Tumgik
selindelioglu · 6 years
Text
Aaaah Güzel İstanbul
Tumblr media
İlk izlediğinizde ne kadar “aklım her şeye eriyor benim ya” diye düşünseniz de yıllar sonra aklınız gerçekten her şeye erdiğinde daha iyi anladığınız, dahası daha iyi hissettiğiniz filmler vardır ya? Aaaah Güzel İstanbul (!) işte tam da o filmlerden.
Mükemmel Yeşilçam’ın - bence bu konu için ayrı dil dökmem lazım, bir paylaşıma sığmayacak kadar derin bir konu bu Yeşilçam ve ona olan sevgim - çok yetenekli çok sayıda sinemacısı var ama bu çok iyiler arasında EN İYİ yönetmenler deyince daralan listede en tepedeki isimlerde o da var: Atıf Yılmaz!
Tumblr media
Nasıl bu kadar güzel film çekebildiği üzerine ara ara kafa yormama rağmen anlayamadığım bir yetenek Atıf Yılmaz. Ekolünde Yılmaz Güney gibi öğrencileri olan bir usta. Yönetmen (Aynı zamanda senarist ve yapımcı) olmamış, doğmuş bir insan. Ressamlıktan gelmiş, dünyayı takip etmiş, kalıpları içine kısılmamış, “Halk bunu almaz” dememiş, halkın alacağı yerel sosa bulayıp nice batılı anlayışları sinemamıza sokmuş, hem dram hem komediyi gözü kapalı çeken bir tuhaf yetenek.
Safa Önal ve bir dönem evli kaldığı Ayşe Şasa’nın senaryosunu yazdıkları Aaah Güzel İstanbul’ın muhteşem iki oyuncuyla ve Yılmaz’la birleşmesiyle zaten efsane olacağı aşikarmış ama bir de benim gibi 50’ler 60’lar tutkunu biriyseniz içine bir de eski dokunulmamış İstanbul’u ve eskinin kalitesi katılınca ayrı bir özel olmuş.
Tumblr media
Atıf Yılmaz’ın Yeni Dalga’dan etkilendiği açıkça belli olan sinema dili, yaşayan ve az öz olması yanı sıra rafineliğiyle hayran bırakan diyalogları, kurduğu karakterlerin orjinalliği, yaşanan atmosferinin o yılların İstanbul’una dair en gerçekçi doküman niteliğinde oluşu ile Ah Güzel İstanbul yeşilçamda türüne az rastlanan bir komedi. Buna komedi demenin yetersiz kalacağı kanaatindeyim. Çünkü eğildiği tema, altını çizdikleri, konuyu işleyişi bugünün Türkiye’sini elli yıl öncesinden görmüş ve o zaman bile İstanbul’un son güzel zamanları olduğunu göstermiş izleyicisine. Kravatsız Beyoğlu’na çıkılmayan, herkesin iki dirhem bir çekirdek giyinmeye gayret ettiği, çirkin yapılaşmanın şehrin  binlerce yıllık tarihi dokusunu mahvetmediği yıllar. Biz şimdi adeta helvasını kavuruyoruz.
Tumblr media
Daha ilk sahnesiyle sizi koltuğa mıhlayan girişinde haşmetli günlere binaen adı koyulmuş Haşmet İbriktaroğlu, iflah olmaz akşamcı, gündüz çorbacı gece rakıcı olan Rıfkı’da çorbasını yudumlayıp, sigarasını içerken kameranın taa içine bakıp bize kendi hayat hikayesini anlatıyor: Paşa dedesinden kalan malı mülkün alkolik babasının yarısını, kendisinin de içerek ve kötü insanlara inanarak diğer yarısını nasıl kaybettiğini, ama şimdi seyyar fotoğrafçı olarak kafasının ne kadar rahat olduğunu anlatıyor.
Sadri Alışık’ın Yeşilçam’da üstlendiği rolüne çok uyan bir karakter bu. Hayatın boş zenginliklerine kafa yormayan, yalnızlığıyla dost, içen, güzel konuşan (Sadri Alışık cümleleri yeşilçamda bir eşi olmayan bir dile sahiptir bence), çakırkeyif olunca şarkı söyleyen, biraz daha kaçırınca yalnızlığına ağlayan ama diğer zamanlarda herkesle dost tek zararı kendine olan erkek kahramanımız. Amerikalarda Actor’s Studio’lu ustamız Ayla Algan ise vücudunu iyi kullanmayı bilen performans sanatçısı yönüyle şahlandırdığı İzmir’li, 8 haneli evden işçi olmamak için kaçan, cahil, kolay yoldan “artiz” olmak için ses mecmuasındaki artizler gibi poz verebileceği fotoğrafçı ararken yolu Haşmet’le kesişen Ayşe rolünde. Düz Ayşe. Tüm yurdum Ayşe’leri gibi. Hatta tam da o amaçla türk genç kız gürugunu genellemek maksadıyla Ayşe. İhsan Yüce gibi izlemelere doyulamayacak ustaları da içinde barındıran bu film hepsinin mizah gücünden de sonuna kadar faydalanmış, belirtmeden geçmeyeyim.
Tumblr media
Filmin bir diğer şaheser olan  Muhsin Bey’den 15 sene evvel eskiyle yeninin çatışmasını anlattığı, bize şimdi masal gibi gelen İstanbul Beyefendiliği kavramını, zamana direnemeyenleri, direnip de yenilenleri, yeni’nin çiğliği ve kıymet bilmezliğiyle eski’nin korunamayıp harcanan hazinesini gösteriyor. Ayşe bıkmadan usanmadan ünlü olmaya çalışırken, yalılarda doğmuş, Galatasaray Liseli bohem Haşmet’in bu kolaycılığa emek isteyen geçmişin değerlerine alışkın olduğu için tekrar tekrar “Yazık be çocuk” demesi ve Ayşe’nin başı her sıkıştığında fötr şapkalı şemsiyeli beyefendi haliyle onu kurtardığı filmde Haşmet kendi kendine mırıldanır: “Her şey hiç gayret etmeden yolunda gitse…”
Tumblr media
Bazen döneme ilişkin eleştirilerini satır aralarında yapan – Yeşilçam emekçisi karakter oyuncusu arkadaşına “aktör” demesi Ayşe’ye ise “artiz” demesi, kimi zaman da göstere göstere yapması – sokakta dilenen çocuğa sadaka vermesi onun üzerine üzerine atlayan “sokak çocukları için davet düzenliyoruz” diyen iki kürklü kadının yüzüne bakmaması gibi –  ya da az daha kötü yola düşecek olan Ayşe’yi son anda kurtardığı genel evin adının Medeniyet Pansiyonu olması gibi (“medeniyetin dışında kalacak değilsin ya Haşmet?”) detaylarda nice güzellikler yatan defalarca izlenmesi gereken bir film. Haşmet’in Galatasaray’dan arkadaşı Hıyar Şakir’in plakçı olması ve batı müziğini halk arasında etüd etmek için Haşmet’in balıkçı meyhanesine gelip plağı açtığı sahne özellikle kahkaha attırdı. Balıkçının gelip “Sen taktırmışsın bu plağı. Söyle çıkarsınlar. Zaten tüm gün poyraz çektim bir de bunu dinleyemem” demesine sesli güldüm.
Tumblr media
Oyunculukta tutunamayan Ayşe’nin bunun üzerine “ses sanatçısı olucam” demesi ve Haşmet’in sırf onu mutlu etmek için herkesin yerli ve eski olduğu için burun kıvırdığı Şehnaz Longa’yı alıp saçma gülünç bir şarkıya dönüştürmesi ve "elimizde canına okuyacağımız maskara edeceğimiz bir müzik hazinesi var" demesi gibi onca güzel detayı içinde barındırıyor. Bu saçma şarkının tuttuğunu söylememe gerek yok herhalde?
Balıkçı teknesiyle henüz toprak ağalarının sonradan görme çocuklarının peşkeşlemediği İstanbul yalılarının, Sultanahmet’in, Eminönü’nün 60’larda henüz liberal belediyeler tarafından yağmalanmadığı, orijinal dokusunu kaybetmediği zamanlarda geçmesi ayrıca filme bir doküman niteliği kazandırıyor. Elinde kalan son yalıyı da satıp onun yanında bir gecekonduya yerleşen Haşmet’in buraya Kulube-i Ahsan (hüzün kulübesi) demesi, konuştuğu terrrrrtemiz Türkçe, resimin müziğin her şeyin en iyisini bilip erdemiyle efendiliğini muhafaza ettiği, o iki metrekare alanda paşa dedesiyle büyük annesinin resimleri ve kuyruklu piyanosuyla yaşaması karakterin ne kadar şahsına münhasır olduğunu anlatıyor. Gençliğinde Pera Palas’ta balolarda Düriye’nin (Sonradan geneleve düşmüş olan Düriye) ayak bileklerine kolyeler takmaya çalışan Haşmet’in büyükannesinin neden karanlıkta piyano çaldığını anlamaması üzerine Ayşe’ye dediği gibi: “çünkü ağladığı görülmesin isterdi. Sen zamane kızısın Ayşe! Anneannemi anlayabilmek için eski zaman zerafetini bilmek lazım”
Karakterlerin aşık olması ve kavuşması elbette hem dünya sinemasının olmazsa olmazı, hem de şaşılmayacak bir unsur ama altını çizdiği sözün sadeliği ve doğruluğu karşısında hayran olmamak elde değil: “Ama yaşıyoruz, iki kişiyiz, birbirimizi seviyoruz. Korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.”
Tumblr media
Eskinin zarafetiyle bir dolu nefes almanın ilacı gibi bu film. Tekrar tekrar izleyip 50’leri hayal etmenin ve hayatı Sadri Alışık’ın şahane performansıyla can verdiği Haşmet gibi algılamanın mutlu olmanın anahtarı olduğunu belirtip bitiriyorum :}
11 notes · View notes
selindelioglu · 6 years
Photo
Tumblr media
adams family deleted scene #fbf
3 notes · View notes
selindelioglu · 6 years
Photo
Tumblr media
öptürmedi 😔 #catlover #instacats (Fenerbahçe Kalamış)
2 notes · View notes
selindelioglu · 6 years
Video
stephen hawking: i will write a book. jane hawking: about what? stephen hawking: time. jane hawking: time? stephen hawking: what is the nature of time? will it ever come to an end? can we go back in time? some day these answers may seem as obvious to us as the earth orbiting the sun, or perhaps as ridiculous as a tower of tortoises. only time, that's what we say. #stephenhawking #farewell (Istanbul, Turkey)
0 notes
selindelioglu · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Jules: Either it's raining or I'm dreaming.
Jim & Catherine: Or both.
16 notes · View notes
selindelioglu · 6 years
Photo
Tumblr media
bugün de iltica edemedim #tbt (Istanbul, Turkey)
0 notes
selindelioglu · 6 years
Text
Oscar Amca Geldi
Tumblr media
Her sene heves edip bir türlü denk getiremediğimden yazamadığım Oscar yazısını nihayet bu yıl yazabiliyorum hurray! Oscar nedir, bana ne ifade ediyor, nasıl bir oscar freak idim kendimi bildim bileli vs burada o konulara hiç girmicem çünkü yazının kendisinden daha uzun olur. O sebeple direkt adaylıklara geçiyorum. En babasından başlayalım.. Sırayla Best Picture adayları benim için neymiş ne değilmiş.
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
Bu seneki favorim. Şahane senaryo, dokunaklı oyunculuklar, sağlam yönetim, duygusu ritmi herbir şeyi tıkır tıkır maşallah. Frances ve Sam ve Woody hepsi ödüllük performanslar sergilemiş. Açıkçası bu senenin adayların gözlerimi dolduran üç filminden biri. Benim için anlamlı bir done! Martin abiyi ne demeye yönetmen kategorisinde aday göstermemişler bilemedim ve sinirlendim. Filmin kusurumsu kısmı olarak adlandırabileceğim şey Mahsun Kırmızıgül tadında her sosyal derde bir dokunayım hevesi. Aksayan adalet, sosyal hoşgörüsüzlük, kadına yönelik suçlar, siyahilerin dışlanması vs vs vs. Bunun biraz da Martin’in ingiliz olmasından ve Amerikancılık oynarken gaza gelmesinden ileri geldiğini düşünüyorum. Bir diğer şey ise finalinde düşen grafik. Finali nasıl yöneteceği yazarın tasarrufudur elbette ancak iki kahramanın finalde bir araba içerisinde adaletcilik mi oynayacakları, süper kahraman mı olacakları belirsiz bir sakillikte kalmasaydı ve filmin kendi kadar net bir finalle bitseydi başyapıt olurdu. Bu haliyle son yıllarda izlediğim en sağlam filmlerden. filmin duygusu o kadar iyi ki ve bunu da o kadar zahmetsizce küçük detaylardan veriyor ki bu naiflik insanın kalbini kırıyor, gerçekten de çok incelikli bir film. Martin bebeğim aynen devam!
Dunkirk
Nolan’ın tartışmasız en sevdiğim filmlerinden oldu Dunkirk. Inception ve Interstellar facialarından sonra temkinliydim. Tom Hardy aşkımın olmasına rağmen asla yükselmedim ama izleyince fikirlerim değişti. Film mevzuyu çok başka bir yerden tutuyor, savaş övmüyor. Dikkat ederseniz “Allah savaşın belasını versin ulan!” gibi duran filmler bile bilinçaltında savaşı övecek detaylarla doludur. Birbirinin önüne atlayan kahraman askerler, ölmesin diye sırtında taşıyanlar, suyumu sen iç ben ölsem de olur’lar vs vatan kurtarıyoruz bir yerde’ye bağlanır bu filmlerde her şey çoğunlukla. savaştan gerçekten kötü bahseden filmler sayılıdır ve çoğu da klasik zaten. Full Metal Jacket’lar The Thin Red Line’lar falan bunlar.. Saving Private Ryan da bile “Onlar senin için öldü buna değ” mesajı vardır ki onlar bok yere öldü ve kimse bunu itiraf edemez. Velhasıl Dunkirk askerlerin sadece hayatlarını kurtarmak için unnoble hareketlerle dolu serüveni. Filmin finalinde trende askerlerin sivillerin yüzüne bakmaması da bundan ve halkın “kurtuldunuz ya bu yeter” tepkisi bence savaşın gerçekliğine tokat gibi bir cevap. Abi neye ölüyoruz ya kim için, kime neyi övüyorsun? Burada öykü yok diyenlerle öykü konuşmamayı tercih ettiğim için kendilerini Bruce Willis aslında öllüymüş section’ına bağlıyorum. Nolan keza Maestro gibi çalışmış. Bravo. Filmin nonlinear kurgusu da dağişik bir deneme. Seyirciye olayları birbirine bağlarken kafa yorma ve yordukça bilgileri kullanma keyfi yaşatıyor. Kesinlikle iddialı adaylardan benim gözümde. 
Call Me By Your Name
Bu senenin balonu. Geçen senenin La La Land’i gibi bir şey. Arkadaş finalinde sevgililerin ayrıldığı her filme kopacaksanız işimiz var. Tüm film coming of age filmi izlicem diye bir heves beklemekle ama zaten zihnen yaşını almış bir gencin hormon yönetme krizini anlatan, italya setting’i yerine Gaziosmanpaşa’da falan çekilse kimsenin yüzüne bakmayacağı, keza filmin tek duruşunun kişinin eşcinselliğinin keşfi olduğu aşikar. Zira film 80′lerde yani eşcinselliğin çok daha gizli yaşandığı dönemlerde. Bugünlerde anlatılsa öykü daha da etkisini kaybedecek bir şekilde kurulmuş. Bir kere işin içinde ciddi bir pedofili durumu var ve iğrendirdi beni. Kevin Spacey yapınca House of Card’ı bitirdiler. tabi ahu gözleri şahane fiziği ve şiir gibi gülüşüyle Armie yapınca vay babam aşg! ashgadg şaka bir yana iki tarafın rızası da olsa işin içinde 16 yaşında bir ergen var. Şeftali meyvesi zaten erotikti artık iyice içinde semen arıycam bundan sonra yerken. Filmde hiçbir şey olmaması ve bu şekilde pohpohlanması karşısında ekrana şeftali atıcaktım. Bakın lümpen tepkimi bile sofistike vermeye gayret eden bir insanım. Filmin güzel şeylerini saymak kötü şeylerini saymaktan daha kısa sürer diyerek, babanın finalde yaptığı monolog! Şahaneydi. İtalya’nın entelektüel setting’i, heykeller mimari şiir her şey! İnsanın entelektüelliğe doyup gelesi geliyor. Filmin sexual tension’ı şahane. Sadece birini gerçekten arzuladığınızda hissettiğiniz o arzuyu ve hevesi, o ağzının içine düşme halini, koluna bacağına yapışma arzusunu vs çok iyi canlandırmışlar. Tebriks! Elio’nun finaldeki oyunu bir miktar duygulandırdı ama yani mevzuda bi bok olmadığı için fazla da şaapamadım. Chalamet umut vaad ediyor. Üç dili de güzelce konuştuğu, gitar piyano çaldığı kısacası donanımıyla rolünü yaşattığı bir performans. Tabi o adaylık da bir hayli hır gürlü. Özetle CMBYN sevenle sinemasal düzlemde ayrı dünyaların insanlarıyım.
Get Out
Get Out beklentimi tamamen karşılayan bir filmdi. Yapımcısına çuvalla para kazandırdığı gerçeği bir kenara ırkçılık konusunu popüler bir janrla didaktik olmadan, kör gözüm parmağına demeden, ağlatmadan, kanırtmadan sağlam kurulmuş bir senaryo ve ne yaptığını bilen bir yönetimle sunduğunu düşünüyorum. Oyunculukları da türün ihtiyacı olduğu düzeyde buldum ve hatta daha da fazlası. Senenin aday filmlerinde seyirciyi içine en çok alan filmlerinden biri olarak görüyorum. Heyecanlı kurgusu, comic reliefleri vs bir hayli sevdim. He 3 Billboards’cu olduğum için en iyi film için güçlü görmüyorum ama dün gece Spirit Awards aldı ve kimbilir dedirtti. Bir kere küçük ölçekle büyük mesele anlatmaysa bu tür içeriklerin derdi, Get Out o derdi bir hayli başarıyla atlatmış. 
The Post
Steven abinin yaşayan en iyi sinemacılardan biri olduğu su götürmez bir gerçek. Eğer sinema bir storytelling mevzusuysa Steven bu işi EN İYİ yapanlardan kesimlikle. Filmlerinde en iyisinden en kötüsüne kadar bir arabanın kornası bile boş yere çalmaz, planlar arası geçişler üzerine kafa yorulmuştur, filmde her öge seyirciyi maksimum duygulandırmak ve asla sıkmamak şartıyla ona film izletmek üzere kullanılır. Hani bize derlerdi ya, doğru çekmeyi öğrenin, yanlış çekmek isterseniz siz bilirsiniz diye.. İşte tam o şey, Steven nasıl doğru film çekilşr, senaryo nasıl hayata geçirilir bir okul gibi. Aksini iddia eden sinema falan bilmiyordur net. He bu gerçek her filminin başyapıt olduğu anlamına mı gelir, hayır. Bazen de sadece iyi film yapar. The Post da öyle. Gerçekten iyi bir film ama kazanma şansı sıfır bence. Filmin ilk yarısı haber patlatmak isteyen aç Ben, kimsenin sözünü dinlemediği ve kadın olarak aşağılanan Kay üzerine kuruluyken ikinci yarısı Ben’in emellerine ulaşması ve kay’in bir birey olarak erkeklerle dolu bir odayı susturup kendini gerçekleştirmesi olarak devam ediyor. Filmin son 30 dakikası özellikle şahane. Anlatım olarak olsun, gerilimi ve duygusu olsun, oyunculukları olsun gerçekten şahlanıyor. Meryl yine mükemmel ama tabi her yıl aday olması kabak tadı verdi. Kategoriyi bile meryl ve diğer 4′lü diye değiştirseler yeridir. Hak etmemiş mi? Etmiş elbette. Özellikle “Publish it” sahnesi hani şu four way phone call olan? Ordaki ve devamındaki oyunu göz dolduruyor. Literally gözlerim doldu. 4 way phone call konusunda Mean Gilrs’ünkiyle sinema tarihine geçti diyebilirimhsgacjfga Feminizmi usul usul zarif zarif savunmuş Stevie’ciğim. <3 Özellikle Meryl’in oyun ve diyaloglarında olsun, finalde The Supreme Court’un merdivenlerinden inerken tamamen kendine hayran hayran bakan onlarca genç kadının yanında gülerek inmesi olsun, genç kadınlar böyle olmalı mesajı çok şık verilmiş. He üzerinden 98 yıl geçen Vietnam Papers’ı yapmak zaten ülke bu konuyla alakalı günah çıkarmışken kolay elbette, sıkıysa 11 eylül ve sonrasındaki new world order (66 asghags) üzerine film yapsaydı affferrrim be derdik. Zira cesaret birazcık da bu ama yine de Steven zaten karşı tarafta olduğu için no problemo. özetle iyi filmdi, güzel filmdi kesinlikle ama o kadar.
Lady Bird
Ben minik film severim, hem de çok severim ama döverim de ne de olsa evlat diyerek lafa gireyim. Güzelse güzel, değilse ne anlatıyor şimdi bu derim. Bu yılın coming of age klasmanında CMBYN ile Lady Bird de vardı ve Lady Bird gerçekten de öyle. Bir gencin kendini bulması, kendi olma mücadelesi, olduğu yerle ilişiği, ait olduklarından mutlu olup olmadığı, hayalleri, engelleri, utanç ve sevinç duyduğu şeyler kapsamında düşünüldüğünde hepsine cevaplar veren cidden de bir genç kızın ergenlikten çıkış filmi. Tüm hayallerini NYC’de üniversite okumak için kuran ama fakir ailesinin onu  Sacramento’daki City College’a göndermeye çalıştığı Christine (ki bu isim Greta’nın annesinin ismi) aka Lady Bird tüm engellere ve aslında karşısındaymış gibi hissettiği ama onu çok seven annesinin karşı koymasına rağmen hayalini gerçekleştiriyor. Lady Bird’ün ilk aşkı, sonradan anlıyoruz ki onun aslında ilk aşkı olmaması, uncool best friend’i, onu cool çocuklarla takılmak için satması ama sonradan bunun ne kadar boş olduğu ayırdına varması, cool olduğunu düşündüğü sevgisilisiyle hayali kurduğu ilk cinsellik deneyimi ama bunun da aslında hayalini kurduğu gibi olmaması yani özetle hayatın devam ettiği yıllarda da sürdüğü gibi kişinin hayalinin kurduğu şeylerin hayalini kurduğu gibi olmaması üzerine naif mi naif, tatlı mı tatlı bir macera! Aslında tüm film utanıyormuş gibi durduğu ailesiyle ne kadar gurur duyduğunu, sevmediğini düşündüğü memleketini ne kadar sevdiğini keşfetmesi her şey her şey çok içtenlikli filmle ilgili. Zaten Greta resmen kendi çoculuğunu film yapmış Kendisi de Sacramento’lu, NYC’ye okumak için gidiyor, katolik okulundan mezun, Saoirse’ye benzerliğiyle vs zaten ebleh değilseniz rahatlıkla anlayabileceğiniz bi so called fiction ama aslında tamamen otobiyografik bir film bu. zaten bu filmi daha da gerçek kılan bir etmen. Oscar’ın bu kategorisinde bir şansı olamaz ama kesinlikle çok çok sevdiğim bir film! Seni seviyorum Greta! Eğer hali hazırda Julie Delpy’ye aşık olmasaydım bir şansın vardı ;}
The Shape Of Water
Düşününce bile sinirleniyorum. Takip edenler bilir, sağdan soldan çakma bir film yapmış pek sevgili tipsiz Del Toro! İlk izleyişte bu çalıntı tartışmalarını bilmeden politik drama olarak hoş bulmuştum ama filmin kendi içinde saçma komik absürd anları vardı. Misal yaratıkla sevişmek zorunda mıydı? Sarılsalar aşkı anlatmaya yetmez miydi? Bu basit örnek ama bu tarz birçok saçmalık ve komedi yaşanıyor filmde. Kendi halinde düşünüldüğünde Amerikalıların kendinden olmayanı ötekileştirme (Del Toro’nun Meksika kökenli olduğu göz önüne alındığında Meksikalılar olarak da düşünülebilir) sindirme ve kendine benzeterek asimile etmesi konulu. Kızın dilsizliği ortaklığın en büyük göstergesi olan anadili simgelerken, kızın bebekken su kenarında bulunması onun da yaratıkla aynı yerden geldiğine imada bulunuyor. Yaratık da dilsiz ve ikili birbirini görür görmez yakın hissediyor. Tipik “Aaa sen de mi Sivaslısın? Hemşeriyiz ya! :) geyiği) Kız bebekliğinden Amerikan kültürüyle en basit haliyle yoğrulurken (yumurtalı kahvaltısı, tap dance merakı, sinema sevgisi, giyinmesi, müzik sevgisi vs) yaratıksa orda büyüyüp geldiği için tamamen yabancı ve farklı. zaten finalde de ikisinin birden su altında nefes aldığından anlıyoruz ki bu da aynı olduklarını işaret ediyor. Bu altmetin üstüne kaçma kovalamacalı, ne gerekse seksli ve toplumsal sınıf aşağılamalı, eşcinsel gömmeli özetle bir çeşit ters giden her şeyi anlatıcam diyen Mahsun Kırmızıgül örneği gibi akıp gidiyor. Ama işte olay burada bitmedi ve daha da saçmalaştı. Açıp izleyin Dutch yapımı The Space Between Us diye bir kısa film var ve Del Toro ayısı hunharca dalmış filme. Başını götünü komple aparmış ya böyle bir şey yok. Kızın temizlikçiliği mi, yaratığın cismi, fasilitenin dizaynı, kaçırılması ve finali! İnanılmaz ya böyle bir şey nasıl olabilir! Ve buna izin veren, duyup da filmi elemeyen Akademi de bir defolsun gitsin artık kimden nasıl bir lobi yaptıysa totoş herif. Neyse özetle lanet olsun içimdeki sinema sevgisine yine de alttan alıcam filmdir emek var ama umarım hiçbir önemli dalda ödül alamaz!
Maalesef The Darkest Hour ve Phantom Thread izleyemedim henüz ve ikisinden de çok umutluyum çünkü PTA ve diğerinin de fragmanını çok beğenmiştim. Velhsıl ödül sonrasına artık. Bu kadarı içinden 3 Billboards almazsa yemin ediyorum ekrana tükürücem hele bi de lobi mobi yapmış tipsiz Del Toro, tutup ona verirlerse.... Düşünmek bile istemiyorum. Geri kalanlara kısmetse ve üşenmezsem devam edicem fjdgfjgajsg 
0 notes
selindelioglu · 6 years
Text
Ne desem ki şimdi?
Konu kültleşmiş filmlere devam çekmeye gelince herkes - hatta orjinal filmin sahipleri bile - bir durup düşünmeli bence. Çünkü materyal kıtlığı çeken günümüz sineması “Yaa du şu iyiydi be, hayde yallah sequel!” diye her şeye uzanırken bazı şeyler off the limits kalmalı... diye düşünüyorum...
Tumblr media
Biraz fazla negatif bir giriş yapmama rağmen elbette BR 2049′u “bu kadar” negatif bulmadım. Sadece eski bir külte diriliş gerçekleştirip piyasaya serilenmek suretiyle sokmak amacı sürdüğünü düşünüyorum. Filmde “Anlatmasam içimde kalırdı!” doluluğunda bir hikaye yok. Olmadığı gibi orjinal filmde olmayan herhangi bir element yok. Tamam, esas olan orjinale sadık kalarak yeni bir yaratım gerçekleştirmek ama kesinlikle sadakatle kopya arasındaki çizgiyi iyi ayırmak lazım.
İlk film kullandığı materyalin gücünü de arkasına almış, müziğinden atmosferine her şeyiyle yepyeni ve fenomen bir imza atmıştı. Hala bugün bile açıp izlediğimizde “Bunu nasıl çekmişler ya” dedirten bir sinematografi ve felsefeye sahip olduğu gün gibi aşikar.
Tumblr media
Gelelim 2049′da yetersiz veya yanlış bulduğum detaylara. Öncelikle öykü bazında Geppetto & Pinokyo’dan ya da hadi bilemedin 2001 yapımı Spielberg imzalı AI’den ileri gidemiyor bence. Hatta filmdeki tekrarlanan “melek” benzetmesi için bile buyrun buradan yakın. Oradan bir tutam buradan bir tutam biraz da ilk filmden şu diyerek hali hazırda çığır açmış bir külte sequel yapılmamalı diye düşünüyorum.
Tumblr media
İlk filmdeki felsefe ve duygu muazzamdı. Sonsuzluk ve gerçek olmak peşindeki replicant Roy adına hangimiz üzülmedik? Filmle adeta kemikleşmiş macro göz planlarıyla (bu filmde de koyalım demişler ama neye hizmet etti who knows?), atıfta bulunulan tanrı, tanrının bizi neden ölümlü yaptığına dair edilen isyan, bu isyanı mücadelesinde izlediğimiz replicantlar, adına ister tyrell deyin insan tanrı yaratıcının altında ezilen isyankar çaresiz kullar, her şeyin bir gün anı olacağı tokat gibi taktik maktik yok bambambam şeklinde üstümüze üstümüze gelirdi! Hele Roy öldüğünde uçan beyaz güvercin ki hristiyanlıkta kutsal ruh beyaz bir güvercin olarak İsa’ya gelir, bu hristiyanlıkta sıkça kullanılan bir semboldür. Burdaysa tüm yolculuğunu ruh için gerçekleştiren Roy ölürken kucağından beyaz güvercin uçup gitmesi için ne kadar methiyeler düzsek yetebilemez sanırım. 
Tumblr media
“All those moments will be lost in time, like tears in rain. Time to go..” 
ve bazen gün içinde ağzına bir şarki takılır gibi dilime dolanan şahane replik;
“Too bad she won't live but then again, who does...”
Bak ya! Muazzam. Mu az zam!
Burada ne var? (Spoiler)  Polis memuru K bir Blade Runner’dır. Filmin ilk sahnesinde yok ettiği replicantla beraber pandoranın kutusu açılır. Çığır açan “mucize” ortaya çıkar. Zihnine yerleştirilen bir anıdan hareketle (anıyı tasarlayan kişinin kimliği belki de filmin en güzel anı olsa gerek) kendisinin o seçilmiş özel mucize olabileceğini düşünürken bunların hepsinin mucizeyi korumak amaçlı bir düzen olduğunu ve kendisinin bu macerada ilahi rolünün filmde de denildiği gibi “iyi bir amaç uğruna canını feda etmekten daha güzel bir şey olamayacağının” ortaya çıkmasıyla hüzünlü bir sona giden K’in keşif hikayesi. 
Tumblr media
İlk filmdeki replicant tanıma üstadı kahramanımız Deckard’ın kendisinin de replicant olabilme ihtimalinin gizemi, insanın totosunu düşüren kaçma kovalamacalardan doğan thrill of the chase’ler vs vs bu filmde arayacak olursanız aramaya devam edin ama çok da heves etmeyin. Çünkü BULAMAYACAKSINIZ. Burada birinin replicant olup olmadığını sol gözünü accık yukarı kaydırdığınızda anlıyorsunuz. LAME. Bunu söylerken aklıma takılan bir diğer detay da aynı yöntemle kendisinin replicant olup olmadığını K nasıl anlayamadı? Belki kaçırdığım bir detay vardır, üstünde durmadan geçiyorum.
Filmde sıkça sözü edilen blackout da bir diğer tutarsız bulduğum kısım oldu. “E bu blackout’ta silinmedi mi şimdi yani?” dediğiniz bilgilere sıkça rastlıyorsunuz. Sanki blackout “kafasına göre blackout”. Şey gibi biraz, 15 Temmuz.
Filmin uzunluğu ayrı bi konu. Tarihin en yüksek bütçeli arthouse filmi olduğu geyiği doğruymuş. Ben hayatımın “yersiz ve keyfe uzun filmlerine” çemkirdiğim bir dönemimdeyim. O sebeple niye bunu 40 dk falan kısa yapmayı düşünmedin diye düşündüm Dennis! Dennis şahane bir yönetmen bu arada, asla hadsizlik edemem. Keza kendisinin anlatımı ve planları, Roger Deakins üstanın artık n’olur Oscar’la ödüllendirilsin dediğim şahane resimleri ve görüntü yönetimi, orjinale sadık kalarak bir adım öteye gitmiş synth’lerden synth’lere koşan bombastik müziği vs bunlar hep filmin gömülmesini  önündeki engel bence. Çünkü hands down bu alanlarda film şahaser.
Yalnız neden bu kadar sarkık ya neden bu kadar uzun? Nereden geliyor bu sürenin bolluğu arkadaş, iyice kafayı yediniz artık. Resmen kendini film negatifleriyle yakacak Haşmet Asilkan yapıyorsunuz bizi!
Tumblr media
Bir diyaloğu 10 saniyede söyletmenin, bir yolu 20 saniyede yürütmenin ne esprisi varsa söyleyin biz de gülelim :{{ Günümüz sinemacılarının inandığının aksine filmin uzunluğu onu iyi yapmaz bilakis sıkıcı ve sarkık yapar. Filmin en önemli elementinin ritmi ve duygusu olduğuna ölesiye inanan bir insan olarak bana eğer ocak açık mı kaldı?yı düşündürüyorsan git kurguya bi daha gir. (Bana dediğim sen ben hepimiz!) Ritm sarkınca duygu da kaçıyor zaten :{{{
Bir de bu uzunluğa rağmen geliştirilememiş karakterler :{{{{ You had all the time bitch! Resmen tüm karakterler çiğ ve iki bile değil, tek boyutlu resmen! Oyunculukların bile sakilliği. Ryan Gosling parıldayan yakışıklılığı (<3) ve kararında oyunuyla eh işte olabilmiş yine ama gerisi :{{{  Yer yer Ryan bile şişme bebek gibi durmuyor değil yalan olmasın. Bi kere film öngörülebilir. Zaten ciddi bir aksiyon koyulmamış, öykü kendi içinde aşşşırı yavaş ve bunu ödüllendirelim en azından keskin dönüm noktaları verelim de beklediklerine değsin demeyen bir tahmin edilebilirlik içinde ilerliyor. Tüm film K ve onun sağda solda sarkmış keşif sahneleriyle sürüyor. %80 falan.. Tarafların belirsizliğiyle ilgili ise, bunca zamana rağmen kim ne ve neyin peşindeyi çok da iyi vurgulayamamış. Jared Leto’nun oynadığı embesil karakter ne abi? Neye yarar o? 
Tumblr media
Zaten joker olarak da dev hayal kırıklığı olmuştu. Adamı gördüğü bilme gitmicem artık neredeyse. bi kere, fabrikayı kurmuşsun patır patır üretiyorsun “ay biz replicant’lardan çocuk doğurtucaz aman da biz replicantlardan breed yapıcaz” neyin kapital yaklaşımıdır? Bir de bi bok da yapamıyor he. Öyle kuru sıkıyor, o kadar güçlüsün bir Luv var elinde ama. Madem sebepsizce fabrikada garanti üretim yapmak yerine kesinliği olmayan doğum yöntemiyle replicant üretimine geçmek istiyorsun, (Eğer bunun felsefesi yeni bir tür olarak yaşam bulmak ve dünyayı ele geçirmek falandıysa bari altını biraz doldursaydın. ha değilse sen bilirsin) yollasana bir tabur tim peşine. Luv’ın ölümünün dandikliği üzerine konuşmak istemiyorum zira bir dk önce neden delik deşik etmedi K’yi de kendisini öldürmesine sebep oldu bilmiyorum. HA BİLİYORUM. ÖLDÜRMEYEYİM Kİ GELİP BENİ ÖLDÜRSÜN. Of siz yapmayın bari! Bir de o sahnede Harrison Ford’un içinde olduğu saçma performans. Eli bağlı, adam ne oynayacağını bilemiyor. Ölmek mi istiyor, kaçmak mı, böyle bir hop hop hareketler vs. Bir de madem kötü görünüyor kesme oraya bu kadar abi! İnadına da kesmiş. Ben de artık istemsiz “dedeye sahip çıkalım” demek zorunda kaldım :{ Sonra K gelip kurtarır, bilin bakalım Deckard ne der?
“Beni öldürmeliydin”
Ulan madem bu kadar bilinçlisin niye yırttın kendini orada kurtulmak için. Debelenip duruyor. Bırakaydın da boğulaydın o zaman. 
Ya da ne bileyi biz K onu öldürecek sansaydık ama ters köşe olsaydı ya da Deckard oradan çıkmayıp ölmek isteseydi görev için (çünkü that’s the plan kendisinin dediği gibi) ve kendini kurtarmaya çalışan K ile oradan çıkmamak için çatışsaydı.
Zaman demişken Deckard’ı 30 yıl sonra gördüğümüz anı hepimiz merakla bekliyorduk diye herhalde o Vegas’taki saçma çatışma yaşanıyor K ile Deckard arasında. halbu ki o 10 dk nasıl gereksiz, nasıl bir halta yaramıyor belli değil! K “sadece bir soru sormak istiyorum” diyor. 10 dk bam çat güm. Sonra K yine aynı soruyu soruyor ve Deckard diyor ki, “ya buna devam edicez ya da bir şeyler içicez” 
LAAAAAAAAN. NEDENNNNN?
Yalnız düşmüş Vegas’ın dizaynı! Alkışlar valla. Ve o mekanda arıcılık yapan Deckard?!?! Pekiiiii bu  yetiştirilebilirlik ve doğal hazine diğer taraftakilerce bilinmiyor mu o da ayrı konu ama girmiceeeeeeem tamam! Belki kumarhaneler kapatılmıştır kjhejgfdjsgj
Ay aman. Ben mi çektim, 3 ömür yaşasam böyle bir onur üstüme düşmez herhalde. O sebepten saygıda çok da kusur etmek istemiyorum ama ilk filmin eteğini öpüp, ağzına alması gereken ve bence olmasa da olurduk sınıfından bir devam filmi bu. Prodüksiyon dizaynı muazzamdı, ses kurgusu da keza. Bu teknik ödüllerde rep’leri görürüz inş. Şahane görselleri, anlatımı ve eeeeh işte klasmanından hiç de yeni bir şey vermeyen felsefsiyle idare eder diyor ve bitiriyorum.
Hee son olarak.
Tumblr media
Salak Sony ya. O heykelleri “ömö önlör çöplök örtödöğösönöz sööööz” diyerek kestiğinize inanmıyorum. Göt görmedik çünkü. Valla salaksınız.
0 notes
selindelioglu · 6 years
Text
12 Yıllık Esaret
Tumblr media
Nihayet öyle kendi kendime debelene debelene yoga yapmaya başladım. Uçuş saati misali seyir saati belleyip izlediğim onca yoga videosundan sonra attım minderi yere. Ama bi şeye “başlamaya” başlamak bu kadar zor olmamalı. Tamam OCD var, ilgi sürekli bi orda bi burda, mükemmel yapamayacağımı bildiğim, tamamını bitiremeyeceğimi hissettiğim “herşeyde” olduğu gibi yogaya da başlayamamam bundandı belki de, bilemiyorum.
Aslında pek suçum da yok hani. Bundan teeeeee 12 yıl önce denedim, denemedim değil! O  zaman tabi bu halime göre her anlamda çok daha gazlıyım. O teenagerlıktan henüz çıkmanın verdiği aşırı özgüven ve asla rezil olacağının farkında ol(a)mama durumu vardır ya? Bilirsiniz böyle bir şey var: her kim ki ortamlarda aşırı cesur ve çevresindekilere “başkaları adına utanma duygusunu” yaşatıyor, bilin ki o kişi 18-25 arasıdır. 25 sonrası insana aniden bir gece ansızın belki de, bir özbilinç gelir. Hoş ben kendimi bildim bileli o bilinç hep bi yerde vardı ama tabi tehlikeli yaş aralığında ben de maksimum çılgın demeçlerimi az vermedim değil. 1o yaşında kağıttan biletler kesip millete zorla sattığım mahalle eğlencelerini ve (Bir bahçede zorla insanlara Mezdeke dans ve kendi yazdığım saçma tiyatro oyunları sergilediğimiz bir eğlenceydi) paralarını zorla söğüşlediğim mahalleliyi hatırladım. Yalnız hizmette sınır yoktu. “Meşrubat ikramımız” da vardı! :} Aynı asla rezillikten korkmayan halimle resimler çizip yine mahalleliye zorla satmıştım ki sanata sanırım tüm Türkiye’de en çok desteği veren mahalle bizimkisi olabilir. Baksana ya nelere para gömmüşler. Milletin boş geçecek diye sevindiği beden derslerini her hafta yazdığım skeçlerde arkadaşlarımla beraber oynadığımız sayısız gösteriyi de saymıyorum. Yazık millet boş ders bulmuş, altın değerinde. Belki biraz para oynayacak, ne bileyim dedikodu yapacak, isim şehir oynayacak ama hayııııır gazlıyız ya skeçlerimiz var, sessizce izleyecekler! Neyse onlar sıkıcı değildi allahtan, millet de eğleniyordu ama yine de hiçbir şey boş ders kadar çocuk milletini eğlendiremez. Nokta.
Özetle üniversite yıllarında iyiden iyiye yogaya meyillenmiştim. O zaman memlekette çok yeni dalgalar bunlar. Bir tane yoga stüdyosu vardı, Yoga Şala. Hala da var tabii... Kendimle girdiğim uzuuun muhakemeler  sonunda nihayet stüdyoyu görmeye gitmek üzere oradakilerle sözleşmiştik. Tabi ki beklenen oldu ve bir terslik çıktı. Olmayacağı var ya, İstanbul’da eş zamanlı bomba patlamaları (HSBC & İngiliz Kons & Sinegog patlamaları) yüzünden gidememiş ve “Neyse yea kısmet” deyip akışına bırakmıştım.
Şimdi nihayet bi süredir yapıyorum ve çok da keyif alıyorum beklediğim gibi. Her gün yapamıyorum amaç o olsa da. Elbette eski esnekliğimi yaşla beraber kaybettiğimden mütevellit bazı asanalar çok daha zor geliyor, kollarım kuvvetsiz olduğu için birçok asanada beni tam anlamıyla taşıyamıyor ama başlamak mühimdi. Zamanla iyileşeceğini bildiğimden çok da takılmıyorum. Bir heves terapisine gittiğim nefes terapisi sonrasında gazlanıp “Her gün güne 100 nefesle başlıcam ve bundan sonra HEP doğru nefes alıcam!” dedikten sonra 10. günde vazgeçmem gibi olmayacak umarım! Çünkü yogada gerçekten insanı yakalayıp zamanda hapseden bir şeyler var. Bir on dakika yapıcam diye başladığın zaman toparlandığında neredeyse yirmi, otuz dakika yaptığını görüp şaşırıyorsun. Yogayı tamamen dinginlik için usul usul yapmak çok daha güzel. Eski Hindistan özentiliğim de kalmadığından Beyoğlu’ndan alıp evde Hint müziği eşliğinde yaktığım ve annemi delirten tütsülerim de yok artık. Sadece birbiri ardına yaptığım ve henüz çok amatörce başarabildiğim hareketler ve nefes. Bir gün ustalaşırız belki, bir 12 yıl kadar daha sonra mesela... 
0 notes
selindelioglu · 6 years
Text
Taytlılar Vs Çarşaflılar: Bir Hayalet Hikayesi
Tumblr media
David Lowery’nin yazıp yönettiği bu “sarsıcı” filmi izlememin üzerine karmaşık hisler içinde hemen bir yargıya varamadım. Gözlerim de doldu, kafam da karıştı, zaman zaman ağır temposu zaman zaman kendi kendine konuşacak kadar ketum bir anlatımı olmasıyla biter bitmez hislerinizi toparlayabildiğiniz filmlerden değil bu. Üzerine düşündükçe içine girdiğiniz, içine girdikçe derdini anlayabildiklerinizden...
Bir süredir yalan yok dünyayı kurtaran taytlı abiler bana çok yavan gelmeye başladı. Elbette onları başka bi sepette değerlendirmeliyiz ama o sepetin biraz bokunu çıkardık sanki? Hani Rob Shneider’ın aynısından 347 tane çektiği o komedi filmlerinin bi benzeri oldular resmen. Para kazanmaya aç holeyvud abileri önlerine gelen her çizgiromanı adapte etmeye başladıklarından beri artık değil binalar yollar, gezegeni patlatsalar “Şu popcornu uzatsana bana da yea” olduk. Bir hissizlik bir tatminsizlik çöktü. Çünkü hikayeden ziyade görselliği ve heyecanı ön plana alan ve hikayesel olarak hep sınıfta kalan bu çoğu lame filmler artık görsellikte de gidebilecekleri en uç noktaya ulaştıklarında geriye kocaman bir hiçlik kaldı.  Hero rises, hero falls, no one believes in him then he rises again and saves the world. TAMAM ABİ ANLADIK YA. Kayahan’ın da dediği gibi; “Adresim aynı. Kaderim aynı. Günlerim aynı. Geceler aynı”
Bi de koca koca 55 yaşında abiler teneke kostümler giyip içinde sayntifik mambo cambo konuşarak TMI (Too Much Information) esasına dayanan kafa karıştırma tekniğiyle bizi oyalıyor ve bazen hayatta bazı şeyler birden anlamsızlaşır ya hani? Aynen o oluyor.  Asla yeni bi şey vermeyen, finali belli, girişi gelişmesi belli, başrolünde haftasının 6 gününü gym’de geçirip günde 9 yumurta yiyerek kas şişiren Captain America’lara daha fazla şak şak tutamıyorum. Eğlencelik filmler ki izlerken eğer ki iyi yapılmışsa çok da eğlendireni oluyor. Misal Thor serisi ya da Guardians of The Galaxy gibi. Sadece bi noktada artık sayıca çok ve içerikçe boşlar. Şu ne abi? Kendine gel, 78 yaşındasın hala “Güç reaktörü devreye girdi mi”? Bir de kaskın içinden çıkan saça bakar mısınız? C’mon!
Tumblr media
Şunu da atlamak olmaz. The Taytlılar! “Kestik!” deyince gıcırdaya gıcırdaya yürüyorlar karavanlarına kadar. Engel olamıyorum bu düşünceleri düşünmekten kendimi alamıyorum. Artık mesleki deformasyon mu, “bullshit’e doydum abi’cilik” mi bilmiyorum. Ama cidden artık iyisini seçip sadece içerikçe ennnn dolu, görsellik ve duygu açısından seyircisini yürüyen banknot olarak görmekten öteye gidenleri tercih edicem.
Gelelim A Ghost Story’ye... Post-Horror diye bir janr duydunuz mu? Duymadıysanız no worries, ben de yeni duydum. Şöyle ki, son zamanlarda sıklıkla şu cümleyi söylerken buluyoruz ya kendimizi; “Abi ben hiç korkmadım ya, hatta ne biliyim duygusaldı. Öyle korkucam diye gitme yani.” Heh işte, korku sandığınız bir filmi izleyince bu gibi şeyler düşünüyorsanız tebrikler, you just watched a post-horror movie! A Ghost Story de bu türün bebeksi bir örneği. Konu kısaca evli bir çiftin mutlu yaşamı evin erkeği C’nin (Casey Affleck <3) zamansız ölümüyle parçalanır. M (Rooney Mara) bir süre evde kocasının anılarıyla başa çıkmaya çalışır ama geride bırakıp hayatına devam etmek zorunda kalır bir noktada. Filmin asıl derdi bu gidişle başlıyor diyebiliriz.
C aynı evin içinde asırlarca yüzlerce yıl M’nin dönüşünü bekler. Artık ne beklediği karışır bir noktada, zamanlar karışır. Dünyanın sonuna gider, başına döner. O eve ilişkin nicelerini görür, kimleri kimleri dinler. Evin temeline çakılan ilk çiviyi de, dozerlerin evi yerle bir edip üzerine gökdelenler dikmesini de.. Bir noktada kendilerini bile görür ve öldüğünü ve hayalet olarak döndüğünü. Artık loop’un içinde loop’a girmiştir. Bu beklemeler sırasında ölümle başa çıkmaya çalışır, ayrılıkla, en önemlisi de zamanla.
Tumblr media
Arkadaş, 30 something olmanın hayatta kattığı bir şey varsa o da zamanın korkunçluğunu çirkinliğini görmeniz. Dün gibi hatırladığınız bi anının 16 yıl önce olduğunu acı bir şekilde fark ettiyseniz siz de zamanın bizle dalga geçtiğini anlamışsınızdır. Anılar C’ye hem çok yakın hem çok uzaktır. C gibi karşı evde de bir hayalet vardır (Çiçekli çarşafından kadın olduğunu bildiğimiz...) ve hayaletlerimiz altyazıyla anlaşırken ikisinin de birilerini beklediğini öğreniriz. Beklemeler arasında bir sonsuzlukta karşı evin zavallı mahsun hayaleti “Sanırım gelmeyecekler” diyerek kendini sonsuzluğa bırakır ve yok olur. Bizim C pes etmeyecektir. O evde takvimleri geçirirken bize ölümlerin ardından “Olan kalana oluyor” lafını düşündürür. C için içiniz sızlıyor, yönetmen çarşaf giymiş bir hayaleti size acındırabiliyor. Teknik olarak gerçekten büyük bir başarı. Azıııııcık diyalogla bu kadar şey anlatmanın büyük bir başarı olduğu gibi.
Çok da spoiler vermeden toparlamak istiyorum ki bu gibi filmlerde aslında hissettirdiğidir filmin size vermek istediği ve bunu da ancak izleyerek anlayabilirsiniz. Esasen benim hissettiğim filmin size full circle yaşattığı, aklınızı “Ocağı açık mı unuttum ya?” dan evrenin sonsuzluğuna naklettiği, aslında koca evrende ne kadar önemsiz, ne kadar küçük, ne kadar sonsuzluk ve bir gün olduğumuzu yüzümüze yüzüme vurduğu.
Tatlı bir çiftin aşkından, o aşkın trajik bir şekilde dağılmasının acısına, o acının giden ve kalan tarafından nasıl yalın ve gerçekçi bir şekilde yaşandığından, time passes mevzuna, haunted house madalyonunun diğer tarafını göstermekten, benim gibi varoluşla ilelebet çözemediğiniz bir derdiniz varsa ona ve mekanların ruhuna varana kadar 90 dakikada neler anlatıyor neler. Evet belki güç reaktöürünü devreye sokup dünyayı kurtarmıyor ama sizin dünyanızı kurtarmak adına büyük bir şey yapıyor: büyük resme baktırıyor.
Tumblr media
Az diyalog olduğu için filmin anlam yükünün eşit biçimde dağıtıldığı duygu, görsellik, müzik, mizansen, ışık gibi nice araçla aslında çok güzel ve net bir şekilde anlatsa da derdiniz, en son evin hayaletimizle beraber gezdiğimiz zamanları içinde belki geçmiş belki gelecekte bir noktasında bir ev partisini görürüz. Orda herkes dans ederken tuhaf tipli aslında herkesin görünce kafayı yemiş o ya bırak diye nitelendirebileceği bir adam tarafından evrenin “literally” sırrını duyarız. Filmi de büyük ölçüde açıklayan uğuzun bir monologdur. Hayaletimiz sessiz sessiz abiyi dinlerken aslınd adediklerinin ne kadar doğru olduğunu hepimiz anlarız. Küçük bir bölümünü şöyle kopi peysting eyliyorum: “A writer writes a novel, a songwriter writes a song, we do what we can to endure. We build our legacy piece by piece and maybe the whole world will remember you or maybe just a couple of people, but you do what you can to make sure you're still around after you're gone.”
Tumblr media
Bebeğim Casey Affleck ki biliyorum o da tacizci bir ademoğlu ve bu konuda gerçekten çok üzgünüm lakin oyunculuğuna ba-yı-lı-yo-rum. Sebepsizce hep sevdiğim yalın ve içli bir kimyası var. Zorlamasına gerek yok, rollerin ruhunu anlıyor gibi geliyor hep. Doğuştan şanslı, çünkü doğuştan öyle.
Tumblr media
Burda onu eve ilk adım attığı andan itibaren eve aşık olan ve hatta kendisi ölmeden önce bile hayaletini hissedecek kadar mekanla özdeşleşen C olarak izliyor ve seviyoruz. Rooney zaten hep güzel hep soğuk ama burda tüm çocukluğu boyunca sürekli taşındığı için her taşındığı eve notlar yazıp bırakarak filmin finalini inşa eden kilit bir rolde. Sevdiğ iinsnaın arkasından acısını yaşarken çok yerinde bir oyun sergilemiş. Tartışmalı turta yeme sahnesi dahil!
Tumblr media
Hayaletimiz tüm film boyunca zamanlar arasında sürekli kapı kirişinde M’nin sıkıştırdığı notu okumak için çıkarmaya çalışıp didinir. Belki beklediği M ile ilgili bir şeyler bilmektir, belki yalnızca özlemdir. Finalde nihayet çıkarır. Gerisi spoiler’a girer ondan mütevellit ben filmi şiddetle önererek konuyu toparlayayım. Bir ev, iki iyi oyuncu, sağlam bir öykü ve senaryo ve bir evle ne kadar güzel filmler çıarılabildiğini bize gösterdiği ve bir kez daha bağımsız sinemaya aşık ettiği için David Lowery’ye ve onun nezdinde filmi yapan A24′e teşekkürlerimi borç bilirim. Love you! Hikaye bulun, bir şey anlatın, n’olur yapın bunu. İzleyicinize saygı gösterin, bir göreviniz var. İzleyiciye karşı, sinemaya karşı. Boş boş işler peşinde koşup adına da “Film yazdım/çektim” demeyin. Bunu yapmayın.En azından ben yapmayacağımı biliyorum. Söz.
Ps: Dark Rooms’tan I Get Overwhelmed filming soundtrack’inin yıldızı. Tekrar tekrar dinleyiniz!
4 notes · View notes
selindelioglu · 6 years
Photo
Tumblr media
"We all go a little mad sometimes... Haven't you?"
2 notes · View notes
selindelioglu · 7 years
Text
Ezilenler Edebiyatı
Son yıllarda ezilenlerin dilinden konuşarak romantizm yapan ve toplumun belli bir kısmı tarafından sahiplenilerek eserler veren bir alt kültür edebiyatı baş gösterdi. Uzun bir süre sesine ses bulamamış milyonlar da biraz da olsa kendilerini anlayan, onları yazan insanları görünce sorgusuz sualsiz biat etme yoluna gittiler. Bir şeyi çok sevmenin hep destekçisi oldum. Bence çok sevmek başlı başına takdir edilecek bir şey. Lakin çok severken objektif olma yetisini kaybetmek, kültürel ve toplumsal erozyona sebep olabilir. Şöyle ki...
Tumblr media
Sevilen romanları ve fenomen olmuş Behzat Ç’siyle bu güruhun başını çeken isimlerden biri Emrah Serbes. Hepimizin bildiği trajik olayın baş kahramanı. “Kınadığını yaşarsın” düsturuna körü körüne inanan biri olarak dikkatli konuşmak istiyorum. Kazalar, dikkatsizlik, anlık hatalar herkesin başına gelebilir ama kör kütük sarhoş olup, bir de üstüne hız yapıp bir aileyi yer yüzünden silmek ve olayın sonrasında 112′yi bile aramadan “Bu işten en az zararla nasıl çıkarım?”ı hesaplamak apayrı bir şey. Zaten içkili direksiyon başına geçen herkes cinayete davetiye çıkarıyor, bu Serbes’e özel bir durum değil. Hiçbir anında iyi niyet barındırmayan bu olay toplumu otuz beşe böldü.
1- Vay pislik’çiler 
2- Büyük konuşma, başına gelebilir’ciler 
3- Tamam, linç etmeyin. Adam itiraf etmiş işte, daha ne uzatıyorsunuz’cular 
4- Olay çözülmeden suçlamayın diyen hayranlar
Öncelikle, adama hakaret etmek istemiyorum. Cidden eminim onun cephesinde de haklılık içeren bazı anlar vardır. Belki ağır depresyondaydı. Alkolizm o depresyonu susturma çözümüydü. Alkollü olduğu için karar mekanizması çalışmadı ve araba sürmemesi gerektiğini göz ardı etti.......
Ama büyük resme baktığınızda depresyonunuzun en masum haliyle sadece ama sadece sizi tüketmesi gerekir. Başka insanların sizin hatalarınızın bedelini ödememesi gerekiyor. Ben hayatım boyunca yaya oldum. Benzin parasından çok para döktüm belki yollarda. Üstelik 10 küsür yıldır ehliyetim de var. Araba alacak birikimim de oldu ama almadım hiç. Düşünmedim. Çünkü dalma huyum var ve bu özelliği yüzünden dostları tarafından dalgıç olarak anılan biri olarak kötü olaylara sebebiyet olabilirim diyerek hiç istemedim. Hatta ehliyetinin süresi dolduğu için arabasında çevirmeye yakalanan arkadaşım “Ehliyeti olan var mı? Geçsenize yerime” dediğinde bile geçmedim ön tarafa. Sorumluluk biraz da sizin başka insanların hayatlarına verdiğiniz değerle ölçülür. Bu masum bir “başımıza gelebilir” olayından ziyade, “bile bile lades” şımarıklığı dostlar. Bunu kabul edelim. Kaç sezon Behzat Ç izlediğinizin veya Serbes’in kitaplarına ne kadar para döktüğünüzün bu öyküdeki doğru yanlışı değiştiremeyeceğini kabul edelim. “Geç gelen” itirafın bile masumiyetinin konuşulduğu bir toplumsal davada bu kadar örnek alınabilecek şey varken elbette konuşulacaktır, neden susulsun? Bu veya bu tarz konular ne kadar konuşulursa yanlışlarının ifşa olması o kadar sağlanacak, yasada bu konuyla ilgili bir açık varsa gündem oluşacak ve belki düzeltilecek, insanların alkollü araba kullanmaya karşı ufak da olsa bir imtinası olacak, ünlü insanların bazı büyük hataları icra ederken iki kez düşünmesi ve bir şeyleri örtbas ederken korkuları olacak. TABİ Kİ konuşalacak. Siz kimsiniz ki insanları susturmaya çalışıyorsunuz? Bir edebiyatçıya sevginiz, yanlış giden şeyleri doğru hale getirmek isteğinizin önüne mi geçiyor gerçekten de? Nasıl insanlarsınız? Dünyanın en küçük empati yolculuğunu yapalım: “Bu olayda ölen senin ailen olsaydı, Emrah’ı savunabilir miydin yoksa en ilkel duygu olan intikamla hareket etmeye mi çalışırdın?” Bu felaket onun yazarlığını kötü yapmayacağı gibi, onun yazarlığını sevmeniz de bu olayı daha masum hale getirmez.
Ben de Woody Allen’a kendimi bildim bileli öldüm bittim ama karısını ��vey kızıyla boynuzlamasındaki ahlaksızlığı da inkar etmedim. Yılmaz Güney’e hasta oldum hep ama onu hapse ve sonrasında sürgüne yollayan suçun bir düşünce suçu değil de bir adi suç olan cinayet olduğunu ve onun da sözlü tahrik olsa bile katil olduğunu kabul ettim. Polanski’nin filmlerini çok severim ama sübyancı olduğunu hep söylerim. Bill Cosby en büyük şokumdur, onu hep sevmişimdir ama neredeyse taciz/tecavüz iddiası olmayan amerikalı kadın olmamasından sonra işini ve şahsiyetini ayırmışımdır. Bir sanatçıyı sevmeniz onun ahlaki ve cezai suçlarından mesul olmamasını gerektirmez. 
Tabi ki olayın kanıtları en düzgün şekilde incelenip eğer günahı alınıyorsa ortaya çıkarılacaktır ama bugüne kadar basına yansıyan deliller gerçekse çok acı bir tabloyla karşı karşıyayız demektir.
Tumblr media
Bir diğer örnek aynı romantik alt kültürün bayıldığı bir diğer yazar olan Burak Aksak. Kendisinden Leyla ile Mecnun çıkar çıkmaz, arkadaşım Melis’in “Dün bi dizi izledim, ak sakallı dede Mecnun’a geliyor beraber çay içiyorlar falan. Komikti ya.” demesiyle haberdar olmuştum. Absürd dili, ilk sezonu beni eğlendirip yer yer güldürse de sonradan çok ayağa düşmesi ve ilk sezonu aratması sebebiyle bırakmıştım. Şahane bir oyuncu kadrosu olduğu hala su götürmez bir gerçek. Dün de Emrah Serbes’in ardına bu özgün işi yapan genç senarist Burak Aksak ile ilgili bir skandal patladı. https://www.evrensel.net/haber/334417/burak-aksak-kadin-stajyere-saldirdi-iddiasi 
Eğer doğruysa sahibi olduğu yayın evinde yasal olarak suç olduğu halde sigortasız çalıştırdığı stajyeri künyede yazılmak isteyince küfür ve fiziksel şiddetle kovulduğu yönünde olan bu ayrıntılı iddia hemen gündemde yer tuttu. Gerçekse bu konuyla ilgili ters giden çok şeyi bünyesinde barındıran bir skandal daha. Sigortasız insan çalıştırmak, telif haklarını hiçe saymak, küfür ve fiziki şiddet. Bu alt kültürün, “yenildik ama ezilmedik bir çay içelim hayat böyle”ci insanlarının insan harcamak konusunda bu kadar tereddütsüz olması ne acı. 
Benim de hakkında hukuki süreç yaşıyor olduğum için isim ve ayrıntı veremeyeceğim bir bela geçti başımdan. Duruşmalarım devam ediyor lakin sözleşme vaadiyle oyalanırken senaryomun/fikrimin isteyerek ya da istemeyerek bir şekilde büyük bir firmaya çaldırıldığı bir olay yaşadım ve fikri hırsızlığın ne olduğunu çok iyi bilirim. Telif Hakkı sizin yazıp çizdiğiniz her şeyi sizin için koruyan bir haktır ve şakaya gelmez. Zaten iddialar doğruysa kişilerin bilgisayar ve telefon kayıtlarından izi çok kolaylıkla sürülüyor lakin birinin emeğini harcamak bu kadar kolay olmamalı. Bu olay genelinde konuşmuyorum, belki de dikkat çekmek isteyen bir gencin karalama kampanyasıdır belki her kelimesi doğru kalp kıran bir tecrübedir. Lakin bir gerçek var ki o da: Türkiye’de bu iş böyle. Doğruysa şaşırmayacağımı biliyorum. Genç arkadaşları haklarını savundukları ve tiranlığa boyun eğmedikleri için ayrıca tebrik ediyorum. Umarım parasız adam çalıştıran, fikir işçisinin garantisi, övündüğü tek şey olan isim yazma hakkını çiğneyip atan, hakkını aradığında da senin ondaki forsa sahip olmaman sebebiyle kenara kolayca itip üzerine 5 dakika bile düşnmeyen zihniyeti el birliğiyle öldürrüz. Bu konu da keza diğer konu gibi konuşuldukça toplumda değişiklik yaratacak bir konu. Elbette cinayete sebep olmak gibi adi bir suç değil ama genç bir insanın inancını çalmak da bir hayli ağır bir suç, atlamayalım.
Aynı güruhtan ve şahsen yönetmenliğini beyanlarından çok daha başarılı bulduğum sinema insanı Ünlü de geçtiğimiz aylarda Recep İvedik’in İnek Şaban’dan çok daha halktan bir karakter olduğunu belirtmişti. Halkı tanıdığını ve filmlerindeki duygunun yaşadığını düşünsem de son zamanlarda duyduğum en yanlış demeç olan bu demeci şöyle özetleyeyim.
Tumblr media
Kemal Sunal’ın sinemada eşi benzeri olmayan bir başarıya imza atarak ölümsüzleştirdiği İnek Şaban karakteri bir zamanlar Türkiye’de iyi olan her şeyi simgeliyor. İyilik, art niyetsizlik, masumiyet, yardımseverlik, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, hakkında ne kadar kötü planlar yapılırsa yapılsın iyi niyetiyle efsunluymuşçasına hep dört ayağı üzerine düşmek. O yüzden özellikle 70′lerin ikinci yarısı ve 80′lerde yaptığı Şaban filmlerinde genellikle Ali Şen ya da Şener Şen’in canlandırdığı uyanık karakterlerin simgelediği ve hep Türkiye’nin çirkin alışkanlıklarını, onların iyilikle nasıl yenildiğini göstermiştir. Adeta ideali temsil etmiştir. Her kesimden insanı küfürsüz ve osuruksuz güldürmüştür. En büyük küfür Eşşolu Eşek olan çocuksu bir saflığa sahip bir insandan bahsediyoruz. Şaban’ın her serüveni adeta Faşo Ağa’ya başkaldıran proleterya şovalyeliğidir. Bunun hakkını kimse yiyemez, basit bir fikir olarak belirtiyorsa bile haklarında varılabilecek en saf ve doğru çıkarım şu olacaktır: YEŞİLÇAM’I BİLMİYOR.
Sanırım bu romantik alt kültür sanatçısının kendisiyle oturup bir günah çıkarması ve bazı şeyleri tekrar tekrar değerlendirmesi gerekiyor. Başarı bir sanatçı olmakla iyi bir toplum sanatçısı olmak arasında bir yerlerde...
0 notes
selindelioglu · 7 years
Text
Les Misérables, The Real Deal
Bazı filmleri son derece geriden bazılarını fırından çıktığı gibi izleyen ayarsız bir insan olduğum için yine güzide bir filmimizi yaklaşık 67 yıl 3 ay sonra izledim: Les Misérables
Tumblr media
Tabi Sefiller deyince aklıma gelen “Daha iyi bir dünyada görüşmek dileğiyle..” diyerek aramızdan ayrılan büyük sanatçı Levent Kırca’nın 2001 tarihli trilyonluk müzikalini de es geçmemek lazım. Veletkene gidip izlediğimiz o temsil muazzam bütçesini çıkardı mı, zarar mı ettirdi bilmiyorum ama o yıllar malumun gelmesinden hemen bir yıl öncesi olduğu için sevgiyle özlemle andığım, cumhuriyetin cumhuriyet, aydınlığın nispeten bu kadar karanlık olmadığı yıllardı. Yeni milenyum kapıdaydı ve tüm gün bir sebepten alüminyum folyo muhabbeti yapmıştık. (İşte dertsizliğimiz buradan bile belli) Değişik kafalar, mutlu dünler diyelim. Güzel temsildi, iyi ki izleyebilmişim. Bir diğer “İyi ki izleyebilmişim” de orjinal kadrosuyla son sahnesini yapan Lüküs Hayat’tı. Neyse.
Tom Hooper imzalı 2012 Hollywood versiyonuna gelince henüz izledim. Benim genel olarak müzikal FİLMLERLE alakalı bir rahatsızlığım var: tiyatroda izlemesi pek ahenkli coşkulu olan bu tür sinemada - bence - olamıyor. Koltuğunda göbeğini kaşıyıp popcorn yiyen güruh için fazla uptight biraz yapmacık geliyor. Çok sevdiğim müzikaller yok mu? Çok çok var. Sadece en sevdiğim müzikallerden değil aynı zamanda en sevdiğim filmlerden olan the Wizard of Oz. Diğer örnekleri West Side Story, Grease, The Lion King, Singing in the rain, Sound of music, Moulin Rouge, Romeo & Juliet, Mamma Mia, The Blues Brothers ilk aklıma gelenler. Lakin o tadı, ne bileyim o ahengi yakalamak, doğru ruhu sergilemek hep mümkün olmuyor. Les Misérables’ı genel olarak sevdim, yer yer gözlerim doldu. Bu durumun mimli fransız yalakalığımdan ve başarılı müzik ve görsel yönetimi sayesinde de olması mümkün. 
Tumblr media
Filmin anlatımı çok başarılı, prodüksiyonu şahane, cast yıkılıyor, dediğim gibi soundtrack’i de çok güzel. Sanırım bu geneli bağlamayan bir takım özel sıkıntılarım yüzünden çok kopamadım.
1- ÇOK UZUN
Tumblr media
Evet, aşırı uzun. Konu ve materyal habalap hubolop toplanamayacak kadar teşekküllü olabilir lakin kimsenin kimseye bir şeyi 147 dakika izletmeye de hakkı yok diye düşünüyorum. Resmen filmi izlemeye başladığımda 21′imden gün alıyordum, bitti koca kadın olmuşum. Bu sorun genel olarak son yıllarda birçok filmde karşılaştığımız bir sıkıntı ya, neyse. Yönetmenim diyen 150 dakika film kesiyor ya nereden geliyor bu zamanın bolluğu? Zamanı eğip bükmeyi öğrendilerse paylaşsınlar da biz de bilelim. (Çok komikse paylaş biz de gülelim diyen sinirli lise hocası mode activated) Bir de 147 dakika kesip de karakterlerin dönüşümlerini tam verememek var ki hem Jean Valjean’da, hem Javert’te öyle oldu. Filmin en düz ve hatasız evrilen karakteri Fantine’di ki zaten Anne Hathaway toplamda 12 dakika oynadığı kariyerinde işten atılıp, orospuluk yapıp, hasta olup ölerek PEK DE “Bu karakter iki boyutlu kardeş” demeye fırsat veremeyecek kadar hızlı öldü. Yani Fantine bayağı zor bir gün geçirdi diyebilirz gjdvshf
2- Müzikal film cast’ları no name tiyatroculardan seçilmeli
Tumblr media
Şu rolde izlediğimiz adam, testesteron deposu, “kodum mu oturturum” şube müdürü Russel abi şarkı söylüyor. Olmuyor be yani tuhaf geliyor. Zaten müzikal dediğiniz şey kocaman hareket ve oyunlar bir yerde. O yüzden stage acting mevzuna alışkın (Russel ve Hugh da tiyatro yapan insanlar lakin...) ve de özellikle elli farklı rolde izleyip de içselleştirmediğimiz oyuncular seçilirse “dans edip şarkı söyleyen” karakterler fikri daha olağan geliyor. Yani Russel Crowe’un mesela “Seeeeeenlee tekrarrrr karşılaşacağııııızzzz Vaaaaaaljeaaaannn” diye şarkı söyleyerek oyunlar oynaması, çok yakın bir arkadaşımın gelip tuhaf tuhaf mal mal hareketler yapıp bende “İyi misin oğlum hasta mısın?” deme isteğini uyandırıyor. Bence müzikalleri daha inanılır ve daha az cheesy yapmanın bir yolu olabilir bu.
3- HEP ŞARKI SÖYLEMEYİN!
Susun da biraz motorunuz soğusun. Genel olarak en sevdiğim müzikalleri sayarken fark ettiğim bir başka unsur da sürekli şarkı söylememeleri. Filmler normal akerken SADECE gerekli yerlerde şarkılar ve - çok gerekliyse - danslar giriyor. Les Misérables’ın bendeki en büyük eksisi as-la sus-ma-ma-la-rı. Adam “Çabuk kaç canını kurtar!” derken bile gazel okudu ya olmaz böyle arkadaşlar yapmayın. Bu şarkısını asla bitirmek istemeyen Şebnem Ferah’ın Sil Baştan’ı 67 dakika boyunca söyleyip rekor kırması gibi. Üff ya şarkıların bitmesini beklerken çok sıkılıyorum. 
Tumblr media
Neyse dediğim gibi, finaldeki iki dakikası özellikle gözlerimi doldururken filme beğenim genel olarak ortalamanın bir tık üzeri. Görüntü yönetmenliği ve müzik direktörlüğü başta olmak üzere Hugh Jackman ve Russel Crowe’un da bende life-time pass’i olduğu için sevdim gitti hadi. ,ayrıca Gavroshe’un adeta Berkin Elvan olması ve devrimi başarısız kılanın kızgın ama korkak halkın yalnız bırakması gerçeği olduğu için ülkemi düşünüp yine dertlendim. Arkadaş iki dakika keyif yapıcaz, “şarkı türkü var ayol Hugh Jackman Russel Crowe” dedim yine Gezi mezi aklıma geldi, nerden geldi bunlar başımıza’dan tutun da Nasıl kurtulucam bu ülkeden, meyve kasasının içinde muasır medeniyetlere iltica mı etsem diye düşünürken bir bakmışım filmin bir şarkısını kaçırmışım. Neyse ki daha 3 saat sürdü!
Tumblr media
Do you hear the people sing? Singing a song of angry men? It is the music of a people Who will not be slaves again! When the beating of your heart Echoes the beating of the drums There is a life about to start When tomorrow comes!
Tumblr media
Fransa be! Nasıl yalakalanmayalım şimdi, biri anlatsın.
2 notes · View notes
selindelioglu · 7 years
Text
They are coming to get ya, Barbra!
Tumblr media
“The game has changed, the hell was full so they had to come back” - Romero
Birazcık malumun ilamı gibi olacak ama geçtiğimiz temmuzda kaybettiğimiz efsane sinemacı - sadece yönetmen demek pek mümkün değil, yazar, yapımcı, görüntü yönetmeni ve editör... - George Romero hakkında birkaç kelam etmek istedim biraz da.
Tumblr media
27 yaşında yarattığı ve sadece korku sinemasına değil daha büyük ölçekte sinema tarihine yön veren filmlerden biri olan The Night Of The Living Dead hakkında yapılmış çok yalın bir o kadar da dolu dolu bir belgesel olan ve nicedir izlemeyi ertelediğim Birth Of The Living Dead (2013) ü henüz bitirdim. Belgesel özelinde efsaneye yönelik birkaç detay paylaşmak istedim. 
Kişisel olarak sinemayı çok çok küçük yaşta gönül sevdim. Bir gün astronot, bir gün şarkıcı, bir gün cumhurbaşkanı olmak istemedim, hep “bi tür” sinemacı olmak istedim. 13-14 yaşında kalın kıllı saç fırçasını alıp banyo aynası önünde ödül konuşması yapan o saçma çocuk oldum. Bence komikti, bir gün olur da bir sahnede bi ödül kucaklayacak bir şeyler yapabilirsem (....)  o günlerin geri ödemesini yapmış gibi hissederim belki. Neyse. Bu sinema aşkı bağlamında sinemayı böylesine seven ve büyük dedesinden kalan milyonları veya tepeden inme kariyerleri olmayan yetenekli insanların nasıl yokluklar içinde efsane olmaya uzanan bir macerayı yaşadıklarını izlemeye/dinlemeye bayılırım. Başarı öyküleri izlemek herkesin hoşuna gider ama bir de bunu sinemada başaran insanların belgesellerini izlemek apayrı bir keyiftir. George Romero 27 yaşında TNOLD’i çekmeye karar vermeden önce Latent Image adlı bağımsız şirketiyle çektiği reklam filmlerinden, nasıl Bronx’ta doğup İtalyan taklidi yaparak çeteler tarafından şişlenmemeyi başardığından, nihayet ispanyol asıllı olduğu öğrenildiğinde çoktan Pittsburgh’e taşınıp filmcilik kariyerine başladığından bahsediyor. Üstelik Romero kendi anlatamıyla! Komik mizacı sadece cümlelerinden değil, röportaj verirken sigara tüttürüp “Ay sigarayı bırakırsam kahve içemem ki” minvalli kahvesini içmesiyle de belli oluyor :}
Bergman’vari bir senaryoyla ilk filimini çekmeye karar vermesi, o filmi gösterdikleri kimsenin destek olmaması, bunun üzerine “pazara iş yapma” kaygısıyla korkuya yönelip TNOLD’i yazmasını ve bunu yaparken de sıkı durun I am Legend’dan ilham almasını (ben bilmiyordum, çok şaşırdım) anlatarak başlıyor doc. Devamında ancak 7-8 kişi toplanıp nasıl 10 Image diye yeni bir şirket kurdukları, toplamda 600 dolarla Pittsburgh’te bir ev, filmler ve birkaç araç gereç kiraladıklarını anlatıyor. O kadar imkansız şeyler ki. Bitirip bitiremeyeceklerini bilmeden başladıkları bu serüvende imece usulü çalışmak tam karşılığını buluyor ve filmde herkes en az 3-4 iş yaparak toplamda filmi 114.000 dolara mal ederek bitiriyorlar. Oyuncuları eş dosttan amatör toplamak, oyuncu/yapımcı/buz pateni pisti sahipliği/havai fişek patlamacılığı/ses teknisyenliği/makyözlük /kasaplık vs gibi herkesin her şeyi hep beraber yaptığı bir filmden bahsediyoruz, muazzam. Adeta karpuz kabuğundan gemiler yapmışlar (Sniff sniff)
Tumblr media
Romero’nun kendisi daha film nasıl çekilir bilmeden görüntü yönetmenliği, senaristlik, yapımcılık ve yönetmenlik (ayrıca minik diyaloglu oyunculuklar) icraati ile bu çok şey yapan ekibin başını çekiyor. Nasıl daha Duane Jones başrolü kapmadan karakterin gideceği yolun ve sonunun adeta bir siyahi oyuncu için yazılmış gibi olmasından dem vuruluyor, üstelik istemsizce yazılmış olması daha büyük ve kozmik bir tesadüf.
Filmin aşşşşşırı düşük bütçesi hatta no budget bir şekilde çekilmesi, ses miksajına para kalmaması ve ses miksajcısıyla oynanan satranç maçını kazanarak bedavaya miksajını yaptırmaları, aslında kasap olan yapımcılardan birinin zombielerin yemesi için gerçek hayvan organları getirmesi, çoğunluğu Romero’nun reklamcılıktan kalma müşterileri olan amatör zombielerin o gerçek etleri nasıl çiğ çiğ yedikleri gibi Romero’nun bugün kahkahalarla andığı ama sizin dinlerken gözlerinizi dolduran onlarca detay var.
Ve filmin politik altmetni. 60′ların durdurak bilmeyen sivil haklar mücadelesinde üstün beyaz ırkı savunanlarla siyah ırkın özgürlük mücadelesi, yaşanan kanlı isyan, çıkarılamayan yasaların nasıl hep bu filmin politik altmetninin oluşturduğu anlatılıyor. Bu altmetni filme döşemek bırakın o dönemde büyük stüsyoların cesaret edememesini, özellikle varını yoğunu bir filme yatıran bu bağımsız sinemacılar için özzzzzellikle çok korkunç bir hamle. Romero ve eleştirmenlerin ağzından bu metaforlar, dönemin siyasi olaylarını anarak çok güzel bir şekilde ifade ediliyor.
. Filmin kurtarıcı rolündeki ana kahramanının siyah olması, teker teker bütün karakterlerin trajik şekillerde ölmesi, bir diğer beyazlık timsali ana kahraman Barbra’nın filmin başında kendisiyle dalga geçen sonrasında Zombie olan abisi tarafından öldürülmesi ve en bombası Ben karakterinin ironik bir şekilde baştan beri inmek istemediği bodruma inerek kurtulup, finalde zombileri öldüren “beyazlar” tarafından sorgusuz sualsiz vurulması. İnanılmaz bir final ve tam da o bitirdikleri filmi pazarlarken martin Luther’e suikast olması gibi talihsizlikler birbir anlatılmış :} Filmde finalde güya insanları kurtaran kişilerin white supremacistler olması ve aslında filmde iyi kötü diye bir şey olmadığını göstermesi çok şairane. Filmde herkesi kurtaran dürüst ve cesut kahraman finalde insanlar tarafından yargısız infaz yapılıp yakılıyor. Herhalde yazılabilecek en güzel final bu olsa gerek. Üstelik bir diğer takdire şayan şey ise tüm bu sivil haklar göndermelerini kapalı yapmaları. Yani filmledi karakterlerin zenci-beyaz ayrımı yapmaması. Aslında bugün bile gördüğümüz gündemiyle Amerika’nın başaramadığı o modern bakış açısıyla siyah-beyaz muhabbetinin bile yapılmaması.
Nasıl Columbia’dan tutun da götürdükleri hiçbir dağıtımcının filmle ilgilenmediğini, nihayet buldukları küçük dağıtımcının da finali “fazla karanlık” bularak değiştirmek koşuluyla evet demesi ve Romero’nun çetesinin “sanki çok seçeneğimiz varmış gibi hell no” dedik şeklinde gülerek aktardıkları anılarıyla devam ediyor post prodüksiyon maceraları.
Nihayet NY 42. caddede grindhouse filmler oynatan Amsterdam Theatre adından bir salonda oynatmaya başladıklarını tüm eleştirmenlerin acımasızca tiksintiyle ve saygısızca yerden yere vurduklarını ancak sonra Andy Warhol’un Interview’unda yayınlanan “this is a work of art!” eleştirisi ve yayınlandığı Fransa’daki Positif dergisinde bir şahaser olarak tanıtılmasından sonra yavaşça dipten çıkıp yükselmesi insana henüz bir şey denememiş ve haliyle endişeleri olan bir sinemacı olarak umut veriyor. Bir gün hiçbir şeyken bir gün nasıl MOMA’da gösterilmesi “Adeta hayat da böyle bir şey” dedirten cinsten. Bir diğer büyük ayrıntı ki bu Romero’nun bu kez kahkahalarla değil de sitemle anlattıığı bir şey:  orjinal kopyada Romero ve arkadaşları filme The Night Of The Flesh Eaters adını verirler ve açılış jenerikte ismin yanına copyright anlamına gelen c’yi koyarlar. Dağıtımcı ismi kendisi TNOTLD’a çevirdiğinde o c’yi koymaz ve gören herkes filmin telif hakkı olmadığını düşünür ve Romero Avrupa’daki hiçbir gösterimden ki bir hayli izlendiği de ekleniyor, para alamaz. Dünyanın her yerinde izinsiz gösterimleri ve korsan satışları yapılır. Sad story bro :{ Telif hakkı mühim konu.
Neyse bu detaylar uzar da uzar, bence her sinemaseverin izlemesi gereken bir belgesel. Özellikle benim gibi sinema belgesellerinden hoşlanıyorsanız zamanın nasıl aktığını hissettirmeyen cinsten, çok keyifli detaylarla dolu bir film. Bence kesin izleyin. 
“I won’t stay dead! I’ll come back as a zombie!” diyen Romero’ya saygılarımla <3
Tumblr media
0 notes
selindelioglu · 7 years
Text
Girls, Sex And The City, Şeyma Subaşı ve Feminizm
Buraya birbirinden kel alaka gibi görünen bir takım olayları sıralayarak yine bi tarafımdan salladığım ve doğru olduğuna elbette emin olduğum çıkarımlar yapıcam yüksek müsadenizle.
Tumblr media
Olaya yıllardır severek izlediğim Girls dizisinin yaptığı büyük finalle gireyim. Şimdi bu dizi o dönem 26 yaşında olan, komple sanatçı bir aileden gelme genç yazar Lena Dunham tarafından yaratılmış, başrolünde kendi oynadığı, bazı bölümlerini de çektiği içeriğinde de bol bol kadın egemen idealler etrafında dönen olayları sergilediği için feminizmin son dönem gururlarından biri olarak servis edilmişti. Bir istemsiz feminist, bir NY aşığı ve bir iflah olmaz Sex And The City manyağı olarak sorgusuz sualsiz atlamıştım. Zira diziyi “Abi Girls diye bi dizi var, Sex and the City’nin genç ve parasız versiyonu” olarak pazarlıyordu herkes. Gerçekten de karakter karakter örtüşen plotu, setting’i, sex ve ilişkiler temelli giden kurgusu birebir SATC’den çakmaydı. Ama olsundu, biz halefini de severdik selefinden ötürü. Pek tabii beklentiyi karşılayamadı ama beklenti SATC efsanesi olunca karşılayamaması da pek koymadı ve zevkle izlettirdi. Lena’ya trollükleri için ara ara çok kızsam da kalemini severim. Tongue in cheek mizahı, edepsizliği, durumdan komedi yaratma ve mevzuyu drama zahmetsizce kaydırabilme özelliği çok hoşuma gider. Finalden beklentim büyüktü. Lakin asla karşılanmadılar.
Kahramanımız Hannah sezon başında hamile kaldı. İdeallerini ikinci plana attı ve upstate New York’ta allahın unuttuğu bi banliyöde çocuğunu büyütmeye karar verdi. Showa adını bile vermiş olan kızlarla yapılan final çok zayıfı. Shosh “Hepinizden nefret ediyorum, itiraf edelim asla bff olmadık!” deyip herkesten gizli nişan yapıyordu. Jessa ki kendisi Hannah’nın No 1 kankası olur, Hannah’nın one and only aşkını çalıp (çalmak çünkü Hannah kariyer peşinde uzaktayken sevdiği adamı yalnız bıraksın diye onu bir artiste iteklemiş o sebeple ayrılan Hannah Adam çiftinin Adam’ıyla yatarak sonra da kendine ayartmıştı. Defolsundu böyle kardeşlik de kadınlık gururu da) Marnie kendi hayatındaki boşlukları ve olmamışlıkları Hannah’nın iyilik meleği olarak defedeceğini düşünüp onla banliyölere sürüklenmişti. Dizide kadınlık, feministlik adına hiçbir şey gurur vermedi, hiçbir şey yüz güldürmedi. hadi burada da bitmedi. Koskoca showun finali bebeğini emzirmek için onunla bağ kuramayan aslında sembolik olarak anneliği kotaramayan Hannah’nın  nihayet bebeğiyle connection kurmasıyla bitti. Feminizm, kenara itilmiş kızlar, o kızların boşlukla sonlanmış hayatları ve hayalkırıklıkları.. Ve nihayet anneliği kıvırmaya başlayan Hannah. 
Feminizm adına büyük hayal kırıklığı bir final oldu. Hiçbir dizinin feminizmin hakkını vermek gibi bir misyonu yok ama adı Girls olan, iddiası kadın güçlendirmek olan, yaratıcısı da feminizmle ilgili her konuda bu kadar aktifken ister istemez bir beklenti oluşuyor. 
Asla böyle bir final beklemiyordum. Bence Lena’nın anlatacak hikayesi bitti ve bir sebepten motherhood (ki abortion’ı, benim bedenim benim kararım’ı Amerika’da en aşkla savunan liberal sanatçılardandır kendisi) temelli bir finalle bitti. Esasen bu annelik, yazarlık, oldurulamayan ilişkiler, NY’da kariyer ve bekar kadın olmak, Girl power vs SATC’nin bundan tam 17 yıl önce bitirdiği konulardı. Girls’te izlediğimiz hemen hemen her şey, daha önce daha başarılı ve oturaklı bir şekilde SATC’de yapılmıştı. O yüzden SATC dizilerin anası diyorum. Hem çok komik, hem çok doğru, hem sosyal duruşu çok yerinde, sorumluluklarının bilincinde, dramının dozu katiyen muhteşem bir diziydi. İzlemeyeni de kaale almam. O derece.
Tumblr media
SATC’nin finalinde Carrie ne kariyerinden vazgeçmişti ne aşkından, ne de kendisini kendisi yapan şeylerden. Finali bir aşkın mutlu sonla bitmesi değildi, Paris’te kendisi olmaktan Carrie olmaktan uzaklaşan Carrie’nin NY’ta tekrar kendisini bulmasıydı. Miranda çocuğunu bekar anne olarak doğurmuş sonra sevdiği için çocuğunun babasıyla evlenmişti. Özgürdü, Manhattan’a tek başına ev alacak kadar başarılı Harvard mezunu bir avukattı. Sinik karakteriyle adeta çetin ceviz, zor beğenen, asla duygusallaşmayan kadınların sesi gibiydi. Samantha ve Charlotte’a girmiyorum bile. Bilen bilir. Mükemmel karakterler ve herbiri kadın olmanın birer gurur bayrağı gibiydi. Biz SATC dizisini seven kadınların kendi aramızda gizli bir tarikatımız var gibi gelmiştir bana hep. Espri anlayışımız, düşünce tarzımız, olaylara bakış açımız bak hiçbir şey değilse bile kadın olmanın değerine ilişkin görüşümüz hep birdir gibi gelmiştir bana. Canım SATC <3
Bir diğer örnek ki sanırım en güncel ve Türkiye’yi kilitleyen isim: ŞEYMA SUBAŞI FUCKING ILICALI
Tumblr media
Küçük Şeyma’nın kendisiyle yaptığı düğünü tüm Türkiye olarak zorla izlettirildik. Instagram’da Twitter’da, Tv’de, basında her yerdeydi.  Kendisiyle diyorum zira Acun bu düğünde Mayadroom’dan alınmış 250 tl’lik ön fgr gibiydi. Yani kamera ondan yakın plan alabilirdi ama diyaloğu yoktu. Hepimiz Şeyma’nın evlilik dışı ilişki yıllarından, o yıllardan kalma çocuğundan ki muazzam bi şey bu çocuk hayret etmemek elde değil, ve kocasının bir önceki evliliğinin yıkımında sarfettiği muazzam emekten er geç haberdar olduk. Ben şahsen belki en geç duyanlardanım. Kendisini bir küsür yıldır biliyorum. Ama cm cm ezberlememe yetti, kadın matrix gibi her yerde. Şu tshirtü giyebilmiş bir insandan bahsediyoruz arkadaşlar, kimse ondan kaçamaz.
Tumblr media
Evet, doğru okudunuz: FEMINIST AF. 
khfahdgkheskdhgfshgldh
Bakın bi şey demek istemiyorum ama kelimeler yığını ağzımdan taşıyor durduramıyorum. Vah vah feminizm kimlere kaldın. Yargılamıyorum lakin evli bi insandan çocuk yapıp, onun ödediği parayla milyonlar harcayan, eğitimi, birikimi, siyasi görüşü, sanat anlayışı hatta mesleği bile olmayan bir kadın sadece o tshirtü almaya parası yetiyor çünkü sevgilisi ona o parayı veriyor diye feminist af tshirtü giyiyor. İnanılır gibi değil. Sürreal bir dünyada yaşıyor gibiyiz di mi bazen?
Bi de bu kızımızın düğünüyle dalga geçen binlercesi var. Kişisel olarak bu kısımda günahım yok çünkü tutarlıyım. Çocukken evlilik konuşulduğunda “İğğğk ben evlenmicem” derdim, bugün de evlilik bana korkutucu geliyor yalan yok.  Bu benim OCD’li karakterim ve rutinlerime bağlı, bağlanma sıkıntısı çeken katı psikolojimle de alakalı olabilir lakin ben dalga geçerken önceki tavır ve davranışlarımla uyum içerisindeyim. Bu da bana yetiyor vgsdsfhagf Her 5 lafından ikisi evlilik, ikisi kocam-kocacım-kocişim (artık söyleyenin sosyo kültürel seviyesi neyi getiriyorsa) biri de düğün olan kezbanlarımızı Şeyma’nın düğünü sinirden çatlattı. 
Bakın bu da komik. Evlilik manyağı olan, evliliği hayatının anlamı addetmiş, kendi hayal ve ideallerini bir adamla olan imza içerdiği için ciddi olduğuna inandığı birlikteliklerinin arkasına koymuş, hayatı evlilik olmuş, bu ilişkiler içinde kendini unutmuş, “dünyada nasıl bi iz bırakırım?” değil de “ne yaparım da evliliğime/ilişkime devam edebilirim” olan binlerce yerli kızımız da Şeyma’ya sallamış. Sizin ne farkınız var? Şeyma da sizin gibi evlilik manyağıydı, evet o kirli oynadı, yuva yıktı, kalp kırdı ve korkunç şeyler yaptı bir başka kadına ki bu onun kendi manevi ağırlığı; elbet bir gün yüzleşeceği karması ama sen çok mu farklısın Twitter’ın binlerce kızı? Şeyma’ya kendi kendine evlendiği için gülen çoğunluk var ama ben çok sayıda insanda şunu görüyorum: kadınlar evliliklerinde ya da ilişkilerinde kocam, kocacım, sevgilim vs diye hayatlarındaki insanı pompalarken (gerek sosyal medyada paylaştıkları fotoğraf ve yazılarla gerek sosyal hayattaki tavırlarıyla) o hayatlarındaki insan asla karım-karıcım- biricik sevgilim diye hayatlarındaki kadını sunmazlar. Yokmuş gibi davranırlar. Hatta sosyal medyada arkasından bekar kadınların paylaşımlarını fotoğraflarını beğenir bir şekilde dış dünyada yer alma mücadelesinden vazgeçmek istemez gizli gizli. Aslında Şeyma’ya gülen binlerce insan da kendi kendine evli veya kendi kendine sevgili ama farkında değil. Çünkü buna Şeyma’da gülmek çok kolay. Çünkü o açık bir hedef. Çünkü Şeyma yıkılmaz, çünkü o cahil, o yuva yıktı, o kötü kadın. Ama hayatta hep tutarlı olmaya takmış bir insanım. Bir de günahsız olan ilk taşı atsın diye öğrendim. Gerçekten sizin ilişkiniz veya evliliğiniz çok mu dürüst? Kocanız/sevgiliniz sizi çok mu seviyor ya da emin misiniz arkanızdan başka kadınlara yanlamaya ufak da olsa flört etmeye çalışmadığından? Sizi biricik karım/biricik sevgilim diye taşıyor mu tanımadığı insanlara karşı? O yüzden o kadar emin olmayın. Ve emin olana kadar da Şeyma’nın kendi kendine yaptığı evliliğe o kadar gülmeyin derim bir öneri olarak. 
3 notes · View notes
selindelioglu · 7 years
Text
Hepimiz Curtis’iz - Take Shelter, Bir Sanrı Gördüm Sanki...
Mud’la tanıyıp sevdiğim yönetmen Jeff Nichols’ın 2 numaralı filmi Take Shelter uzun süredir izlemek isteyip de “Ay tamam hadi bugün de izlemiyim sonra izlerim, şimdi şunu izliyim hihihih” diye elimden kaçırdığım bir filmdi. İstanbul’u sel götürüp, haber bültenlerinin Amerikan felaket filmlerinden fırlamış gibi dolular ve yangınlar gösterdiği bir gün istemsizce açıp izlediğim bir film oldu. O gün verdiğim en iyi karar olmuş, aferin bana! Tek kelimeyle aşık oldum. (İki oldu evet) Filme kol bacak girişiyorum, bolca spoiler var, aman diyim.
Tumblr media
Öncelikle filmin çok sağlam bir sistem eleştirisi yaptığını belirtmeliyim. Amerikan sağlık sisteminin sigortaya bel bağlaması, ekonominin mid-class için kaygan bir zeminde olması ve film içinde karakterlerin de dediği gibi “bu ekonomide yanlış bir hareket sonun olur!” şeklinde diken üstünde yaşamaları, adı üstüne normal normlarda yaşamayan herkesin toplumdan dışlanma ve yalnızlığa itilip ötekileştirilme korkusu, tv’yi açtıkları andan itibaren bilinçaltlarına her karede bir tehdit aşılanması. Hepimiz için geçerli bunların hepsi, sürekli bir korku imparatorluğu hükümdarlığında yaşadığımızı görmemiz - “onu yeme ağzın yamulur”, “bu domatesi yediğin an kansersin”, “şunu kullanan öldü”, “bunu koklayan bitti”, “kimseye güvenme, böbreğini çalar” gibi sonu gelmeyen tehdit ve kabuslarla her gün tüm gün cebelleşiyor olmamız gibi gibi gibiii filmin anlattığı şeyi destekleyen çok şey (!) var.
Jeff Nichols da bu durumu, modern hayatın en büyük salgının endişe olduğunu, bunun her gün hayatımıza zorla sokulan korkularla paranoyaklaştırılmamızla sağlandığını ve gerçekten kaybedecek şeyin oldukça ağırlığının ve tahribatının da daha çok olacağını söyleyerek açıklamış. Evliliğinin ilk yılında yazmaya başlamış bu filmi. İlk filmi Shotgun Stories’i çekmiş, eleştirmenlerce çok beğenilmiş, henüz evlenmiş evde mutluluk hakim, işi evi, ailesi yolunda giderken içine bir korku düşmüş: ya bunları kaybedersem korkusu.. Çok şeyiniz olduğunda daha çok endişe duyuyorsunuz diyor auteur. Endişe duyanlar bilir, endişe hiç uyumayan bir düşman gibidir. İnsanı içten içe yer bitirir. Zihninin bir köşesi hep bu konuya rezerve, normal bir hayat yaşarken hiç ummadığın anda mıhlar insanı olduğu yere. İşte bu endişe atakları arasında yazmış bu filmi ve biricik dostu, muse’u Michael Shannon’la bir kez daha ortak olmuşlar ki Michael sen bir şiir gibisin! Her ne kadar taş mı yesin tabi para lazım desem de gözlerim kanadı o şahaneyi Man of Steel’de Zod olarak görmekten. Zod’un haricinde boşu olmayan, ruh hastası rollerinin aranan şovalyesi adeta. Hele bu filmde o kadar şahane ki anlatılmaz, muhakkak izlenmeli. Ezber bozan paranoyak performansı bir yandan deli miyim’i sorgularken bir yandan deliysem diye acı çekiyor;  bir yandan da değilsem o zaman bunlar gerçek mi korkusunu, her şeyi o kadar muazzam ölçeklerde oynamış ki acısını, korkusunu, çaresizliğini iliklerinizde hissediyorsunuz. O sene Michael’a bir adaylık bile vermeyen Akademi’nin allah belasını versin e mi, pislikler.  Ah Michael ah..
Tumblr media
Senaryoya gelince, çok leziz bir suspense’i ve onu ustalıkla sündürmeden açan ve son ana kadar  suspense’ini  muhazafa ederek seyirciyi artık koltuğunda meraktan sabırsızlandıran bir hale geliyor. Şöyle bir şey..
Tumblr media
Türü gerilim yerine psikolojik dram olmalıydı zira sağlam gerilimli sahneler olmakla beraber asıl derdi dram filmin. Bu janr belirlemek adına bir meslek var mı bilmiyorum ama yoksa Amerika’da ciddi anlamda başlamalı. İzlediğim filmlerin yarısının türü yanlış listeleniyor. Ha Amerika öyle de Türkiye’de yok mu tip derseniz eğer Türkiye’de tür mü var ayol. %90 osuruklu komedi, %4 cinli korku, %6 n’olduğunun bile farkında pek olamamış dramımsı filmler. Neyse.. Take Shelter’a dönelim, yapı olarak kusursuza yakın bir senaryo bir o kadar da ince bir o kadar da şiir gibi bir yönetimle izlediğim en başarılı bağımsız sinema örnekleri arasında girdi ki bağımsız sinemaya tapan insanım. Bu benim için sağlam bir istatistik. Benim aşırı çok acaip önemli (hdsgfjhgdsjfgjhds) beğenimin yanı sıra  40′a yakın ödül toplamış ki helal diyorum herbirine.
Tumblr media
Psikanliz çıktığından beri herkes biraz deli, evet ama bazıları - hala - biraz daha deli. O delilerden birinin hikayesi bu, Curtis..
Curtis (Michael Shannon!) Ohio eyaletinde elleri toprakta çalışan, ailesini seven, iyi kalpli erdemli yiğido bir aile babasıdır. Pek tatlı karısı Sam (Jessica Chastain <3) ve sağır kızları tatlı Hannah ile huzurlu bir hayatları vardır. Filmin açılış sahnesi ki filmin en önemli iki yerinden biri (Diğeri finali elbette), Curtis’i devasa fırtına bulutlarına usul usul bakarken görürüz. Sonra yağmur başlar ama dökülen su değil, motor yağı gibi bir sıvıdır. Film o anda yakalar seyirciyi zaten.
Tumblr media
Bu bir rüyadır. Curtis bunu önce dikkate almaz ama sonradan şiddeti artan ve gerçekliği de şiddetiyle coşan rüyaların sonunda seçeneklerini ikiye düşürür;
1- Deliriyordur ki bu çok da olasıdır. Öğreniriz ki annesi tam da kendisinin şu an olduğu yaşta paranoyak şizofren tanısıyla enstitüye yatırılmıştır. Annesini ziyaret eder ve ona yaşadıklarını sorar. Amacı kendisi de aynı yolda mı öğrenmektir.
2- Bir diğer seçeneği de gerçekten bir fırtına yaklaşıyordur. Daha önce görülmemiş büyüklükte ve her şeyi yok edecek bir fırtına. 
Tumblr media
Filmlerde hasta olduğunu anlamayan anlasa da inkar eden pasif agresif, korkak karakterlerin aksine Curtis çok açık ve aktif bir karakter olarak ilk olarak gördüklerini başkalarının da görüp görmediğini sorgular. Görmediklerini anlayınca yaptığı ilk şey delirdiğinden şüphelenmek olur. Sizofreni hastalığını araştırır ama doktora gidecek parası yoktur. “Deliriyor da olabilirim ama delirmiyorsam ve dünya bir sona yaklaşıyorsa ailemi korumam lazım” mantığıyla harekete geçer. Günümüz aile babası figürünün hep altında ezildiği sorumluluk bu. Kiminin bunu yapamayacağını bildiği için hiç bulaşmadığı, kiminin bulaşmaması gerekirken bulaşıp sonunda ailesini yarı yolda bıraktığı, kiminin de Curtis gibi ailesine cidden kalpten bağlı ve onları koruyamayacak olmanın en büyük kabusu olduğu insanlar..
Tumblr media
Evinin önündeki dökülen sığınağı elden geçirmeye, içine erzak, oksijen maskesi gibi Nat Geo’nun Kıyameti Bekleyenler programındaki manyaklar gibi malzeme yığmaya başlar. Bu arada o programı her gördüğümde sığınakların devasalığı konusunda şok olmuşumdur. Adamın yaptığı yatırıma bak, dünyanın sonu gelirse diye bir heves para döküyor. Hayır bi de gerçekten dünya bitsin ve o sığınağı kullansın istiyor. Akıl almaz bir manyaklık seviyesi. Her sabah perdeyi açıp “Pfff bugün de kıyamet kopmadı god damn it!” diyorlar mıdır acaba? 
Tumblr media
Neyse dağılmadan devam edeyim, rüyalarında sadece fırtına değil, bununla beraber onlara zarar vermek isteyen belirsiz insan figürleri de görür. Kim olduklarını bilmez, zaten düşmanı da yoktur ama tam da Amerikalının the strugle is real dediği cinstendir rüyaları. Bu arada bir parantez açayım, inanılmaz başarılı rüyalar olmuş herbiri! Tıpkı Kartal Tibet’in Milyarder’indeki gibi ki en sevdiğim türk filmlerindendir- derin bir psikolojik inceleme yapar karakterleri üzerine. Milyarder’de de önce dışarıda yabancılardan şüphelenir bilinçaltında. Rüyalarında biletini çalmaya çalışıyorlardır. Sonra gitgide yakınlarına gelir sıra. Nihayet karısının da bileti çaldığını görür. Güvenecek kimse kalmadı derken en son kendini görür rüyasında. Kendinden biletini çalıp kendini boğuyordur. Paranoya kendini besleyip büyüten bir canavar. 
Tumblr media
Burda da buna benzer bir yoğunlaşma olur rüyalarında. Önce köpeğinin fırtınada kendisine saldırdığını görür. Köpeğini abisine vererek evden uzaklaştırır. Sonra beraber çalıştığı en yakın dostunun saldırdığını görür, onu da başka ekipe aldırarak kurtulmaya çalışırken olaylar karışır ve işinden olur. Sığınak için karısından gizli çektiği devasa krediyi de ödeyemecektir, kızının ameliyatını da.. Bu evde büyük bir krize sebep olur. En son karısını rüyasında kendisine saldırmak üzereyken görür. Curtis’in sadece psikolojik durumu değil, ekonomik, sosyal ve ailesel ilişkileri de mahvolmuştur. Süreç içinde karısı çok sevdiği kocasına tüm gücüyle destek olur ve ona her anlamda yardımcı olacağını ama onun da tedavi olması sözünü vermesini ister. 
Tumblr media
İkili anlaşır. Derken bir gece aile sirenlerle uyanır. Bir fırıtna geliyordur. Aile hızla sığınağa koşar ve geceyi orda geçirirler. 
Tumblr media
Seyircinin tam da “A-ha, adamım Curtis haklı çıktı huleyynn” naraları attığı andır bu. Derken sabah olur ve fırtınanın komşu evlerin verandalarındaki birkaç sandalyeyi uçurmaktan başka bir zarar vermediğini görürler. Curtis de artık kendisini dışlayan sosyal çevresi gibi delirdiğine emindir. Gittikleri psikiyatrist ailecek biraz zaman geçirmelerini, çünkü sonra Curtis’in çok ciddi bir tedaviye başlaması gerektiğini söyler. Curtis’in en korktuğu şey gerçek olmuştur: asla yalnız bırakmak istemediği ailesinden uzaklaşacaktır. Tıpkı delirip kendisini bırakan annesi gibi. Ailecek tatile çıkarlar. her şey - olabildiğince -  yolundadır. Baba-kız sahilde kumdan ev yapıp tam da üstüne su dökerken (!)  Curtis yine kabuslarındaki devasa fırtınayı - bu kez her zamankinden de büyük ve tüm görkemiyle -  karşısında görür. 
Tumblr media
Bir fark vardır: bu kez kızı ve karısı da aynı şeyi görüyordur.  
Tumblr media
Derken fade out ve film sonu! Yönetmenin yorumu seyirciye bırakmasında bir hınzırlık var: senin finali yorumlama eğilimin bir yerde olaylara yaklaşımını da gösteriyor. Ne kadar paranoyaksın? Yoksa gerçekçisin ve bunun bir fırtına olmadığını bir başka rüya olduğunu mu düşünüyorsun? Bu iki seçenek arasında vardığın karar senin ne ölçüde paranoyak olduğunun da göstergesi bir yerde. Tabi ben kendime yakışanı yaptım ve bunun gerçek bir fırtına olduğuna kanaat getirdim. Paylaşılmış psikotik bozukluk (Psikotik sanrılar gören kişilerle çok vakit geçiren kişilerin de zaman içinde bu sanrıların gerçek olduğunu sanabilmeleri durumu) olduğunu düşünmüyorum. Zira sahilde baba-kız kumda oyun oynarken fırtınayı ilk gören ve babasına gösteren sağır kızları Hannah’dır. Sağır olduğu için tüm film boyunca anne-baba arasındaki diyalogları asla duymamış ve babasının sanrılarından haberi yoktur. Kaldı ki anlayamayacak kadar da ufaktır. Bu bu seçeneği otamatikman eletiyor. Diğer bir seçenek de bütün olayın enstitüde tedavi olan Curtis’in zihninde olması ve o tatilin aslında hiç gerçekleşmemiş olması. Curtis bu yolla deliliğini kendine justify ediyor ve ailesiyle ortak bir paylaşım içine girmeye çalışıyor. Bu da bana kusura bakmasınlar ama çok “Bruce Willis aslında öllüymüş”ile “aslında hepsi rüyaymış” bir tutam da “fight club’ta jack ile tyler durden aynı kişiymiş” klasmanında geliyor, so nope. Zaten burdaki twist, burdaki ters köşe artık hasta olduğuna kendisinin de emin olduğu bir anda fırtınanın olması. Final sahnesini yaklaşık 2o kez izledim. Herbir mimiği, saniyeyi mercek altına aldım. “Sen de görüyor musun?!” oyunu ve “Görüyorum” oyunu o kadar bariz ki.. 
Ayrıca bu tedavi altındayken kafasında kurduğu bir şeyse psikiyatristle konuştukları sahnede psikiyatristten oraya gitmeme ihtimallerine yönelik bir şey duyardık. Açık kapı bırakırdı, illa point out etmesi de gerekmiyor. Bu şekilde “ben dedim oldu” minvali bir kılıfına uydurma çabası oluyor bunun başka bir sanrı olduğunu düşünmek. Bunun gerçek bir fırtına olması Curtis’in hasta olmadığı anlamına da gelmiyor. Amerikalı gibi gireyim lafa, ne derler bilirsin:  “paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez”
Çok sevdiğim Angels in America’nın yıllarca unutamadığım bir diyaloğuyla bitireyim. Emma Thompson’un oynadığı homeless karakter Meryl Streep’in oynadığı aşırı konservatif mormona söylüyordu, bence tüm dünyayı anlatıyor.
“In the new century, I think we will all be insane.”
4 notes · View notes
selindelioglu · 7 years
Text
Osman Hamdi Bey Dehası
Tumblr media
Nicedir hayranı olduğum Osman Hamdi Bey’i anlatan bir yazı yazmayı istiyordum. Hazır gün Dünya Kadınlar Günü iken daha da anlamlı bir şey yapıp belki biraz da taraflı davranıp kendisinin en sevdiğim şaheseriyle ilgili bir takım tatlı bilgiler paylaşıcam.
Osman Hamdi Bey bir Sadrazam oğlu olup, babası aynı zamanda Türkiye’nin ilk maden mühendislerinden biri olan İbrahim Edhem Bey tarafından hukuk eğitimi almak üzere Paris’e gönderildiğinde dönem 1860′lardır. Henüz 20 yaşındaki Osman Hamdi Bey şeytana uymuş ve dizginleyemediği resim aşkının peşinden giderek Ecole des Beaux Arts’ta resim eğitimi almıştır. Mezun olunca babasının isteğiyle Osmanlı topraklarına dönünce elbette saray erkanından olan babasının da gücüyle sarayda birtakım memuriyetlerde yer aldıktan sonra alıyor sazı eline. I. Abdülhamid’in izniyle İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni (Müze-i Hümayun) kuruyor! Dönemine komple damgasını vurmuş meşhur mimar Valloury ile bugün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak bildiğimiz binayı (Sanayi-i Nefise Mektebi) dizayn eder, tamamlandığında çekirdek bir kadrodan oluşan bir öğretim kadrosu ve çok az sayıda öğrencisiyle öğrenim hayatına başlatır! Büyüksün!
Aynı zamanda arkeolog olduğu için katıldığı kazılarda memleketim Adıyaman’ın tarif edilemez güzellikteki Nemrut dağı buluntularını bulmuş (!), yine bir o kadar kıymetli 4. yy’e ait İskender Lahdi’ni bulup İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergiletmiştir. 
Aynı zamanda Kadıköy’ün ilk Belediye Başkanı’dır! Yani düşünün bunca şey var işin içinde ama hala konumuz bunlar değil. Zira Osman Hamdi’nin mükemmelliği üzerine ne kadar yazı yazarsak yetersiz kalacağı kanaatindeyim. Bu kısmı tamamlamadan değineceğim son şey, bulunan tarihi eser ve buluntuların yurt dışına kaçırılmaması için tüzük hazırlayan ilk kişi olduğudur! Benim şahsen cinayet ve tecavüz gibi en adi iki suçtan sonraki en tahammül edemediğim şey olan tarihi eser kaçakçılığının önünü almak istemiş, nice eser sayesinde yurt topraklarında kalmıştır. Tarihi eser kaçakçılarını öldürelim mi? Sen kimin tarihi kime satıyorsun ya? Dünya mirasını kaçırıp satıp sosyeteyim ben nasıl da büyük yalım var diyen pislikleri hatırladık di mi? Sinir sahibi oldum yine.
Asıl mevzumuz başka. Kendisinin 1901 yılında resmettiği Berlin ve Paris’te Genesis (Yaradılış) adıyla sergilenen şaheseri. Bu eserin adı bu sebepten Genesis’tir lakin ülke topraklarında Mihrap adıyla ünlenmiştir. Kendisi şudur.
Tumblr media
 Vaaaaoovv di mi?
Şimdi efendim bu müthiş tabloyu bugün bile yapsa kıçı kızgın yağda eritilip yedirlecek bir tabloyken bundan 110 sene evvel Osmanlı döneminde yapmak için tam da Osman Hamdi olmak gerekir.
Gelelim detaylara. İslam’da Kur’an’ın konduğu rahle üzerine oturan (!) hamile (!) bir kadın (!) Mihrap’ta  (İmamın durduğu, kıblesi Kabe’yi gösteren bölme) afiyetle, gururla turkuyla oturuyor ve ayaklarının altında devrilmiş savrulmuş Doğu Dinlerine ait kutsal kitaplar - Kur’an dahil -  yer alıyor ki bugün bile kadınların ibadet için bile orada varlık göstermesi mücadele gerektiren bir eylem. 
Şimdi biz bugün buna benzer cesur ifadeleri batı medeniyetlerinde görünce bile tahammül edemeyen bir zihniyetle yaşadığımızdan böylesi cesur bir tablonun - ama hoşlanırsınız ama hoşlanmazsınız - ülke topraklarında yapılmış olması devasa bir devrim. Aynı zamanda hamile olan bu kadın en net ve dolambaçsız tarifiyle “dünyayı doğuruyor”. Kostümü batılı, Osmanlı’da müslüman kadınların çok da kullanmadığı bir renkteki  modern bir elbise; ifadesi özgüvenli. Osman Hamdi bu eserinde adeta kadını yüceltmekle kalmamış, çıtasını fezaya çıkarmış. Aynı zamanda dikkatle bakıldığında elbisenin hamile karnı altında gölge yaptığı yer bugün bile badem bıyıklı amcalarımızın tahammül edemediği bir organı çok da abartmayayım diye bir adım geide durarak ama adeta resmederek görselleştirmiş ki bu kadar cesarete ne diyeyim bilemiyorum. 
Şimdi kuru kuru “Sen kadınsın yaparsın bacım” kutlamaları bana yetersiz geldiği için en azından böyle özel bir günde şunu paylaşmanın hoş olacağını düşündüm. Maalesef bu eser günümüzde kayıp. Demirbank’ın kasasındaki eser bankanın TMSF’ye devredilmesinden sonra - HER NASILSA - sırra kadem basmış! Görenler bile net değil. Osman Hamdi dönemin tüm Osmanlı ressamları gibi her eserine bir de reprodüksiyon yapan bir ressam olmasına rağmen bu Mihrap’ın da var mı, varsa nerede bilinmemekte.
Büyüksün Osman Hamdi Bey. Tek kusurun - tüm aydınlar gibi- burada doğmuş olman.
Tumblr media
22 notes · View notes