" Eskiden derdim ki; insanın başına gelebilecek en kötü şey bir gün yapayalnız kalmasıdır. Öğrendim ki; hayatta insanın başına gelebilecek en kötü şey yapayalnız hissetmesine neden olan insanlarla yaşamasıdır. "
Çok güzelsin ama bu, yüzünle alakalı bir durum değil. Kurduğun veya yazdığın cümlelerle, ses tonunla veya saçının uzunluk ölçüsüyle alakalı. Ya da retinanın etrafındaki o koyu çemberle ve elmacık kemiklerinle. Ama kesinlikle yüzünle alakalı değil. Sen, parça parça güzelsin. Bütünken ise diyecek kelime bulamıyor insan.
"Ağlamak istiyorum. Birine ağlamak istiyorum." Ağlarken biri yanımda olsun, beni teselli etsin, saçlarımı okşasın istiyordum. Kimsesiz hissetmek istemiyordum artık. Değer verdiğim insanları üzmemek için gözyaşlarımı saklamak, gizli saklı tek başıma ağlamak istemiyordum. Çocuklar gibi, üzüldüğüm an, üzüldüğüm yerde, üzüldüğüm kadar ağlamak istiyordum yalnızca.”
Bazı şeyler yakar, kavurur, üşütür. Bu tek taraflı bir acı değildir. O ateş sıradan bir ateş değildir. Özüne yani hakikatine ulaşmak için hiçbir şey kolay değildir. Yaşamak gerekir, o acıların içinden geçmek gerekir.
Bütün o efsaneleri bilirsiniz, ay ile güneş , su ile ateş , beyaz ile siyah hep birbirinin ruh eşi olurlar genellikle. Beyaz, Siyah var olduğu kadar vardır. Ay ile Güneş müthiş bir uyumla bir çeşit anlama içerisindedirler falan filan... İki zıt varlık hep birbirini tamamlar. Oysa Güneş ortaya çıktığı zaman Ay saklanır , Su'yun olduğu ortamda Ateş söner , Siyah ise Beyaz'a her sıçradığında kocaman bi lekeden başka birşey değildir.
Bense,
bu efsanelerin geldiği şehirlerden birinde adımlarımı yavaşça attım. Bir gölge gibi sessizce ilerledim. Gözlerim bol ışıklı merkezlerden kuytu köşe karanlıklara kaydı.
Koltukaltında gazete kağıdına sardığı şarap şişesiyle uyuyakalmış -daha gerçekçi olmak gerekirse oracıkta sızmıs- bir evsiz gördüm.
Duvar kenarında birbirlerine sokularak uyuyan sokak çocukları gördüm.
Kendini dizginleyemeyen , hırlayarak ve gözlerindeki amansız öfkeyi dışarıya kusarak yürüyen köpekler gördüm.
Biraz daha ilerledim bir sokak lambası gördüm.
Altında kabanı ,başında kasketiyle kaldırım üzerinde oturan yaşlı ve oldukça yorgun bir adam gördüm.
Sokak lambasının , yılların bu adamı nasıl acizlestirdiğini saklamak istercesine adamın büyük ve heybetli gölgesini yaratışını izledim.
Sonra bu yaşlı adamın gölgesini izlemeye koyuldum. Elinden bir sigara çıkarışını izledim, çakmağı eline alışını izledim.
Elinin çakmağın üzerinde baskı yapışını izledim.
Ama ateşin yanışını izleyemedim.Çünkü ateşin gölgesi olmazdı.
Adam kendi halinde sigarasını içmeye devam ederken , yanı başında sönen gölgeyi umursamadı. Oysa imkansız bir aşkın yansıması gibiydi bu.
Çünkü ateş yandı , gölge kaçtı. Gölge ile Ateş , diğerleri gibi birbirinin olamadı.
Her iki zıt varlığın kaderini , bu iki kadim varlık yaşayamadı.
Ben de gölgeyi,ateşi yaşlı amcayı falan bırakıp evime döndüm.
Bazı âlimlere göre; oruç, kişiye özeldir ve ecri Allah'a aittir. Resulullah aleyhisselâtu vesselâm bir kudsi hadîs-i şerîfte, Allah Teâlâ'nın kendisine şöyle vahyettiğini ifade buyurmaktadır: "Oruç bana özel bir ibadettir. Sevabını bizzat ben vereceğim."
Bu alimlere göre; kul hakkı olan kimselerin oruç sevabı, başkalarına verilemez. Bu durumda kul borcu, kulun diğer amellerinden ödenir. Yine bu görüşte olanlara göre; orucun sevabı gizlidir ve kulun amel defterinde yazılmaz. Bu yüzden, alacaklı olan insanlar; kulun oruç sevabına dokunamazlar. Bu durumda; kulun sevabı bitince, alacaklı olanlarn günahları; borçlu kimseye yüklenecektir. Şayet borçlu kimsenin orucu tamsa; bu sevap diğer kullara verilemeyeceğine göre; oruç sevabı gelip kişiye şefaat edecektir. Yani oruç, kişiyi cehennemden kurtaracaktır.