her ân. ve birden açıldı bi arabanın bi camı...
oturdu bi banka. etrafına baktı sonra. aydınlanmıştı gökyüzü ve saat sabah olmuştu çoktan. güneş de değiyordu yavaştan kirpiklerine. kurumuştu saçları. böyleyken sevmezdi saçlarını. düşünmedi...
1 note · View note
seytanin-karisi · 7 months
Text
Orman sessizdi, her zamankinden daha sessizdi. Kuşlar her zamanki şarkılarını söylemiyordu ve rüzgar buz gibi esiyordu, kış yaklaşıyordu ve ormanda avlanacak yalnızca birkaç hayvan kalmıştı. Ağaç dallarından birine oturmuş bekliyordum.
Bir saat geçti, hiçbir şey olmadı.
İki saat.
Sonra nihayet bir çalılığın hışırtısı duyuldu ve işte oradaydı, gece gökyüzü ve ay ışığı kadar güzeldi. Tavşanı ürkütecek bir ses çıkarmamaya dikkat ederek yay ve okumu aldım. Yayın ipini geri çektim, nişan aldım ve oku bıraktım. Havada uçarak tavşana büyük bir gürültüyle çarptı. Tavşan şaşkınlıkla ciyakladı, güzel kahverengi gözleri iri iri açılmış ve şaşkın bir şekilde önümde uzanırken bana bakıyordu. Hızla kendimi yere indirdim, tavşanı yakaladım ve o bölgede daha fazla ürkmemeye dikkat ederek onu omzuma attım.
Zorn Kralı Oberon'un görkemli krallığımız Alfheim'ı ele geçirmesinin üzerinden neredeyse yarım yüzyıl geçmişti. Halkımı lanetledi ve onları büyülerinden mahrum etti, onları yoksulluk ve pislik içinde mahvolmak üzere hapsetti. Alfheim kaynakların, zenginliklerin ve güzel doğal büyülerin krallığıdır. Bu olay gerçekleştiğinde çocuk olmama rağmen, Zorn'un dehşeti ve Alfheim halkına yapılan baskı hakkında nesiller boyu aktarılan hikayeler duymuştum. Zorn'un krallığımıza düşürdüğü baskı ve zulmün karanlık gölgesini asla unutmamamız ve asla affetmememiz söylendi. Tavşanımla köye geri dönerken, krallığımızı geri alıp Zorn'un pençesinden kurtarabileceğimiz bir gün olup olmayacağını merak etmeden duramadım.
Sadece ben, küçük kız kardeşim ve annem vardı, varlığımız kasabanın çok uzağındaki küçük, soğuk bir kulübenin duvarlarıyla sınırlıydı. Yer seçimimizin daha önce bir şatoda yaşamaktan kaynaklanan utançtan mı, tek yatak odalı küçük bir kır evinde sınırlı kalmaktan mı yoksa sadece güvenlikten mi kaynaklandığından emin değilim. Benim için her iki durumda da önemli değildi, o günleri ya da savaşın kendisini hatırlayamayacak kadar gençtim. Babam savaşta halkını savunurken, ülkesi için savaşırken ölmüştü. Saygı duyulan bir yüce lorddu, Alfheim'ın hükümdarlığı sırasında Alfheim'ın sağ elinin kraliçesiydi. Onunla ilgili ilk anım şatomuzun bahçesindeydi; dört yaşımdan büyük olmamalıyım, varlığını hissettiğimde ona doğru koşuyor ve yerine yeni oturan ateş büyüsü becerilerimi sergiliyordum. Alfheimlılar ışığın ve doğanın büyüsünün taşıyıcılarıydı; Alfheim Krallığı'nın eski günlerinde gelişen bir güçtü. İnsanlar arasında özgürce ve doğal bir şekilde akıyor, onların kendilerini çevreleyen doğal dünyayla uyum içinde yaşamalarına olanak sağlıyordu. Binaların çoğu, doğanın büyüsünden yararlanarak, görülmesi gereken harika, güzel, ışıltılı bir şehir yaratacak şekilde inşa edildi. Yüce Lordlar ve onların soyundan gelenler beş güçten dördüne sahipti: gökyüzünü, hareketi ve zihni temsil eden havanın gücü; yaşam kaynağı olan su, büyümeyi ve berraklığı temsil ediyordu; ölümün ve yeniden doğuşun gücünü ateşleyin; toprak, mahsulleri ve doğurganlığı temsil ediyordu; ve son olarak ışığı ve ilahi duyguyu temsil eden ışık. Hiçbir yüce lord ışığın gücüne sahip değildi; yalnızca tahtın gerçek varisi böyle bir güce sahip olabilirdi.
Babamın gitmesiyle ve ailedeki tek avcı olarak sağlamak, avlamak, korumak ve hayatta kalmak benim görevimdi. Babamın haberi ve güzel krallığımızın yıkılışından sonra annem öfkelendi, kırgınlaştı; küçük kız kardeşim olmasaydı neredeyse tüm yaşama isteğini kaybedecekti. Küçük kız kardeşim o zamanlar henüz yeni doğmuştu, dolayısıyla ne yapmam gerektiğini biliyordum. Bana hiçbir zaman dayatılmadı, seslendirilmedi bile henüz biliyordum. Benim için çizilen yolu takip etmekten, benden önceki babamın izinden gitmekten başka seçeneğim yoktu. Anneme dönüşmeyi reddettim, kırgındım, babamın gururunun ve güçlü iradesinin ağırlığını taşıyordum, dolayısıyla Zorn'un yönetiminin bir başka kurbanı olmayı reddediyordum.
Kış yaklaşırken, geceler uzamaya başladı, gecenin sessizliğinde, sakalındaki sessizlikte, tutunduğu huzurda teselli bulduğum ne olursa olsun karanlıkla hiçbir sorunum olmadı. Yıldızlar asla gençliğimdeki gibi parıldamıyordu, yaşlandıkça dünya rengini ve parlaklığını yitiriyordu. Yine de intihara meyilli değildim, her ne kadar geceyi sevsem de o karanlığın içinde gizlenen şeyin soluk tenimle beslenmesini beklemeyecektim.
Arkamda bir varlığın varlığını duydum ve daha arkamı dönmeden yere çivilendim ve keskin bir bıçak boğazıma dayadı. Yayım ellerimden düştü ve küçük bir nefes verdim. Başımı kaldırdığımda, yüzü gölgelerin arasında gizlenmiş gizemli bir figür üzerimde belirdi. "Sen kimsin? Ne istiyorsun?" diye sordum, sesim öfkeden titriyordu. Garip figür başını kaldırdı ve keskin elmacık kemiklerini ve güçlü çene hattını ortaya çıkardı. Gümüş saçlarının arkasına hafifçe gizlenmiş gümüş gözleriyle bana baktı, ifadesi duygusuzdu. Bir Zorn domuzu. Kimliğini anında anladım, kalbim mideme atıyordu. Soğuk gözlerine bakarken korkumu belli etmemeye çalıştım, aklım hızla çalışıyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Bu kendi güvenliğim için değil, arkamda bırakacaklarım için korkuydu. Ölmeyi göze alamazdım.
1 note · View note
dilperisanimmmm · 10 months
Text
Hayatımda gördüğüm ve görüp görebileceğim ennnn güzel rüyayı gördüm. Hiç ben böyle güzel şeyler görmem. Alllah allllllaaaahhhh. Bu arada rüyamda da şeyi düşünüyordum acaba bu ara çok sessiz sakin kendi halinde gunekok feeqirok biriyim diye mi Aklah bana bu rüayayı gördürtüyor :D neyseeee üç ayaklı tatlı bi yaratıklar konuşuyorduk. benle yanımda biri daha vardı bir kız miydı otuzularında bir adam mıydı, sürekli değişiyordu. En son bizim bahcedeyken bi baktım yemyeşil yemyeşillll ammmaa nasıl yeşillllll harika bir yeşilllikte yürüyoruz baktım yeşilliğin arasında böyle peri gibi bisey geldi prenses de olabilir ama küçüktü ve gerçek insan gibi değildi çizgi filmlerdeki gibi. Arkasından da aslında dans ederek çöp toplayan ondan daha uzun kırmızı elbiseli, güzel, ona göre daha gerçekçi..o da animasyonlardaki gibi yüzü olan bi tip. Neyse o küçük prenses yeşilliklerin arasından gelirken etraf bi güzelleşiyor her adımında daha da daha da daha daaaa güzelleşiyor. Ama asıl yapan o çöp toplayan kızdı. Ama herkes o kısa boylu kızın yaptığını sanıyordu. Bu arada çöp toplayan kız da görünmezdi. Ondan kimse ona görmüyordu bakmıyordu bile. Ama ben görüyordum. Yaa işteee. Neyse etraf biz güzelleşiyor ama bir güzelleşiyor çöp toplayan kız her dans ediisnde. Çoook güzel oluyor. Renkler de animlerdeki canlı açık iç açıcı mükemmel renkler. Sonra bi yukari uçtuk. Bayağı uçuyoruz allahim nasip gzuel nasıl guzle nasilll güzellllllllllllllllll çok güzel güzellll. Gökyüzü harika bir maviydi bulutlar beyazdı yer de yemyeşil. Hepsinin renkleri müthişti. Aynı rüzgar yükseliyor filmindeki gibi. Neyse bi uçuyoruz biz deee bi uçuyoruz nasıl keyifliyiz. Sonra ben dedim nasıl aşağıya incez sonra da dedim ki ammmaannn rüya sonuçta düşsem bile kötü düşünmem. Neyse kuş gibi kanat değil de kollarımı çarpıyorum, :D daha yukarıya daha yukarıya uçuyorum ne yöne gitsem gidiyorum çok keyifliyim. Sonra hi de kendi kendime diyorum ki evde kimse olmadığında böyle hissediyorum asdfghjklasdfghjklasdf ne salağım ya rüyamda aklıma nasıl gelmiş bu. Ama haklı olarak demişim gercekten. Uçuyorum böyle uçuyorum keyfim keyfff.. sonra hi baktım pêrtukteyim ne alakaysa ahahahah orda da ucuyordum yine. Sonra baktım düşüyorum nasip korkuyorum ama kendimi sakın tutmaya çalışıyorum bisye olmaz bisey olmaaaazz bu bir rüya düşsem bile canım acımaz. Düştüm taaa nerelerdeeennn.. nerelerden biliyor musunnj bu pertukta sabihanin eski evinin balkonunun baktığı o büsbüyük kevirlerin ordan işte düştüm. Neyse yere çok da kötü çekilmedi sadece sırtımdan dolayı bi oksurdüm sanırım. Çizgi filmde gibiydim. sonra bi daha yukarı çıkmaya çalışıyorduk eskisi gibi ucamiyorduk ama kolları harekett ettirdik az buçuk bi ucuyoruk sonra yine duduyorduk filan. Neyse yöne bi çıktık yukarıya uçaklar konsuuyoe her birinin ağzı burnu var tipi var hepsi de adamdı. İşte çıktık yukarıya bi tane uçak bize gıcık olmuştu bize vurdu mu ne yaptı velhasıl düştük ama buu sefer baraaja. Neyse ayni gzuelliktw baska rüyalri bir daha bir daha göreyim inşallah amin. Rüyamda kahkaha atıyordum bi baktım gerçekte de gülüyorum. Rüyamdaki kahkahanın sesinden uyandım gibi bisey oldu. Ama bu başka rüyadan dolayı. Biri espri yapmıştı ben de ona gülmüştüm.
0 notes
emaremsin · 1 year
Text
Bir şeylerin değişebileceğine inanmıştım, umudumun bir yerlere kaybolmadığını hep benimle olacağını sanmıştım. Umudumu kaybetmiş gibi hissediyorum, göğsüm ağrıyor. Sanırım bu sevilmemişlik hissi, sevseydi böyle olmazdı değil mi? Bu sefer sevmeyi değil de sevilmeyi seçtim ama yanlış bir seçimdi sanırım. İnsan bir kez mahvolduğunda bir şeylerin değişebileceğine olan inancını kaybetmiyor, ben defalarca mahvolmuş biri olarak kaybetmemiş gibiydim ama bu kez umudum da mahvoldu. Bir şeyler değişmiyor, unutulmuyor. Unuttum diyen sevmeyendir diyorum, hayatım değişti yoluna girdi diyen onsuz nefes alabilendir. Elimi kolumu bağlayıp beni bir denize attılar; umut oradaydı, gökyüzü oradaydı. Derin değildi ama ben yüzeye çıkamıyordum, umut hâlâ vardı. Nefes alabiliyordum, beni biraz sonra çıkaracaklardı. Sonra bir şeyler oldu bana, bir şey yaptılar. Elimi kolumu bağlayan yoktu bu sefer, gökyüzü bana bağırıyordu ama benim denizden çıkasım yoktu. Bu kez umut yoktu.
0 notes
Text
Bediüzzaman Cüneyt Özdemir’e karşı!
“Yeni çağların en büyük devrimi, dünyanın bu beklenmedik, bu kör edici görüngenliği.” Emile Ajar, Kral Salomon’un Bunalımı’ndan.
Hayatı hep İstanbul’da geçmiş bir arkadaşım vardı. İstisnası: Askerliğini Urfa’da yapmıştı. Ve her Türkiyeli gibi hatıralarını paylaşmayı seviyordu. Bir keresinde ‘gece nöbetlerinden korktuğunu’ söylemişti. Evet. Düşünelim: İnsan gece nöbetlerinden neden korkar? A) Karanlık. B) Terör. C) Yalnızlık. D)? Şıkları kafamıza göre çoğaltabiliriz. Hikmetli-hikmetsiz ekleyebiliriz. Bense bölge itibariyle ‘B’ şıkkına daha fazla ihtimal verdiğimi söylemeliyim.
Zannımı bir soru cümlesi olarak kendisine açtım. Şaşırtıcı. ‘Ondan olmadığını’ söyledi. Beklemiyordum. Cevap çalışmadığımız yerden: Korktuğu kurşunlar değil yıldızlarmış. Nöbetlerde semaya bakmaya çekinirmiş. Çünkü yıldızlar çok haşmetli görünüyorlarmış! İstanbul��da hiç öyle gelmezmiş halbuki. Hatta şakayla karışık şöyle bir iddiayı tekrarlardı: “Urfa’da yıldızlar dünyaya daha yakın!” Kafasına düşecek gibi görünmelerinin başka açıklaması olamazdı.
Metropol çocukları güledursunlar. Ben ne demek istediğini anladığımı sanıyorum. Çünkü, metropolde değil, küçük bir ilçede büyüdüm. Yalancı ışıkların daha az olduğu, dolayısıyla yıldızlarla konuşmanın daha kolay olduğu, bir yerde geçti çocukluğum. Bazı yaz geceleri gözümüz gökte saatlerce muhabbet ettiğimizi hatırlıyorum arkadaşlarımla. Hayaller kurarak. Öyküler uydurarak. Büyülenerek.
Sema o zamanlar önemli bir meseleydi. Havadan-sudan konuşmak kadar normaldi gökten bahsetmek. “Hangisi senin? Hangisi benim?” kavgası ederdiniz akranlarınızla. Seçtiğiniz yıldızı kimseye kaptırmak istemezdiniz. Gündüzleri de bizden kurtulamazdı dev ekran televizyonumuz. Şekilden şekle giren pamuk tarlalarıyla uğraşırdık günboyu. Birisini birşeye benzetirdik, ötekini başka birşeye... Bazen bir uçak geçerdi tam da güneşin önünden. Nasıl yanmazdı o? Bulutlara bassak bizi tutarlar mıydı? Üzerlerinde yatılır mıydı? Sanki Allah bu büyük sinema perdesini yerde canımız sıkılmasın diye yaratmıştı. Üstelik izlemesi de bedavaydı.
Bir keresinde de yağmur bulutlarından korktuğumu anımsıyorum. Ağılkapısı isimli bir köye gitmiştik. (Resmiyette daha çiçekli-böcekli bir ismi var.) Bir tepenin dibindeydi. (O tepeyi heyelan tehlikesinden dolayı traşlamışlar diye duydum.) Çocuklar olarak hemen ‘tepeye ilk kim çıkacak’ yarışına başladık. Diğerlerini geride bıraktığımı hatırlıyorum. Tırmanırken ardını görmek mümkün değildi tepenin. Ancak zirvesine çıktığınızda arkasındaki geniş araziyi temaşa edebilirdiniz. Hırsla tırmandım. Zirveye vardığımda onunla karşılaştım.
Arazinin diğer ucundan sanki bir ordu geliyordu. Korku filmlerindeki sahneler gibiydi. Arada çakan şimşekler farkediliyordu. Ve bulutlar, acelelerini apaçık idrak edebildiğim bir süratle, koşmakta idiler. Havf ederek aşağıya indim. Yolda diğer çocukları da uyardım: “Yağmur geliyor!” Eve sığınana kadar nasiplenmiştik bile. Ziyanı yoktu. Zaten ben yağmurdan değil bulutlardan korkmuştum.
Böyle şeyler artık olmuyor. Toprakla aramızda asvalt var. Allah “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyurduğunda kimsenin evinde televizyon yoktu. Yalancı ışıklar yıldızları görünmez hale getirmiyordu. Zaten metropol denilebilecek bir yer de yoktu. Şehirler büyüdü. Elektrik keşfedildi. Sokaklar daraldı. Binalar yükseldi. Dolayısıyla ekranlar küçüldükçe küçüldü. Şimdi son bulmayan aydınlığımız fakat kaybettiğimiz gökyüzü var. Göğe bakmadan büyüyen çocuklarla dolu her yer. Onlara acıyorum. Çünkü bir buluttan korkmayacaklar asla. Ve yıldızlar kafalarına düşecek gibi gelmeyecek.
Bir saniye. Haklarını yemeyelim. Artık belgesellerimiz var. Biz gidip doğayı göremesek de, tıpkı dalından toplayamadığımız kirazlar gibi, hazır halde getirilen ‘kainat parçacıkları’ onlar. İmitasyon tanecikleri. Yaşasın kapitalizmin kolaylıkları! Serengeti’nin aslanlarını mahallemizin kedilerinden daha iyi tanırız. Masai Mara düzlüklerini köyümüzün yaylalarından iyi biliriz. Hey yavrum hey! Öyle ya, kendi günlüklerimiz yok ama, Büyük Kedilerin Günlüğü’nü bizzat tutmuş kadar olduk.
Üstelik belgesellere tuhaf bir güvenimiz de var. Paketlenip bize getirilen kirazlardan çeşitli nedenlerle (hormon, ilaç, GDO vs.) şüphe edebiliyoruz, lakin bunların ‘sahiciliğinden’ şüphemiz yok. Halbuki geçtiğimiz yıllarda birkaç yapımcı, o belgesellerde, aslında yaşanmamış olayların küçük kurgu ve senaryo oyunlarıyla yaşanmış gibi gösterildiğini itiraf etti. Hatta bazı sahneler doğada dahi çekilmiyormuş. Tabii, iyi(!) niyetlerle, ‘halkın ilgisini o ürünlerde tutabilmek için’ böyle yapılıyormuş. Yani belgesellerden seyrettiğimiz doğa doğal değil. Allah’ın yarattığı kadarıyla kalmıyor işler. Karıştırılıyor. Araya giren ‘beşerin bulaşık eli’yle yönlendirilmiş, saptırılmış, kirlenmiş durumda.
Mürşidimin bu ifadeyi kullanmasını şimdi daha farklı bir boyutta anlıyorum. Evet. Kaçınılmaz bir şekilde öyle: İnsan neye dokunsa, neyin aracısı olsa, doğal kalamıyor. Kurgulayıcılığının sınırlarıyla aslını bozuyor. Kendi mizanını âleme mihenk tutuyor. (Dağların taşımaya çekindiği emanet bu muydu yoksa?) Bunu, eğer yalanlarıyla yapmazsa, vurgularıyla yapıyor. Edebiyatı dahi biraz böyle.
Vurgu ilginç birşeydir. Azı çoğa galip eder. Bir misal: Geçenlerde (Bu ifade 2015 yılına aittir arkadaşlar.) Cüneyd Özdemir, Kanal D Anahaber’ini sunarken, kendisine yöneltilmiş bir twiti okudu: “İyi haber yok mu hiç? Neden hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz?” Özdemir buna şöyle cevap verdi: “Biz de isteriz size iyi haberler vermeyi ama maalesef Türkiye’de durum böyle.” Lafızlar tastamam tutmayabilir fakat manaca konuşulan tastamam buydu. Herşey kötüye gidiyordu. Herşey kötüye gittiği için de konuşulacak iyi birşey bulunamıyordu.
Ben de şu manada bir twit attım: “Kediler moralimizi düzeltmek için şakalaşıyorlardı ama anahaberlerin onları görmeye niyeti yoktu.” (O gün beni pek güldüren kedilerden mülhemdi.) Düşündüm sonra: Sahi, her sabah doğan güneş kimsenin moralini düzeltemiyorsa, Allah bizim için daha ne yapmalı? Baharın ilk günlerinde bir anahaber bülteni ‘güzellik bulamamaktan’ yakınıyorsa Mevla’nın ne suçu var? Göz böylesine kötüye alıcılaşmış ve iyiye körleşmişken bizden daha fazlasını beklemek doğru mu? A’râf sûresinin 179. ayetinde buyrulan şu mana dilegeldi sanki: “Onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler...”
Kabul edelim. TV’den izlediğimiz dünya kurgu bir dünyadır. Kötüsü seçilmiş, iyisi her nasılsa bulunamamış, Bediüzzaman’ın İkinci Söz’de dediği gibi ‘nazarında pek fena bir memlekete düşen’lerin dünyasıdır. Hodbinliğinde boğulanların ‘ene’sini palazlandırmayan herşeyi kötüye yorduğu bir dünyadır. Zaten bencilin dünyasında herşey karamsarlık kaynağıdır. Zira hiçbirşey istediği kadar ‘ben’inin etrafında dönmez. Benbenciliğini beslemez. Bencile merkeziyetini kabul etmeyen herşey hasım gelir. Etrafında dönmeyen herşey düşman görünür. Yeis katar. Sanki onları o yaratmıştır da uluhiyetini reddetmekle ihanet etmişlerdir.
Denemesi bedava. Şöyle üç-beş tane Küçük Emrah filmi izleyin mesela. Artık nasıl olur da Allah hakkında nasıl hüsnüzan edersiniz?
Ne kötülük varsa iyilerin başına geldiği ve kötülerin hep kazandığı bir âlem. Namuslunun herdaim kaybettiği ama namussuzun zeytinyağı gibi üstte kaldığı bir düzen! Kur’an kıssaları bize bunu mu söylüyor? Yoksa tam aksini mi öğütlüyor? Bu algı bizi nereye götürür? Bence bu türden manipülasyonlar bizi, hiç haketmediği halde, Allah’a karşı suizanna götürür. Kendi kurgumuzun içinden ‘Halık hep öyle yaratıyormuş gibi yaparak’ isyan nedenleri devşiririz. Ve sonra da, Allah korusun, düpedüz isyan ederiz.
Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde gazete okumayı bırakmasını daha zengin anlıyorum şimdilerde. Sırf bir siyaseti terk değil bence ardındaki sır. Dayatılan ‘kurgu dünya’nın terkidir. Beşerin bulaşık eliyle bozulan, kötüsü seçilmiş, iyisi konulmamış medyayı reddediyor Bediüzzaman. Cüneyd Özdemirciklere direniyor. Ve kainatı kendisi okumaya mesai harcıyor. Tıpkı emredildiği gibi. Çünkü Allah vahyinde “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?” buyuruyor. Evet. Bakılacak üstümüzde. Başkasının üstünde değil. Üstümüzdeki göğe başkalarının gözüyle bakamayız. O bizim göğümüzdür. Araya kimse giremez.
Doğru iman doğru varlık algısıyla birlikte yeşerir. Eşyayı olduğu gibi göremeyen, Rabbi hakkında olmadık yalanlar söyleyebilir. Bu yüzden belki de, Risale-i Nur’un neredeyse bütün hikayeciklerinde, iki yolcudan iyisi kötüsünün önce ‘varlık algısını’ düzeltmeye çalışır. Çok uzattım. Seni de bıktırdım. Gücenme lütfen. Bir tanesini hatırlayarak vedalaşalım mı:
“Yahu sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”
0 notes